Şevket Akıncı 30. sanat yılını kutladı

Sadece caz çalmak gibi bir sorumluluğunun olmadığını dile getiren sanatçı, dinlediklerini “fikir havuzunda” biriktirdiğini söylüyor.

Orhun Atmış

Borusan Sanat, mayıs ayını bu akşam saat 21.00’de Borusan Müzik Evi’ndeki Şevket Akıncı konseriyle karşılıyor. Bu yıl 50. yaşını ve 30. sanat yılını kutlayan Akıncı, özel bir programla sahnede olacak.

Sanatçıya, bugüne kadar yolunun kesiştiği müzisyen dostları da eşlik edecek. Konserde, 2021’de Tarla Records tarafından yayımlanan “Dünyada Saat Kaç” ve 2017 yılında A.K. Müzik tarafından çıkarılan “Escher Chronicles” albümlerinden seçmeler izleyici ile buluşacak. Şevket Akıncı’yla konuştuk. 

‘RAMPAYI AŞTIM’

50. yaş ve 30. sanat yılınızı kutluyorsunuz bu yıl. Bu sayılar sizin için ne ifade diyor?

"Ne yaptım?" çok "Ne yapacağım?" sorusuna odaklandığım için pek geriye dönüp bakmam. Baktığımda da utanırım, pişmanlık duyarım keşke böyle değil de şöyle yapsaydım diye. Bu pişmanlık duygusu bir yandan daha fazla üretmem için bir motivasyon kaynağı. Bu konserle birlikte 30 hatta 30 küsür yılın geçtiğini öğrenince inanın ben de şaşırdım biraz. 'Az ünlü' kategorisine giren bir müzisyen olarak hemen hemen her albümüm ya da içinde yer aldığım proje hep kısıtlı bir dinleyici kitlesine ulaştı,  daha fazla insana ulaşmak isterdim, ama olmuyor, olmadı. Bunun için müzikle ilgisi olmayan bazı silahlarla donatılmış olmak lazım, imaj çalışması, reklam vs...gibi, o da yok bende. 50 yaşıma gelince, ruhum 20 yaşımdaki kadar heyecan ve merak dolu ama beden yorgun, rampayı aştı sanırım. "Neden hep hastayım, yorgunum" diye soruyorum kendime, eklem ağrıları, mide problemleri, baş dönmeleri falan, sonra farkettim ki hastalık değil yaşlanıyorum. Vücuduna pek iyi bakmamış biri olarak iki çocuğum için en azından daha özen göstermeliyim kendime.

‘HER TÜRÜ DİNLİYORUM’

Hem bu konseriniz hem de "Dünyada Saat Kaç?" albümünüz "kariyerinizin bir özeti" sözleriyle tanıtılıyor. Peki, kariyerinizin kısa bir özetini kelimelere nasıl dökersiniz?

Hep söylediğim bir şeydir: müzikal kararlarıma eşlik eden nedenlerin çünküsü yoktur. Seçim önce gelir neden ise sonra gelir. Kartezyen düşünce sistemine endekslenmiş zihinlerin böyle ucu açık durumlara maalesef pek tahammülleri yok. Her müzikal eylemi bir neden-sonuç ilişkisine hapsetmek isterler. Ve böyle olunca da, kişi, yaşayabileceklerini yaşayamadan bu mantıksal çerçeve içinde hapsolur ve yaşadıklarını kurutur. Berklee'de okuduğum için ve Caz armonisi öğrettiğim için sadece ve sadece caz çalmak gibi bir zorunluluğum yok. Berklee'ye gitmeden de önce her tür müzik ve stile ilgi duyuyordum. Gelgelelim  kendine geleni alan, ve gittiği yerde dönüşen caz da bugün postmodern diyebileceğimiz bir döneme girdi. Nik Bratsch, Jaga Jazzist, Troyka, Supersilent, Ceramic Dog, Bad Plus gibi grupları dinleyin. Cazın türsel tınısını başka tür ve formlara dahil ediyorlar. Kendi adıma, özgür doğaçlamadan, popüler müziğe, yeni müzikten Gamelan müziğine her türü dinliyorum ve dinlediklerim kafamda bir fikir havuzunda birikiyor sanırım. Ve o fikir havuzu, ben yaş aldıkça, yeni müzikler dinledikçe iyice karmaşık bir hal alıyor. Spotify'a albüm yüklerken çok zorlanıyorum. Hangi kategorideyim gerçekten bilmiyorum.  Ve en sevdiğim sanatçılar da tek bir kategoriye girmeyen sanatçılar.   

