Başarılı oyuncu Evrim Alasya: Hayatımda 'keşke’ diye bir şey yok

Kırmızı Oda dizisindeki oyunculuğuyla övgüleri toplayan Evrim Alasya, “Okumayan bir ülkeyiz. Okumayınca kanmak kolay, kandığın zaman da her şey çapsız oluyor. Aklını devreden çıkarıyorsun. Cehalet çok fena, o cehaletin içinde her şey oluyor, kadına şiddet de eğitimsizlik de. En büyük belamız cehalet. Bu coğrafyada bu hep sorun olmuş” diyor.

Yayınlanma: 09.10.2020 - 12:09
Abone Ol google-news

Evrim Alasya, Kırmızı Oda dizisinin Meliha’sı olarak çıktı karşımıza. Sarsıcı bir karakterle ekrana dönmüş olmaktan memnun. Çok zor bir hayatın içinden gelen mevlüt hocası bir kadına hayat veriyor. Oyunculuğuyla yine adından söz ettirdi. İnsanlara dokunabildi... Övgüleri ‘Meliha’nın vurucu bir hikâyesi vardı” diyerek alçakgönüllüce karşılıyor. 20 yıldır sahnede. 40’lı yaşların deminde. Kadıköy Moda’da buluştuk, biraz hayattan, biraz da oyunculuktan konuştuk.

"Kırmızı Oda'da yaptığımız en önemli şey ön yargısız, kadın-erkek ayırmadan insanı masaya yatırmak, anlamaya çalışmak. Geçmişimizde olan elimizde olmayan şeylerle, beynimize kodlanan şeylerle hayatımızı ne hale getirdiğimizi ve aslında o kodları değiştirip kaderlerimizi de değiştirebileceğimizi görüyoruz, o anlamda çok kıymetli."

Meliha ile başlayalım mı? Nereden yakaladı insanları?

Meliha’nın hikâyesi çok sert bir hikâye. Senaryoyu Gülseren Buğdaycıoğlu’nun “Günahın Üç Rengi” kitabıyla beraber okudum. Hikâye insanın inanamayacağı kadar sert ve gerçek olduğu için, okurken de, oynarken de, izlerken de içselleştirmemek mümkün değil. Meliha’yı hep birlikte, bu yükü nasıl kaldırmış, bunca acının içinden kendine nasıl bir çıkış yolu bulmuş, bu olanları nasıl atlatmış diye merak ettiğimiz için hem empatiyle hem de merakla hem de büyülenmiş gibi izliyoruz sanırım.

DUYGULARIMIZIN ANA DİLİ ACI...

 Acısını çok iyi yansıttınız.

Acılı bir coğrafyada yaşıyoruz. Dizide de bahsettiğimiz gibi toplumsal olarak duygularımızın ana dili acı sanırım. Bu sebeple de acıyı daha çok yaşıyor ve içselleştiriyoruz, onunla hemen empati kuruyoruz.

Kadına şiddet de gündemimizdeyken ayrıca etkiliyor böyle konular insanları...

Toplumsal olarak şiddetle ciddi bir yüzleşme yaşadığımız bir süreçten geçiyoruz. Şiddet bu topraklarda hep vardı ama şimdi onunla yüzleşiyoruz. Suçlama, dışlama, ötekileştirmenin de ötesinde, çözebilmemiz için önce sakinleşip, anlamamız, sorunun köküne anlayarak inmemiz gerekiyor. Ben hem Evrim hem de oyuncu olarak böyle yaklaşmaya çalışırım meselelere her zaman. Aslına bakarsanız kadını da erkeği de bir kadın yetiştiriyor. O da öğrendiği, kodlanan bilgilerle farkında olmadan doğru bildiği yanlışları aktarıyor çocuğuna. Her şey birbirine bağlı baktığınız zaman. Kırmızı Oda'da yaptığımız en önemli şey bu anlamda ön yargısız, kadın-erkek ayırmadan insanı masaya yatırmak, anlamaya çalışmak. Geçmişimizde olan elimizde olmayan şeylerle, beynimize kodlanan şeylerle hayatımızı ne hale getirdiğimizi ve aslında o kodları değiştirip kaderlerimizi de değiştirebileceğimizi görüyoruz, o anlamda çok kıymetli. İnsan zaten içgüdüsel olarak doğuştan vahşidir aslında. Biz anne baba olarak ona paylaşmayı, sevmeyi öğretiriz, ona şekil veririz. Üzerine vahşet yüklerseniz, ister istemez etrafına vahşet saçan biri haline geliyor, elinde olan, olmayan şeyler var. Hepimiz kendimizle yüzleşene kadar kendimize öfkeyle yaşıyoruz, o öfkeyi dışarı yansıtıyoruz…

OYNARKEN EVRİM'İ SİLİYORUM

Sizin de karaktere kattığınız şeyler vardır muhakkak oynarken...

