Carol Dyhouse'dan “Gösteriş – Kadınlar, Tarih, Feminizm”
Carol Dyhouse “Gösteriş” başlıklı bu kitabında dikkatini kadınlığın, kadın bedeninin kamusal alanda sergilenmesine çeviriyor. Merin Sever'in değerlendirmesi...
Carol Dyhouse'dan “Gösteriş – Kadınlar, Tarih, Feminizm”
Gösteriş: Ataerkil tuzağa düşüşün simgesi mi, yoksa bir başkaldırı mı?
Britanyalı sosyal tarihçi Carol Dyhouse “Gösteriş” başlıklı bu kitabında dikkatini kadınlığın, kadın bedeninin kamusal alanda sergilenmesine çeviriyor. Yüz yıl içerisinde ünlü olmuş şarkıcı ve aktristlerin ikonik fotoğraflarıyla, eski reklamların afiş ve metinleriyle, bahsedilen dönemleri yansıtan fotoğraf ve görsellerle donatılmış kitap, bakışını 20. yüzyıla ve tüketim çağı kültürüne odaklayarak kadın kimliğinin tarihsel gelişiminin incelenmesine katkıda bulunuyor.
Feminizm ve sosyo-kültürel tarih üzerine çalışmalarıyla tanınan Carol Dyhouse’un ses getiren kitabı Gösteriş - Kadınlar, Tarih, Feminizm, geçtiğimiz günlerde yayımlandı. Kitap, ismiyle müsemma, daha kapağından başlayan bir cezbedicilikle karşılıyor okuru ve bir zaman tüneline daldırıveriyor. Sussex Üniversitesi’nde tarih profesörü olan Dyhouse yolculuğu 1900’lerden başlatarak 90’lı yılların sonuna doğru ilerletirken biz de “Gösteriş ne menem bir şeymiş!” diyerek yüksek tempolu bir okuma serüvenine girişiyoruz.
Şaşaa, debdebe, ihtişam… Gösteriş yerine belki de bu kelimelerden birini seçebilirdik. İngilizcedeki (ve aynı zamanda kitabın orijinal adı olan) glamour kelimesi için ilk bakışta hepsi de uygunmuş gibi gözüküyor. Glamour, bugüne kadar üzerine özellikle düşünmemiş olanlar için olumlu bir çağrışıma sahipken Türkçede gösteriş daha olumsuz şeyleri çağrıştırıyor; caka satmayı, gösteriş yaparak görgüsüzlüğünü dışa vurmayı, sonradan görmeliği akla getiren anlamlara da sahip. Ancak Carol Dyhouse, hem gösteriş kelimesinin işaret ettiği anlamın hem de gösterişin içeriğinin onyıllar içinde ne kadar değiştiğini gösteriyor bize. Okudukça anlıyoruz ki, ne ABD’de ne de Britanya’da gösteriş her zaman olumlu karşılanmış. Gösterişin buralarda da “klas olmayan”la, “kafa tutan”la, “dikkat çekmeye çekinmeyen”le bir bağlantısı var. Ve elbette, konu gösteriş olunca odağa yerleştirilmiş olan kadınlar var, lüks var, tüketim var.
MODERN GÖRÜNMEK, İFFETSİZ BULUNMAK
Yoğun bir sanayileşmeyle birlikte, -başta İngiltere olmak üzere- bütün Avrupa, şehirlere yönelen göç dalgaları, kapitalist gelişme ve işçi sınıfının genişlemesi gibi faktörlerle karşı karşıya kalmıştı. Dobb başta olmak üzere birçok tarihçi, 15.-16. yüzyıldan itibaren toplum yapısının ciddi anlamda değişmeye başladığını görmüş ve bu değişimin sebepleri ile kapitalizmin gelişimi üzerine kafa yormuşlardı. Dinamikleri üzerine mutlak bir uzlaşmaya varılamasa da kapitalizmin 19. yüzyılın sonlarına gelindiğinde neredeyse elle tutulacak bir somutluğa ulaşan bir toplumsal değişim yarattığı gerçeği, ayrıcalıklarına sıkı sıkıya tutunmak isteyenleri katı bir ahlakçılığa ve geleneklerin yüceltilmesi söylemine yöneltmişti. Bugün neredeyse karikatürize etmeden hatırlamanın imkânsız olduğu Viktoryen ahlakçılık, ağırlıklı olarak kadınları hedef alıyordu. Yine aynı tarihler, Sombart’ın deyimiyle, “incelmiş zevkler”in yükseldiği, refahın arttığı, lüksün hiç olmadığı kadar üretime damgasını vurduğu tarihlerdi. Aşk, Lüks ve Kapitalizm’de kapitalizmin gelişimi içerisinde incelediği lüks mefhumunu kadınlarla ilişkilendirmekten geri durmayan Sombart da erkeklerin neredeyse bütün gösteriş harcamalarını kadınlar uğruna yaptığını iddia ederek faturayı kestirmeden kadınlara çıkarmıştı. Bu, çok bilindik bir örüntünün tekrarıydı: Kadınları etkilemek için onlara giysiler, mücevherler, parfümler alan erkekler ve erkeklerin parasıyla gösteriş yapan kadınlar…
