Luce Irigaray, 92. yaş gününü kutluyor!
Luce Irigaray, 3 Mayıs 1930 tarihinde Belçika'da dünyaya gelen, yapısalcılık sonrası gelişen ve etkili olan Fransız feminist felsefenin ünlü üç isiminden biri; feminist teorisyen, psikanalizci ve edebiyat kuramcısı, çalıştığı bu eğilime postmodern feminizm de deniliyor.
cumhuriyet.com.trFransız feminizminin Irigaray ile birlikte diğer önemli iki ismi Hélène Cixous ve Julia Kristeva'ydı. Her biri kendi başına ve özgün bir düşünür olan bu üçlü, hem feminist felsefenin hem de daha kapsamlı olarak genel kuramsal alanın en etkili düşünürleriydi. Irigaray'da diğerleri gibi Lacancı psikanalizden etkilendi ve diğerleri gibi o da öznellik, cinsellik, dil, arzu gibi meselelerde önemli açıklamalar getirerek bunlar üzerinden etkili bir kuramsal alan oluşturdu.
Luce Irigaray, felsefe çalışmalarına psikanalizi dahil etti; bir yandan sürekli bir ilgi olarak Alman felsefesine göndermede bulundu. Öte yandan Jacques Lacan ve Jacques Derrida gibi yapısalcılık sonrası teorinin önemli isimlerini değerlendirdi. Bu bakımdan onun çalışmaları hem derinliği hem de çok yönlülüğüyle güç okunabilen ya da zor anlaşılabilen çalışmaların bir parçası oldu. Irigaray'ın kuramsal terimlerini, çalışmalarının sürekliliğinde devamlı olarak gündeme getirdiği ve yeniden tanımlama çabası içinde olduğu söylendi. Genel savı bakımından Irigaray, özellikle felsefede ataerkillik eleştirisi üzerinde yoğunlaşarak kadının yeni bir dil ve yeni bir söylemsellik gereksinimi içinde olduğunu belirtti.
Bu bağlamda ikili bir yönelimi olduğunu söyleniyor: Birincisi ataerkilliğin felsefe alanındaki yerini ve boyutunu incelemek; ikincisi ise buna karşıt olarak dişil kimliği tanımlamak olarak ifade ediliyor. Tam da bu noktada temel bir sorunla karşılaşan Irigaray; ataerkil çerçeveye teslim olmaksızın bu ikili işlemi gerçekleştirebilmek için; kadın ile erkek arasındaki düzeni ve iktidar dengesini tersine çevirmeyi amaçladı. Kadına özgü toplumsal bir formun geliştirilmesi için düşünceler üretti. Bunun dişil öznelliğin oluşturulmasıyla gerçekleşeceğine inanarak kadını erkekleştiren mevcut sistemin dilini ve terimlerini kabul etmenin bir tehlike oluşturduğu düşüncesinden hareket etti. Burada kadın erkek eşitliği fikrini reddederek asıl meseleyi erkek gibi olmamak olarak ele aldı.
Birinci dalga feminizm ve ikinci dalga feminizmlerde görülen eşit ücret, eşit haklar için mücadele bu durum içinde ikincil dereceden öneme sahipti. Asıl mesele toplumsal, kültürel ve dilsel sistemin kendisiyle mücadele edebilmek olarak tanımlandı. Irigaray için kadının toplumsal dışlanması ve felsefeden dışlanması bir ve aynı sürecin ürünüydü. Mitolojileri ve Platon'dan itibaren felsefi söylemi inceleyerek bu düşünceleri temellendirdi. Örneğin Platon'un ideal devletinin göründüğünün aksine eşitlikten uzak olduğunu, oradaki kadınlarında "erkek" olarak bulundukları tekcinsiyetli bir yapıda olduğunu belirtti. Mitolojik söylemde ise Medusa ve Antigone hikâyeleri Irigaray'ın önemle üzerinde durduğu hikâyeler oldu.
Irigaray'a göre, Batılı feminist düşünce genel anlamda aydınlanmanın bir mirasçısı ya da onun ürünüydü. Iragaray tam bu noktada aydınlanmayı değerlerinin kadının yönelimleri için uygulanamayacağı itirazını geliştirdi. Aydınlanma; aklın ve akılcılığın egemen olduğu, akılcı olmayan ögelerinse yadsındığı ya da bastırıldığı, akıldışının denetim altına alınıp güdümlenmeye ve dahası yok edilmeye yönelindiği bir dönemin olarak tanımladı. Burada bahsedilen akıl Iragaray için tartışmasız bir şekilde eril bir akıldı.
ERKEK AKIL
Erkek akıl bütün Batı kültürünün tekcinsiyetliliğinin hem nedeniydi hem de kendisi bu kültürün bir ürünüydü; kadın bu kültürde erkekten eksik ve aşağıda olandı. Tarafsız ve nötr bir bölge söz konusu değildi bu dünya içerisinde, öyle ki tamamen tarafsız ve cinsiyetsiz olduğu hiç sorgusuz kabul edilmiş olan felsefe ve bilim gibi alanlarda bile cinsiyetcilik hakimdi. Bunun nedeni Irigaray'a göre, mevcut her şeyin erkek öznenin söylemine göre üretilmiş ve erkek akla göre düzenlenmiş olmasından dolayıydı. Kadınların eleştirisiz doğrudan bu düzen içerisinde aldıkları konumlar da kaçınılmaz bir şekilde erkek öznelik konumlarıydı.