20 küsür yıldır bu mesleği yapıyorum okul da dahil. Bu bir yolculuk. Bu yolculukta tabii ki bir sürü şey dolduruyorsun torbaya. 20 yaşındayken Meliha’yı anlamakla, 40 yaşında anlamak ve haliyle oynamak bambaşka oluyor. 20 yaşında henüz egonla, hırslarınla, her şeyi bildiğini zannederek yaşıyorsun. Daha kendinin farkında değilken başkasını nasıl anlayabilirsin ki. O zaman işte rol kesiyorsun. Ama 40 yaşında daha önce hiç bakmadığın bir yerden bakıyorsun insana da okuduklarına da kendine de. Bir role hazırlanmanın tek bir yöntemi yoktur. Her rol biraz kendi yöntemini buldurur sana.

Kamera karşısına geçince nasıl olursunuz?

Entelektüel olarak bildiğim her şeyi unuturum, sahnede olma eylemi mantık kabul etmez aslında. Bildiğin her şeyi unutup neyse oynadığın karakterin ruhu oraya teslim olursun, o da oyuncunun işini kolaylaştırır. Hayatta da Evrim’i aradan çıkarınca kolaylaşır, Evrim’e çok anlam yükleyince zorlaşır ya işler sahnede de öyledir. İnsanın köşeleri olursa sahnede de köşeli oluyor ister istemez, derinleşmiyor o iş, benim sırrım bu diyebilirim. Evrim’i siliyorum. Evrim devreye girdiği zaman ‘o öyle yapmaz, bu böyle davranmaz’ gibi yargılar giriyor işin içine, o zaman rolün derinleşmesi mümkün değil. Herkes her şeyi yapabilir hayatta, herkesten her şeyi bekliyoruz artık…

20 YAŞINDA SHE-RA GİBİYDİK!

Az önce bahsettiniz ya 20 yaşındaki Evrim’le karşı karşıya gelseniz ona ne derdiniz?

Üzülürdüm 20 yaşındaki Evrim’e. O Evrim’de çok ego var. Her 20 yaşında olan insan gibi. 20 yaşında bütün güç sizde zannediyorsunuz, hormonlar da öyle çalşıyor zaten. Daha çok bedensel bakıyorsunuz hayata ister istemez. Sonra duvara toslayınca anlıyorsunuz. Maddesel dünyadan bahsediyorum, orası hep bir hayal kırıklığı. Yaşıyorsun yaşıyorsun sonra diyorsun ki ‘aaa başka bir şey var.’ Onu da ne kadar erken fark edersen o kadar iyi. Genelde de insanlar maalesef acı şeyler yaşayarak içe dönüyor. 20 yaşındaki Evrim çok dışa dönük bir Evrim’di, 40 yaşındaki Evrim içe dönük. Faturası ağır oluyor tabii içe dönmenin (gülüyor)

20’li yaşlarda kokusuz da oluyor insan…

Tabii… Onlar hep hormonlardan (gülüyor).

Çok cesurmuşum der şaşırırım geriye dönüp bakınca...

20 yaşında kontrol sende zannediyorsun….

O sanrı korkusuzluğu getiriyor...

Tabii tabii. She- Ra gibiydik. Bedenin de öyle çalışıyor, güçlü, hırslı… Hep böyle gidecek zannediyorsun, çok acayip, çok büyük cehaletmiş ama işte onları da yaşamak gerekiyor…

MARAT SADE İLE SAHNEYE

Oyunculuğa başlamanız nasıl olmuştu?

Benim ilginçtir hiç böyle bir isteğim, algım yoktu açıkçası. Liseye giderken İzmir Devlet Tiyatrosu’nda, tesadüfen bir oyun izledim. Çok sevdim ve aynı oyuna sürekli gitmeye başladım deli gibi.

Hangi oyundu?

Marat Sade. Dönem oyunuydu çok da iyi bir işti. İzlemek yetmemeye başladı. Ama hala farkında değilim içimde bir şeyler harekete geçmeye başladı... 6 kere izledim ben o oyunu sonra kursa gideyim bakayım ben de yapabilecek miyim derken İzmir’de kursa başlayıp buralara kadar geldim.