Carol Dyhouse, 1900’lerin başından itibaren ele aldığı gösteriş tarihinde, durumun pek böyle olmadığını anlatarak başlıyor işe. Bu yıllarda işçi kadınların neredeyse kendileri için hiçbir harcama yapmadıklarını, kendi kazandıkları parayı erkekler ve çocuklar için harcadıklarını, hatta o dönemde Londra vitrinlerinin erkek kıyafetleriyle dolu olduğunu, kadınlara yönelik üretimin en düşük seviyede kaldığını öğreniyoruz. Öyle ki, 1905'te Londra’yı ziyaret eden “ünlülerin kuaförü” Fransız Antoine, şehrin hemen her yerinde, her seviyedeki erkeklerin kadınlardan daha iyi giyimli olduğunu gözlemlemiş.
Harcama alışkanlıklarındaki esas değişim, sonraki yıllarla geldi. Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra azalan erkek nüfusu ve kırılan gelenekçi yapıyla birlikte, bilhassa iki savaş arasındaki yıllarda, iş hayatına giren kadın sayısı artacak ve o güne kadarki klişelerin iddia ettiğinin aksine, ancak bu yıllarda “gösteriş”e daha fazla para harcanmaya başlanacaktı. 1920’ler ve 30’lar ise Hollywood’dan yayılan bir gösterişin dünyayı etkisi altına almaya başladığı yıllar olarak tarihe geçecekti. Kat kat kumaştan mamül elbiselerin yerini ince ve altında korse olmadan giyilen kıyafetler alacak, kırmızıya boyanmış dudaklar ve tırnaklar “Madonna-fahişe” dikotomisine kıstırılan kadınlığı yeni bir imaja götürecekti. Marlene Dietrich, Mae West ve sonraki yıllarda Greta Garbo’yla bütünleşen bu imaj, geleneksel “masum ve iffetli kadın” imajından çok uzak, bir o kadar da başkaldırıcıydı. Nitekim bu modaya uymaya cesaret edebilen kadınların ödülü “modern” gözükmek ise cezası da “iffetsiz bulunmak”tı.
EVLERİNE DÖNEN “HANIMLAR”
Her şeye rağmen, 1800’lerin sonunda tedavüle giren gösteriş kelimesinin en olumlu biçimde kullanıldığı dönem, bu dönem olarak görünüyor. Sonraki yıllarda gösteriş kelimesinin olumsuzluğu çağrıştıran sıfatlarla birlikte kullanımı artıyor. 1950’lere doğru yol alınırken, İkinci Dünya Savaşı bitmişti ve savaştan dönen erkeklerin işe ihtiyacı vardı. Savaş yıllarında –mümkünse gönüllü olarak veya normalden çok daha düşük ücretlerle- çalışması için teşvik edilen ve yedek işgücü olarak konumlandırılan “hanımlar”, artık evlerine dönebilirlerdi. Güçlü, bağımsız, korkusuz ve kendi kendine yeten kadın imajı miadını doldurmuştu; ibre yeniden hanımefendiler zamanının geldiğini gösteriyordu. Ne tesadüftür ki 50’li yıllar korseli incecik bellerin, hareket etmeyi zorlaştıran kıyafetlerin, kırılgan ve narin kadın imajının dönüş yılları oldu. Dyhouse, bu yıllarda gösterişli olmanın “avam ve klastan yoksun olmak” olarak görüldüğünü belirtiyor. Dahası, gösterişli giyinen kadınlar genellikle hırsla, materyalist olmakla ve erkeklerin yerine gözlerini dikmekle, had bilmemekle suçlanıyorlar. Yazar, bu yıllarda yayımlanan kadın dergilerinde yer alan hikâyelerin, gösterişe kapılan kızların aşkı ve huzuru kaybeden tarafta olduklarını gösterecek biçimde kaleme alındığını belirtiyor. Bu yıllardaki ünlü filmleri de es geçmeyen Dyhouse, Rita Hayworth’ün ünlü Kapak Kızı (Cover Girl) filminin gösterişi seçen kızlara yapılan bir uyarı niteliğinde olduğuna dikkat çekiyor.
