Fincancı: Yaşadığım en hüzünlü geceydi
Hrant Dink ödülünü Cumartesi Anneleri’nin elinden alan Şebnem Korur Fincancı, "Adına ödül verilen dostum, ödülü verenlerin evlatları kardeşimdi" dedi.
Bu yılki Hrant Dink Ödülü, insan hakları savunucusu, deyim yerindeyse işkencecilerin kabusu Şebnem Korur Fincancı’ya verildi. Doğru söyleyenin, eğer öldürülmemişse her yerden kovulduğu bir ülkede Fincancı tüm meslek yaşamı boyunca gerçeklere bağlı kalarak hep doğruyu söyledi. Zaten, Hrant Dink adına düzenlenen ödüle değer bulunmasının nedeni de buydu.
Şu anda Türkiye İnsan Hakları Vakfı’nın da başkanlığını yapan Fincancı sorularımızı yanıtladı:
Hrant Dink adına verilen bir ödülü mücadelelerinin içinde yer aldığınız, kişisel öykülerini bildiğiniz Cumartesi Anneleri’nin elinden aldınız. Ne hissettiniz?
Hüzün. Utanç. Sevinç. Hepsi bir arada. Konuşmamda da belirttiğim gibi her şeyden önce işimin doğası gereği, yapmam gerekeni yaptığım için ödüllendirilmek bir mahcubiyet. Bugüne dek bir çok ödül aldım. Çoğu kurumsal ödüllerdi. Bunu farklı kılan ise aile içinde takdir edilme hissi yaratmasıydı. Hrant Dink az tanıdığım ama aynı meseleleri dert edindiğim dostum, Cumartesi Anneleri annem ve yitirdikleri evlatları ise tanımadığım kardeşlerim. Yaşasalardı eğer, bu dünyaya katkıları ne olacaktı diye kayıp duygusu yaşadığım insanlar her biri. Dolayısıyla bu ödül ve o gece hayatımdaki en hüzünlü andı.
Dink cinayeti devlet organizasyonu
Altında imzanızın olan raporlara rağmen işkence davalarındaki en önemli gerçek cezasızlıktı. Adına ödül aldığınız Hrant Dink suikastının davasında neler olacak sizce?
Dink davası henüz bitmedi ama nasıl sonuçlanacağı ortada. Çünkü ardında devletin olduğu her olayda cezasızlık da söz konusudur. Biz bunu yenmek için mücadele ediyoruz. Yönetici erk bakımından Dink suikastı “çözülmüş” olabilir. Ama toplum nezdinde böyle bir karşılığı yok. Kamuoyu açısından bu suikastın nedenleri de faillerinin kim olduğu da açıkça ortada duruyor. Devlet eliyle ve organizasyonuyla bir cinayet gerçekleştirilmiş.
Devletle uğraşanın sonucuna katlanmak zorunda bırakıldığı bir ülke burası. Tehditlerde aldınız ama neyse ki sadece görevden almalarla yetinildi. Kaç kez görevden alındınız?
Aslında öyle çok kez tehdit almadım. Ya da her şeyi tehdit olarak algılamadım. Evet başıma gelecekleri biliyordum. Ama işimi yaptım. Doğrusu buydu. Devlet görevlilerinin olur olmaz yerlerde adımı zikretmesi, fişlemeler yoluyla sindirmeye çalışması, tecavüz tehditleri doğru yerde duran herkesin karşılaşacağı şeyler. Ben doğru yerde durmaya çalıştım o kadar. İki kez Adli Tıp Kurumu’ndaki görevimden bir kez de üniversitedeki görevimden el çektirildim. Ama yargı kararıyla döndüm.
İşkence açısından 1990’lı yıllarla günümüzü kıyasladığımızda değişen bir şey var mı?
Hem var hem yok. Devletin anlayışında, reflekslerinde bir fark yok. Çünkü başka türlüsünü yapmaya uygun bir yapı değil. Devletin doğası budur. Öncelikle kendini korumaya odaklanmış, o ekonomik sistemin sürmesine odaklı bir yapılanma. Gereğini yerine getirmek için de bütün araçları kullanacak. Bu noktada bizim yapabileceğimiz tek şey devletin kullanacağı bu araçları sınırlandırabilmek ve teşhir etmek.