Çocukluk hayali değilmiş...

Hiç yoktu öyle bir hayalim. Ben içine kapanıktım, kendini gösterebilen bir çocuk hiç olmadım. O yüzden oyunu izlerken benim de orada olabileceğim hayali bile yoktu kafamda…

Ne olmayı hayal ediyordunuz o zamanlar?

İç mimarlık, psikoloji okumak isterdim… Psikolojiyi hala çok severim. Kader ağlarını örüyormuş o sıralarda.

Bir şey sizi sahneye çağırmış...

Evet evet…

"İçi boşaltıldı yaşam koçluğunun, yaşam koçu demeyeyim de bana yol gösteren psikolog, psikiyatrist, terapist bir sürü insana gittim. Kazmayı küreği aldım elime yıkıp yeniden yapmaya başladım. Tabii kolay değil insanın kendini yıkıp yeniden inşa etmesi… "

KAZMA KÜREKLE RUH KAZISI YAPTIM

Kadere inanıyor musunuz?

Kader konusu konu tartış tartış bitmeyecek bir konu. Bazen öyle şeyler oluyor ki insanın hayatında, varlığı tartışılmaz oluyor. Şöyle düşünüyorum kaderle ilgili: Bir kendi çabamızla değiştirebileceğimiz kaderimiz var, bir de irademizin dışında olan değiştiremeyeceğimiz kaderimiz…

Bu durum sizi nasıl etkiliyor peki?

Biraz içe dönük bakıyorum hayata dedim ya, Evrim’in yapması gerekeni yapıyorum yine ama olmuyorsa bir şeyi zorlamıyorum artık. Sonuna kadar müdahale etmiyorum. Orayı dengeledim galiba biraz. Olmasıyla olmaması arasında dengeli bir yerde duruyorum. Hayat hep bir dengede durma üzerine kurulu. Benim de bu konularda kafam karışık ben de sezgisel olarak yolumu bulmaya çalışıyorum.

İnsanlar da bu konularda formül arıyor. Birisi bir şey dese de yapsak o sorumluluğu da almasak…

Hepimiz öyle… Birisi yapsa da beni uğraştırmasa (gülüyor). Çok güzel olurdu gerçekten. Hayat bize bırakıyor işte, bir de kendisinin karar verdiği kısımlar var tabii.

Çok büyük pişmanlıklarınız var mı geçmişe dair?

Yok… Hayatın içinde büyük bir okulda hissediyorum kendimi. O okuldaki her olayın, birisinin bize yaşattığı kalp kırıklığının bizdeki bir şeyi dönüştürmek üzere olduğunu anladığımdan beri o pişmanlık duygusu da içimden gitti. Keşke diye bir şey artık hayatımda yok açıkçası.

Olsa bile ne değiştirecek...

Zaten evet. Çok oraya takılıp kalmak bizden yiyor. Geçti gitti. Zor tabii takılmamak ama bir şekilde başarıyor insan.

Nasıl başardınız peki? Bir kitap mı okudunuz, yoksa yaşam koçunuz mu vardı?

Ciddi kırılma noktalarıyla oluyor bunlar. O süreçte insan çıkış yolu bulmak için karşısına çıkan her şeyi değerlendirmeye başlıyor. 10 sene önce bir şey ifade etmeyecek şeyler artık anlamını bulmaya başlıyor. Kitap da var. İçi boşaltıldı yaşam koçluğunun, yaşam koçu demeyeyim de bana yol gösteren psikolog, psikiyatrist, terapist bir sürü insana gittim. Kazmayı küreği aldım elime yıkıp yeniden yapmaya başladım. Tabii kolay değil insanın kendini yıkıp yeniden inşa etmesi… Meslek yaşantısında da başka bir derinlik kazandırıyor insana.

"Gerçekten durmak gerekiyor. Her şey o kadar gürültülü ki. Şu elimizdeki telefonlardan ciddi bir bombardımana tutuluyoruz. Bu telefonlarla büyüyen çocuklara çok üzülüyorum ama çağın gerçeği bu. Teknolojiyi hazmedemiyorum ben ama çocuklar öyle yemek yiyor. Bir şeyi eleştirmek için söylemiyorum, belki benim de çocuğum olsa koruyamam, nereye kadar koruyacaksın, kolay değil."