50’li yıllar ve sinema demişken, Marilyn Monroe’yu da anmamak olmaz. Monroe, bütün gösterişli görüntüsüyle, filmlerde tam bir “zengin avcısı” olarak tasvir ediliyordu. Onun şaşaalı tuvaletler, kürkler ve mücevherler ile yaratılmış bu imajı, Bir Kızın En İyi Arkadaşı Elmaslardır şarkısını söylerken pekişiyordu. Ancak Erkekler Sarışın Sever filmi, aynı zamanda sisteme yönelik bir eleştiri olarak da okunabilir. Monroe şarkısını söylerken etrafında bulunan, yüzleri siyah tülle kapatılarak bir nevi kimliksizleştirilmişlikleri ve aynılaştırılmışlıkları vurgulanan kızlara, “yıllar geçtikçe vücutlarının şeklinin bozulacağını, bu yüzden kocalarının onlardan soğuyacağını, ama bu değerli taşların biçimlerini hiç yitirmeyeceğini” söylüyor, sisteme ciddi bir eleştiri yöneltiyordu. Çalışması ve para kazanması eşlerince “uygun” bulunmayan kadınlar, evlilikleri için kariyerlerini feda ediyorlardı. Ancak aynı kadınlar, yaşlandıklarında eşleri tarafından daha genç kadınlar için terk edilme riskine karşı maddi teminat isteyince bu kez paragöz olmakla suçlanmaktan kaçamıyorlardı. Monroe ise adeta ataerkil sistemin silahlarını ona karşı çevirmeyi teklif eder gözüküyordu.
İKİNCİ DALGA FEMİNİZM
İkinci dalga feminizmin 60’lardaki yükselişiyle birlikte gösterişli giyinmeye, davranmaya, yaşamaya korkmayan kadınlara yönelik ikircikli bakışımızın bugünlere miras kalan temelleri atıldı: Makyaj yapan, kıyafetleriyle kadınsı görünüşünü vurgulamaktan korkmayan bu kadınlar acaba toplumun muhafazakâr ölçülerine uymamaya cesaret edebilen “bilinçli” kadınlar mı, yoksa erkeklerin görmek istediği biçimde şekillendirilen imajlara uymayı seçen ve böylece ataerkiye boyun eğen “bilinçsiz” kadınlar mı?
60’lar ve 70’lerde maalesef işin biraz kolayına kaçıldığını ve dönemin feministlerinin bile kadınları “sorgulamadıkları için” bu kalıplara boyun eğen kadınlar olarak tasvir ettiğini söyleyen Dyhouse, kadınların adeta kendi kararlarını kendi bilinçleriyle almayan varlıklar olarak pasifleştirildiklerini ve “kurtarılması gereken kurbanlar” konumuna indirgendiklerini söyleyerek geçmişe dönük bir eleştiri ortaya koyuyor. Yapılan tüketim ve harcama araştırmaları, kadınların eğitim ve çalışma oranlarının artmasıyla birlikte giyime, kuaförlere, süslenme ve bakıma daha çok para harcadığını gösteriyor, ancak bu durum yalnızca kadının kendi parasını kazanmasıyla açıklanamaz. Dyhouse, bu kadınların özsaygılarının ve kendi varlıklarını görmek istedikleri şekilde yapılandırma cesaretlerinin de arttığına dikkat çekiyor ve kadınların “muhtemelen diğer değerleri inkâr etme yanılgısına düşmeden ya da hayata bakışlarını tamamen çarpıtmadan gösterişten keyif alacak kapasiteye sahip” olduğunu söylüyor. (s. 212)
Yazarın bu cümlede “değer”lerden kastının, salt görünüşe dayanmayan bir benlik inşası olduğu aşikâr. Bununla birlikte Dyhouse, güzelliğin ne olduğunun tanımlanmasıyla ilgili sıkıntıları da es geçmiyor. Gösterişli olmak, güzellikle sıkı sıkıya ilişkili bir kavram olarak, onun da anlamını ve içeriğini değiştiriyor. 80’lerden itibaren şiddetli bir yükseliş sergileyen tüketim kültürü, kişilerin bedenlerini de üretilen/şekillendirilen bir metaya çevireli beri yeme bozuklukları (anoreksia, bulimia ve obezite) arttığı gibi, estetik cerrahi de hiç olmadığı kadar yaygın ve kârlı bir sektör haline geldi. Ergenliklerinden itibaren “ideal vücut” bombardımanına maruz kalan genç kızlar, kendi bedenlerinden memnun olmamaya, hatta sonunda kendi bedenlerine tamamen yabancılaşmaya itildiler. Gençlik, “en moda” moda akımı haline gelirken kusursuzluk kıskacı artık erkekleri bile rahat bırakmayacak kadar daraldı. Photoshop’lanmamış fotoğrafların neredeyse kullanılmadığı bir medya gerçeği önümüzde dururken bir saplantı noktasına varmış “gençlik ve kusursuzluk” isteğinin bir anda ortaya çıkmadığını rahatlıkla tahmin edebiliyoruz. Dyhouse’a göre gözden kaçırdığımız şey ise bunun suçunun sadece boyalı basına ait olmadığı.