‘YÖNLENDİRİLMİŞ BESTE’ 

Bu akşam Borusan Müzik Evi'ndeki konserinizi biraz anlatır mısınız? Seyirciyi nasıl bir konser bekliyor?

Çok kalabalık bir ekibiz, konuklarla 20 kişi. Son 10-15 yılda yolumun kesiştiği müzisyenleri biraraya getirdim. Escher Chronicles ve Dünyada Saat Kaç? albümlerimde yer alan parçalar dışında yeni parçaları da dahil ettim. Yazılı olanla doğaçlamayı harmanlayan birçok eser var. Yönlendirilmiş beste diye bir konsept üzerine çalışıyorum bir süredir. Aslında yeni bir fikir değil, Terry Riley ve Anthony Braxton daha önce yapmışlar bunu. Bazı parçalarda ben de kendime göre yöntemlerle yöneterek örgütlemeye çalışıyorum yazılı partisyon ve doğaçlamaları. Provalar uzun ve zorluklarla geçti ama çok denenmemiş bir şeyi de yapmak bu çabaya girmeyi ve riski göze almayı gerektirir. Epey heyecanlıyız. Umarım dinleyici de heyecanımızı paylaşır. 

‘ÜRETİM EKONOMİYE BAĞLI’

Dijitalleşmenin birçok konuda olduğu gibi müzik dinleme, konser izleme gibi alışkanlıkları da değiştirdiği günümüzde, siz konserlerinizde alışık olmadığınız görüntülerle karşılaşıyor musunuz? 

Son birkaç yılda Steve Jobs tarafından yayılan nesnelere tek iletişim ve yayma aracı gözüyle bakılıyor. iPhone’lar özellikle bizi dar ve içinde yalnız olduğumuz bir alana sıkıştırıyor değil mi? Toplantılar, doğum günleri kutlamaları, demeçler, hattâ zaman zaman konserler bile sanal bir ortamda yapılıyor. Birlikte yalnızız yani. Öyle bir hale gelindi ki sanki Steve Jobs kendisini insanlardan izole ettiren ne kadar eğilim, kompleks, patoloji varsa; bunları iPhone, iPod, Macbook vs.. gibi yarattığı nesnelerde cisimlendirmiş ve neredeyse tüm insanlığı bu nesnelere bağımlı kılarak; kişisel hayatında onu yalnızlığa iten, başa çıkamadığı sebeplerden intikam alırcasına; bu dünyadan çekip gitmiş; kendisinden daha uzun yaşayan bu nesneleri yaratarak kendisini değil yalnızlığını ölümsüzleştirmiş gibi. Müzik meraklılarının, satın alınan bir plağı dinlemek için müzik setinin etrafında toplaştığı günler geride kaldı. Bu imtiyaz bugün oldukça pahalı plakları satın alabilen bir azınlığa ait. Üretici ve tüketici tarafından yapılan estetik tercihler ekonomik koşullara çok bağlı artık. Müzisyen hâlâ çok pahalı bir üretim sürecinden geçebilir (stüdyo, müzisyen masrafları, konaklama, ulaşım, kayıt, miks, mastering masrafları vs...). Bunlar değişmedi. Gelgelelim tüketim artık bedava. 