DURMAK GEREKİYORSA DURACAĞIZ 

Peki bu dinginliği yakalamışken koronavirüs sizi nasıl etkiledi?

Daha da içe döndürdü! Sadece ben değil bizim meslek değil bir sürü insan hayatında tutunduğu her şey elinden gitti. Bu çok zor çok da güzel bir fırsat oldu bence. Durmak gerekiyorsa duracağız yapacak bir şey yok. Ben de ilk başta ‘mesleği bitti’ dedim. Oyunculuk dışında hiçbir şey yapamam, denemedim bile. Hayatta kalmak için ne yapabilirim diye düşündüm… Ne yapsam olmaz… O fena bir boşluktu benim için, o boşluğa düştüm düşmedim değil ama sonra dedim ki tevekkül, durmak gerekiyorsa duracağız ama mesleki anlamda zor süreç...

İnsanlara olumlu etkisi olur mu durmanın?

İnsanların bu süreci nasıl geçirdiğiyle alakalı. Gerçekten durmak gerekiyor. Her şey o kadar gürültülü ki. Şu elimizdeki telefonlardan ciddi bir bombardımana tutuluyoruz. Bu telefonlarla büyüyen çocuklara çok üzülüyorum ama çağın gerçeği bu. Teknolojiyi hazmedemiyorum ben ama çocuklar öyle yemek yiyor. Bir şeyi eleştirmek için söylemiyorum, belki benim de çocuğum olsa koruyamam, nereye kadar koruyacaksın, kolay değil. Pandemide bu telefona çok kitlendiysek bir dönüşüm olmaz tabii. Ben her konuda, yerken de içerken de detoks yaparım bir dönem.

Telefon detoksu çok iyi fikir!

Bu dünyada her şey bize bağımlılık yapmak üzerine, kapitalizm... Bağımlı olalım ki tüketelim. Hepimiz de tüketmeye meyilli olduğumuz için o tuzaklara düştüğümüz için kendimi enseleyip o sistemden çıkarırım, durdururum çünkü orası insanların uyutulduğu alanlar, ayılmak uyanık olmak gerekiyor. Bazen o sistemin içine giriyorum insanım sonuçta ama kendimi uyanık tutmaya çalışıyorum, bazen tamamen dışarıya çıkarıyorum.

Dozunda bir ilişki sizinki...

Bir giriyorum bir çıkıyorum. Hayattan tamamen soyutlanmak da çok bana göre değil onun doğru olduğunu da düşünmüyorum. Bu dünyada yaşıyorsak bu dünyanın da hakkını vereceğiz. Twitter ya da Instagram diyelim onu da deneyimlemek gerekiyor ama kaptırınca kendini başka sıkıntılar doğuyor. İşte hep denge.

Denge anne baba kaynaklı mı sizce?

Annem de babam da kendini bilen insanlardı. Öyle yetiştirildim.

MELİHA BENİM İÇİN ÇÖLDE VAHA

Aklınızda şu rolü de oynasam dediğiniz ne var?

Ters köşe roller oynamayı çok seviyorum. Beni heyecanlandıracak roller olsun diye ara veriyorum. Her zaman denk gelmiyor. Seçiyorum. Set gerçekten çok zor, dayanıklı olabilmek için insanın rolünü sevmesi gerekir.

Size bir kötü karakter yazsalar mesela... Çok merak ediyorum.

İyi diziler, iyi filmler, iyi oyunlar izleyince, 'ben de keşke kendi ülkemde iyi işlerin içinde iyi roller oynayabilsem' diye iç geçiriyorsun oyuncu olarak. Tam böyle hayıflanırken Meliha geldi. Meliha rolü bir oyuncu için hareket alanı çok geniş bir rol. Hele televizyonda çok az denk gelecek derinlikte. Ben oyuncu olarak 'buna para için bile olsa tahammül edemem İzmir’e giderim daha iyi' diyerek yaşadığım için, Meliha bu anlamda bana çölde vaha oldu açıkçası.

Televizyon dizilerinde bir kalite düşüşü var mı sizce?

Her şeyde olduğu gibi televizyonda da ve dizilerde de elbette ki düşüş var. Bu sebeple oyuncu olarak oynayacak bir şey bulmakta zorlanıyorsunuz. Benim her zaman asıl amacım katile oldu. Yaptığım her şeyin kalitelisini yapmaya çalışırım. Öyle olunca işinden ödün vermek çok zor oluyor. Bu sistem içinde yetenek genelde ilk sıralarda olmuyor. Kıstasları farklı televizyon dünyasının. Elbetti ki ticari kuralları var. Basit işlerle, kalitesiz işlerle de para kazanılınca elbette ki o işler çoğalıyor.