DOYURUCU BİR DENEYİM
Giyim, kozmetik, mücevher sektörü gibi birincil derecede görünüşe hizmet eden sektörlerin bireylerin beğeni ve tüketim alışkanlıklarını yönlendirdikleri kesin fakat bireyleri tamamen edilgen varlıklar olarak mı konumlandırmalıyız? Yazara göre, hiç kimsenin tek bir elbiseden, kremden, parfümden ya da burun estetiğinden mucizeler beklediği yok. Verdikleri paranın karşılığında efsanevi bir yarar elde etmeyi beklemiyorlar çünkü hiç kimse reklamlarda vaat edilenlere gözü kapalı kanacak kadar naif değil. Ancak yine de bu ürün veya hizmetleri almayı tercih ediyorlar çünkü insanlar basitçe varsayıldığı gibi homo economicus değiller. Ya da başka bir açıdan bakacak olursak, beğenilmek de bir ihtiyaç ve onlar da beğenilmelerini sağlayacak mantıklı yatırımlar yapıyorlar.
Bu bağlamda giyim, aksesuar, parfüm, makyaj gibi birçok unsuru kapsayan modayı ve modanın tüketimini yalnızca tüketim kültürüyle veya ataerkiyle açıklamak, “onun kültürel ve politik anlamlarının zenginliğini gözden kaçırmaya sebep oluyor.” Yazarın da vurguladığı gibi bilhassa kimliğin performatif biçimde yapılandırıldığını öne süren kimlik teorileri açısından bakıldığında, görüntümüzü de kimliğimizi dışarı vurmak için bilinçli olarak ve sürekli yeniden inşa ediyoruz. Bu esnada ne basitçe “kurban”ız ne de “bilinçsiz”iz… Kitabın da odağına aldığı kadınlar açısından bakarsak gösterişli olmaktan ve dikkat çekmekten kaçınmayan kadınlara yönelik “modern” eleştirilerle dinî ve/veya muhafazakâr söylemin kadından beklentileri çoğu yerde öyle bir kesişiyor ki, kadınlar bir baskı unsuru haline gelen toplum değerlerinin altını sırf görüntüleriyle bile oyar hale gelebiliyorlar. “Teşhirci, gösterişçi, ucuz olmak”la suçlanmaktan kaçış yok belki ama neyin gösteriş olduğu, gösterişin olumlu-olumsuz algılanışının değişkenliği ve onun etnik/kültürel bağları üzerine düşünmenin kafa açıcı bir yanı olduğu kesin. Yüz yıl içerisinde ünlü olmuş şarkıcı ve aktristlerin ikonik fotoğraflarıyla, eski reklamların afiş ve metinleriyle, bahsedilen dönemleri yansıtan fotoğraf ve görsellerle donatılmış bu gösterişli kitabı ister moda tarihi merakınızı gidermek için okuyun, isterseniz feminist perspektiften yazılmış bir sosyal tarih kitabı olarak, her halükarda doyurucu bir deneyim yaşamış olacaksınız. Bırakın Carol Dyhouse sizi o zaman tünelinden geçirsin.
Gösteriş – Kadınlar, Tarih, Feminizm/ Carol Dyhouse/ Çeviren: Duygu Akın/ Can Yayınları/ 272 s.
En Çok Okunan Haberler
- Son anket: AKP eridi, fark kapanıyor
- Adliyede silahlı saldırı: Ölü ve yaralılar var!
- Ayşenur Arslan’ın Colani ile ilişkisi
- Serdar Ortaç: 'Ölmek istiyorum'
- Hatay’da yaşayan Alevi yurttaşlar kaygılı
- Köfteci Yusuf'tan gıda skandalı sonrası yeni hamle
- NATO Genel Sekreteri'nden tedirgin eden açıklama
- İBB'den 'Pınar Aydınlar' açıklaması: Tasvip etmiyoruz
- İmamoğlu'ndan 'Suriyeliler' açıklaması
- Edirne'de korkunç kaza