Bu sanatsal üretimlere artık zahmetsizce ulaşan kitlenin o sanatsal ürüne biçtiği değer verdiği emek ile doğru orantılı olabilir. Ve müzik üretenlerin çoğu zahmetsizce tüketebilen bu kitlenin beklentilerini tatmin etmek üzere sanatsal tercihlerini değiştirmek zorunda hissediyor kendini. Çok geçmişte değil; 1980’li, 1990’lı yıllarda bir kaset alınıp bitene kadar –albümün “vasat” sayılabilecek şarkıları bile– dinlenirken (ki dinleyici ancak bu şekilde gerçekten sanatçıyı ve müziğini özümseyebilir); bugün çoğu insan bir sanatçının külliyatını “indirerek”, onu özümsediği yanılsamasına kapılabiliyor. (Örneğin bir Miles Davis külliyatını orasından burasından dinleyerek, yüzde kaçına hâkim olunduğu dikkate alınmadan, onun “özümseniverdiği” düşünülebiliyor ve tecrübenin niteliği sorgulanmadan sanatçı hakkında kanaat sahibi olunabiliyor.) Kültür yaymanın ve almanın, uzun zamana yayılan bir emek gerektirdiğinden habersiz genç bir çoğunluk ise (verilenle yetinip düşünme işinin bir otoriteye bırakıldığı sisteme alışık olduğundan) müzik dinleme işinin entelektüel ve fiziksel emekle bağlantısını kuramıyor. Plak şirketlerinin yavaş yavaş ortadan kalkmasıyla; CD, kaset, plak üreticisi ile dinleyici/müşteri arasındaki ara meslekler de yok oluyor. Müziği üreten kişi artık hem toptancı, hem satıcı, hem hamal, hem reklamcı, hem de halkla ilişkiler sorumlusu haline geliyor. Ama en çok da reklamcı görevi ile kendi imajını satıyor. İmaj eskiden içeriğe yönlendiren bir vitrinken, bugün çoğu zaman Instagram, Facebook, YouTube (YouTuber, Influencer) gibi sitelerde sadece yüzeysel, içeriksiz bir gösterge haline gelmekte... 

Doğallık, içtenlik gibi nitelikler bile bu vitrinlerde sergilendiğinde, kişinin imajına yapışan gerçekle bağdaşmayan bir personaya, sanal ortamda doğal olmayan reflekslere yansımakta. Böyle bir ortamda reklamını yapmaya kalkan müzisyenin kendini bu sunilikten sıyırması oldukça güçleşiyor. Yazar Andreas Huyssen, “Sanat eserlerinin metaya dönüşmesi ve bu şekilde alımlanması gibi, tüketim toplumunda metanın kendisi de imgeye, temsile ve gösteriye dönüşmüştür. Kullanım değerinin yerini ambalaj ve tanıtım almıştır. Sanatın metalaşmasının sonu, metanın estetize edilmesidir,” diyor.39 Yani Instagram paylaşımlarında sanat değil onun tanıtımı, hattâ tanıtımın niteliği paylaşılıyor ve onaylanması isteniyor; tanıtım, sanat haline geliyor. Ve tüm bunlar tüketim hızını daima artırmak isteyen kapitalist sistemin sınırları dahilinde yapılıyor. Instagram’ın bir dakikalık zaman kısıtlamasına uyarak müzik paylaşımları yapılıyor. Bir dakikalık müzikler. Hattâ daha da ileriye gidilerek, bu bir dakika, 15 saniyelik hikâyelere dönüşüyor ve bunların yalnızca 2-3 saniyesine bakılarak geçiliyor. Kompakt bir şekilde, hayal edilen tüm imgeler, tüm çağrışımlar, kişiye ilham verenler, kişinin tüm birikimi; en çarpıcı biçimde, en alımlı biçimde öze indirgenerek 2-3 saniye içinde sunuluyor, buna mecbur kalınıyor. 

Hız ile hazzın ilişkisi büyük oranda değişmiş durumda. Televizyon da çok farklı değil. Örneğin çocukların izlediği çizgi filmlere bakıldığında bir planın nadiren 2-3 saniyeden fazla sürdüğü görülüyor. Oysa örneğin Heidi çizgi filmi düşünüldüğünde, onun merdivenleri tek tek indiği ve bu inişin 10 saniye kadar sürdüğü –yani gerçek zamanda olduğu gibi– zamanlar çok da uzakta değil. Yeni çizgi filmlerin, duyuları yeni bir tempoya alıştırmaktan başka bir işlevi varsa; o da sürekli törpülenmenin, bireysel direnişin –durmadan– kırılmasının bu toplumda yaşamanın koşulu olduğuna ilişkin bir dersi herkesin beynine kazımak. Bu durum, özgür paylaşım kisvesi altında, tüketim hızını kontrol altına alan sistemin; müzik, sinema gibi zamansal sanatları baskı altına aldığının da bir göstergesi oluyor. Mevcut teknoloji, çoğu yerde, kültürü imaj ve reklama dönüştüren bir yapıya sahip artık. Yeni teknolojik cihazları kullanan insan sayısı giderek çoğalıyor ve insanlar artık yüz yüze, doğrudan temas etmeden, birbirlerinden kopuk bir biçimde iletişim kuruyor. Yaşamla ilgili hemen her konuda ve her alanda her şeyin geleneksel işlevi akıllı icatlar yoluyla canlandırılmaya çalışılıyor. (Örneğin YouTube, sanal bir konser salonuna; iTunes, Spotify veya Deezer sanal bir medyateke dönüşmüş vaziyette.) Müziğin gerçekten dinlenebileceği yerler konser salonları ve bazen klipler oluyor. (Tabii bunlar da giderek birer vitrine dönüşüyor.) 