Sınırlandırabildiniz mi?
Bunun yanıtı ilk sorunun da ikinci kısmı, yani nelerin değiştiğine de yanıt oluyor. Artık elektrik vermiyorlar. Filistin askısına alamıyorlar. 90 gün gözaltı süresi yok. 24 saatlik uzatmalarla en fazla 4 gün gözaltında tutuluyor insanlar. Gözaltına alındığı andan itibaren her seferinde doktor muayenesine götürmek zorundalar. Eksik ya da değil o muayene olmak zorunda. Elbette işlerine geldiği şekilde muayene ettirecekleri yerleri seçiyorlar ama “Ya muayene iyi yapılırsa” kaygısıyla hareket ediyorlar. Bunların her biri sınırlandırma aslında.
İşkence yasayla meşrulaştırıldı
Mevzuat sizin örneklediğiniz gaz bombaları ya da diğer teknolojik aletleri kullanmaya izin veriyor. Bir anlamda işkence yasalaşmış olmuyor mu?
Aynen öyle. Zor kullanım araçları diye mevzuata sokuldu tüm bunlar. Zor kullanım yetkisi adı altında işkence resmileşmiş, kanunla “meşru” hale gelmiş oluyor. “Toplumsal olay var, katılanlar saldırgan, terörist, kamu malına zarar veriyor ve engellemek de benim görevim” savunmalarıyla bu işkence aletlerini kullanıyorlar. Bunun nedenlerinden bir diğer nedeni insan haklarını ihlal etmenin, işkence aletleri üretmenin de bir endüstrisi olması. Devlet hem kendini hem de sermayedarını korumaya almış oluyor böylece. İkisi de simbiyotik bir ilişkiyle kendilerini koruyup birbirlerini de besleyerek para da kazanmış oluyorlar. Yani yöntemi değişse de devletin kendini koruma reflekseleri değişmiş değil. En iyi bildiği yolla, işkenceyle bunu yapıyor.
Devleti daha insanca bir çizgiye çekmekte tek başına yasaların yeterli olmadığı açık. İşkencenin sistematik ve yaygın biçimde kullanıldığı zamanlarda da şimdi de bunu düzenleyen yasalar zaten var. Ne yapmak gerekiyor?
Elbette bu sorunun çözümü tek başına yasayla olmaz. Öncelikle yasaların uygulanabilir olduğunu göstermek de gerekiyor. Kanunları kanun yapan zaten uygulanabilirliğidir. Ama ondan öte bakış açısı, duruş, davranışlar ve elbette eğitim çok önemli. Yapılan kimi anketlerde yargı mensupları ve hekimler de dahil olmak üzere yüzde 30’lardan 70’lere kadar bir kesimin işkenceyi meşru görebildiği ortaya çıkıyor. Bunu değiştirmek için adaletle ilgili duygunun değişmesi gerekiyor. Bir duygu olarak adaletin tesis edildiğinin güvencesini duymalı insanlar. Bu olmazsa herkes kendi adaletini uygulamaya kalkar ki zaten linç olaylarının giderek yaygın hale gelmesinde bunun etkisi var. Kimse yasalara ve uygulayıcılarına güvenmiyor.
Yorgun değilim
İnsan hakları ve demokrasi mücadalesi, bu kavganın içinde yer alanlar için çok da yorucu halbuki. Siz yorgun musunuz?
Değilim. Aksine umudum var. Çünkü nihai hedefime ulaşıldığını ben görmeyeceğim. Buna inanıyor olsam yorulurdum. Ama bu çok çok uzun soluklu bir mücadele. Sistem içinde gedikler açarak, küçük küçük ama önemli kazanımlarla ilerleyebiliyoruz. Hedeflediğim nihai yaşam biçimi konuştuğumuz sorunları da ortadan kaldırmış olan otonomlarla yürüyen devletsiz bir toplum hayali. Çıkar ilişkilerinin olmadığı, herkesin birlikte karar alma sürecinde yer aldığı, insanı, tüm canlı hayatını koruyan bir sistem hayali kuruyorum. Eğer dünya ayakta kalırsa çok uzak bir gelecekte olacak bu biliyorum. Karşısında durduğumuz sistem ve sahibi görünen devletlerin refleksleri yok etmek üzerine kurulu biz de yorulmadan onlarla mücadele etmek zorundayız.