Irigaray rasyonelliği bu bağlamda sorgulamakla birlikte, dişilin akıldışılığı (irrasyonelliği) türünde yönelimlerede rağbet etmedi. Erkek akıl, belli bir yapıdaydı ve bu yapı özdeşlik ilkesi üzerine kuruluydu. Her şeyin ya öyle ya da böyle olmasını dayatan ve doğa/zihin, nesne/özne gibi karşıtlıklarla işleyen bir yapıydı. Bu noktada Irigaray, birçok kez yapılmış olan, rasyonelliği erillikle irrasyonelliği ise dişillikle birlikte tanımlama girişimlerini benimsemedi; burada bir tuzak olduğunu belirtti. Rasyonelliğin erilliği belirtilirken, Irigaray bunu mevcut akıl dizgesi içinde temellendirmekte ve bu dizgenin de hem dişili ve hem de akıldışını bastırmaya yönelmiş olduğundan hareket etti. Bu girişim yeni ve daha uygun bir kavramsallaştırma arayışının ürünü olarak tasarladı.
Irigaray ayrıca Marksist düşünce tarzının da eleştirisine yöneldi. Ekonomiye yapılan vurgunun, kadının simgesel düzendeki durumunu gözden gizlediğini belirtti. Kadının durumundaki değişiklik temelde Irigaray'a göre dişil bir simgesellik yaratmaktan geçmekteydi.
Irigaray eleştirel bir şekilde psikanaliz ile ilişkilendi. Freud'un ve Lacan'ın kuramlarından yararlandı ve onları değerlendirdi, ancak bu iki isim ve dolayısıyla psikanaliz disiplini de onun genel eleştirilerinden tamamen kurtulamadı. Ona göre psikanaliz, onunla hesaplaşılmadığı sürece fallusmerkezciliği üretmekten başka bir şey yapmadı. Bununla birlikte Irigaray psikanalizin önemli bir eleştiri potansiyelini beraberinde getirdiğini düşündü. Ancak psikanaliz kadın bakışından yeniden değerlendirilmeye sokulmalıydı. Irigaray buna yöneldi ve bir anlamda çalışmaları kültürün, düşüncenin, felsefenin psikanalizini gerçekleştirdi-yani bilinçdışını ortaya serdi.
Batılı felsefe ya da psikanaliz ya da öteki düşünsel söylemler cinsiyetçiydi ve erkek olarak adlandırılan tek bir cinsin egemenliğindeydi. Biyolojik anlamda kadının bu dizgede yer alması bu sorunu ortadan kaldırmayarak tam aksine meselenin daha da karmaşıklaşmasını sebep oldu. Çünkü kadın burada eksik erkek olarak yer aldı. Egemen kültür özdeşlik, mantıksallık ve rasyonelik projeleri bakımından simgesel olarak tamamen erildi ve kadın bu simgeselleştirmede bir yokluk, bir eksiklik ve hatta simgeselleştirilemeyen bir kalıntı olarak işlem gördü.
Irigaray, bu yönde değerlendirmeleri bağlamında anne-kız ilişkilerini simgeselleşmemiş ilişkiler olarak önemle ele aldı; bunun üzerinden kadınlık konumları üzerine çözümlemeler geliştirdi. Örneğin Irigaray kadınların, içlerinde kendilerini yitirecekleri ilişkilere girmeye eğilimli oldukları yönündeki saptamayı kabul etti; ancak bunun nedeninin simgeselleştirilmemiş anne-kız ilişkisiyle ilgili olduğunu belirtti. Bütün bu ilişkiler ağı ve içine doğulan simgesel düzen, kadınları, toplumun ve kültürün zorunlu kabul edicisi, savunucusu ve taşıyıcısı durumuna getirdi.
Irigaray'a göre kadınlar yeni bir dile sahip olmak zorundaydı. "Kadın gibi konuşmak" ile "kadın olarak konuşmak" arasında kesin bir ayrım yapan Irigaray, bunlardan ikincisini mevcut durum içerisinde hem bir bir psikolojik konumlanışı hem de toplumsal bir konumlanışı işaret ettiğini belirtti. Bundan farklı olarak kadın gibi konuşmaksa anlamın anlaşılmazlığına ve çoğulluğuna, doğruluk ve bilginin kontrol edilemezliğine, perspektif çoğulluğuna açık olmak anlamına gelmekteydi, yani 'erkek dil'in her zaman engellemeye, ortadan kaldırmaya, bastırmaya yöneldiği nitelikler. Kadın gibi konuşmak bu durumda biyolojik anlamda kadın ya da erkek olmakla ilgili değildi artık; örneğin, kadın olarak konuşan kadın gerçekte eril bir konum içinde konuşabileceği gibi, kadın gibi konuşan bir erkek dişil bir konumdan konuşuyor olabilirdi. Nietzsche, Hegel, Immanuel Levinas, Jacques Derrida gibi düşünürlerin dişil kimliklere sahip olduklarını örnek olarak belirtti. Bu bakımdan Irigaray, Cixous ve Kristeva'dan farklı bir yol izleyerek onları eril yazarların (Mallermé, Joyce gibi) dişil ögeler taşıyan yazıları üzerinden çözümlemeye gitti. Bunlarla birlikte, Irigaray'ın özne olarak kadın formülasyonu, yalnızca dilsel bir dişillik üretimi değildi; aksine O, bu öznenin, toplumsal pratikler düzleminde de temellendirilmesi gerektiğini belirtti. Kadın özne yeni bir toplumsal, siyasal, dilsel kuruluş ya da kurgu ile gerçekleşecekti.