Caz festivallerinde yaşanan tecrübelerin bile içi boşalıyor, konser salonları dinlediği müzikten çok, o müziği dinlerkenki halini seven insanlarla doluyor. Kültür endüstrisinin vaatleri ve yaşama anlamlı bir açıklama getirebilmek için sunabildikleri azaldıkça, yaydığı ideolojinin de içi boşalıyor. Toplumun uyumluluğu ve iyilikseverliği gibi soyut idealler bile evrensel reklam çağında fazlasıyla somut sayılıyor. Soyutlamayı doğrudan bir reklam aygıtı olarak tanımlamak öğretiliyor. (Örneğin Coca Cola ve mutluluk; banka ve huzur...) Salt hakikate dayanan bir dil, insanın aslında peşinde olduğu ticarî amaca bir an önce varmak için duyduğu sabırsızlığı artıyor. Araçsal olmayan söz anlamsız sayılıyor, kurgu (montaj) olan diğerleri ise gerçek dışı. Değer yargıları ya reklam ya da boş laf olarak algılanıyor. Ama bu yolla bağlayıcılıktan uzak bir belirsizliğe bürünen ideoloji, ne saydamlaşıyor ne de zayıflıyor. İdeolojinin tam da bu belirsizliği, doğrulanmayan şeylere bağlanmak konusunda gösterdiği yarı bilimsel isteksizlik, bir tahakküm aracı olarak işlev görüyor. Kültür kendini, özel ve toplumsal alanda yararı su götürmez bir eşantiyon biçiminde sunduğu için, alınması da bir fırsata dönüşüyor. Bir şeyler kaçırırım korkusu izdihama yol açıyor. Tam olarak neyin olup bittiği ise karanlıkta; öyle bir sistem kurulmuş ki yalnızca olayların dışında kalmayanların fırsatı yakalama şansı var. Faşizm ise, kültür endüstrisinin eğittiği bu hediye avcılarını, zorla dayattığı yoldaşlık bünyesinde örgütlemeyi umuyor. 

Kültür çelişkili bir meta. Değiş tokuş yasasına o kadar bağlı ki değiştirilemez; kullanım sırasında öyle körü körüne tüketilir ki kullanılamaz hale gelir ve reklamla kaynaşıp kaybolur. Yaşamın kültür endüstrisi olmadan da devam edeceği çok açık, çünkü kültür endüstrisinin tüketicide yarattığı doygunluk ve ilgisizlik çok fazla. Bu duruma karşın endüstrinin kendi kendine yapacağı fazla bir şey yok gibi. Reklam, kültür endüstrisinin vazgeçilmezi. Ancak son yıllarda, birçok durumda, reklamın kendisi, tanıttığı kültürel ürünün içeriği ve varsa işlevinden daha kalıcı hale geldi. Rekabetçi toplumda reklam, alıcıya pazarda yol göstermek gibi bir hizmet görüyor; tercih yapılmasını kolaylaştırıyor, bilinmeyen ama diğerlerine göre daha iyi bir performans sergileyen üreticilerin mallarını ilgili tüketiciye satabilmelerine yardımcı oluyordu. Zamana mal olmak şöyle dursun, zamandan tasarruf sağlardı. Günümüzde ise reklamın arkasında sistemin egemenliği gizlenmekte. Bu durum, albüm reklamları için de geçerli. Sorunuza gelirsek, dinleyecinin gerçekten müzikle bağ kurabildiği yegane zaman ve mekan konser mekanı ve zamanı olabiliyor.