'İşkence artık sokaklarda'
Başkanlığını yaptığınız Türkiye İnsan Hakları Vakfı’nın raporlarında işkencenin yaygın biçimde ama değişerek devam ettiği belirtiliyor. Eskiden bu güne değişen yöntemler ne peki?
İşkence teşhir olduktan sonra gözaltı merkezlerinin dışındaki yerlerde, kayıt altına almadan işkenceler yapılıyordu. Bu da mağdurların cesaretiyle teşhir edilerek neredeyse sona erdirildi. Ama yeni yollar yöntemler ortaya çıkıyor. Sokak işkencelerinin yaygınlaşmasının nedeni budur. Denetim mekanizmaları işletilip sonuç alınınca devlet artık toplumsal olaylar diye tabir edilen en ufak bir hak talebinin dile getirilmesine bile tahammül edemeyen bir anlayışıyla saldırıyor. Sokaklarda kaba dayak işkencesi uygulanıyor.
Teknolojik araçlarla işkence yapılıyor. Dünyada hiç bir yerde bu kadar çok kullanılmayan oranda kimyasal gazlar kulanılıyor. Göz yaşartıcı bomba dedikleri aslında kimyasal silahtır. Elle silahlarla atılıyordu. Şimdi bir de metal kale denilen ve üzerinden göz yaşartıcı gazlar püskürten araçları var. İnsansız hava aracına benzeyen ve havadan gaz bombası atacak bir cihaz alındı. Elektroşok cihazları, ses dalgalarıyla ve mikro dalgalarla dokuları ısıtarak insanları hareketsiz bırakacak dehşet verici aletler devreye girdi. Gaz bombası atıyorsun, öldürücü silah olarak kullanıyorsun. Plastik mermilerle insanları kör ediyorsun, sakat bırakıyorsun. Bunlara yol açan cihazların her biri işkence aletidir. Kullanımı da işkence yapmaktır. Bir de gözaltı işlemi sırasında uygulanan işkenceler var. Mesela diz bölgesine basınç yapmak. Normalde sporla uğraşanlarda ve doğal olarak yaşlılarda olan bu durum artık gözaltına alınan gençlerde görülüyor. Çünkü diz bölgesine bastırarak eklem hasarına yol açılıyor. Ya da ters kelepçe yaparak omuz ve bilek sinir eklemlerinde hasar yaratıyorlar. Vakfımıza bu nedenlerle yapılan şikayetlerde ciddi artışlar var. Bir de DNA’ları kayıt altına almak için zorla tükürük örneği almaya çalışmak var. Siyasi soruşturma süreçlerinde, zor kullanarak ve insanları darp ederek bunu hep yapıyorlar. Bu örnekleri cinsel saldırı olaylarıyla karşılaştırmak için almadıkları kesin. İnsanlık dışı davranış, hakaret, tehdit, korkutma ve aynı zamanda bu insanların DNA örnekleri yoluyla fişlenmesi anlamına geliyor. Aynı zamanda bir tehdittir bu. Çünkü bu DNA’lar her yere ekilebilir. Yani hedef alınan bir kişi, istenirse suçlu haline getirilebilir.
En Çok Okunan Haberler
- Erdoğan belayı satın aldı
- Protesto eden yurttaşlara polis müdahalesi!
- ‘Kar leoparı’ neden cezaevinde
- Elazığspor'dan maça çıkmama kararı!
- Ünlü kebapçının kardeşi 20. kattan aşağı düştü!
- Kılıçdaroğlu'na 'Meral Akşener' yanıtı
- Kayyum belediyeyi kapattı!
- Trabzonspor'da ayrılık!
- Ali Koç'tan çok sert Kayserispor açıklaması!
- Al Nassr'dan Talisca açıklaması!