"Yıllardır kitap pahalı, tiyatro bileti pahalı diye mazeret üretildi, bakıyorsunuz ceplerde binlerce liralık akıllı telefonlar. Demek ki insan ne isterse onu elde edebiliyor. İnsanların bu cehaletten kurtulmaya gönlü yok ne yazık ki. Böylece de bir cehennem oluyor hepimiz için. Ben hiçbir zaman mesleğimi yurt dışında yapmayı düşünmedim..."

40'LI YAŞLARDA KAFA ÇOK GÜZEL

40’lı yaşların kadınlar için özel olduğunu söyleyenler var sizce nasıl?

Kafa çok güzel bir yere geliyor. Bir iyi, bir kötü yanı var bunun. Tutunduğun şeylerin aslında ne kadar sahte olduğunu, kendine işkence ettiğini görüp o şeyleri bırakıp özgürleştiğin bir yaş, özgür hissettiğin bir yaş. Ama sanki seni mutlu eden kaynaklar da yok oluyor, garip bir hissizlik mi diyeyim duyguların nötrleşmesi mi diyeyim. İyi mi kötü mü çok da bilemediğim bir yer ama hayatta da gelinmesi gereken yer orası. Hayat bir şeye tutunup kendini onunla mutlu etmeye çalışırken onu senin elinden alıyor gerçekten… Garip bir dinginlik diyebilirim. Biz hep maddesel şeylere bağlı olan mutluluklara alışmış yaşıyoruz. Bir şey alıyoruz sonra mutluluğumuz bitiyor, diğerine geçiyoruz, bunun etkisizleştiği yaş 40 yaş. Sanki beni artık mutlu edecek şey yok gibi bir hissiyatı da var ama halbuki mutluluğun o olmadığını anlıyorsun aynı zamanda, çok karışık (gülüyor).

Sorgulama çağı yani.

Öyle diyebiliriz.

İnsanlarda en çok nefret ettiğiniz şey nedir bu sıralar?

Ukalalık. Dinlemeyen insandan nefret ederim. Genelde hayatımda yaşadığım bir sorun. Hep onlar konuşsun ben de dinleyici formatında ilerliyordu hayat artık sadece kendi konuşsun isteyen ve ukalalık eden birine içimden canavar çıkıyor.

Ne tavsiye edersiniz onlara?

Bir susun diyebilirim. Kendini bilmek de bir süreç, herkes kendini bildiğini zannediyor zaten.

ÜLKEM İÇİN ÜZÜLÜYORUM

Son sorum: Türkiye.

Sayılacak çok şey var. Okumayan bir ülkeyiz. Okumayınca kanmak kolay, kandığın zaman da her şey çapsız oluyor. Aklını devreden çıkarıyorsun. Cehalet çok fena, o cehaletin içinde her şey oluyor, kadına şiddet de eğitimsizlik de. En büyük belamız cehalet. Bu coğrafyada bu hep sorun olmuş. Yıllardır kitap pahalı, tiyatro bileti pahalı diye mazeret üretildi, bakıyorsunuz ceplerde binlerce liralık akıllı telefonlar. Demek ki insan ne isterse onu elde edebiliyor. İnsanların bu cehaletten kurtulmaya gönlü yok ne yazık ki. Böylece de bir cehennem oluyor hepimiz için. Ben hiçbir zaman mesleğimi yurt dışında yapmayı düşünmedim. Ben bu coğrafyanın ruhuyla büyüdüm, derdim Oscar değil ki ben büyüdüğüm topraklarda mesleğimi yapmak istiyorum. Ülkemi çok sevdiğim için aksayan yönleri gördüğüm zaman bunu dillendirmek zorundayım. Sorunu dile getirmezsek çözemeyiz. Pınar Çocuk Tiyatrosu ile 23 yaşında Türkiye’yi karış karış gezmiş bir oyuncuyum. Muazzam bir ülke, daha da sevdim ülkemi ama o kadar cehaletin esiri olmuş ki yaşadığımız ülke çok üzülüyorum. İnşallah yolun sonu aydınlığa çıkar.




Cumhuriyet Tatil Otel Rezervasyon

En Çok Okunan Haberler