Hasan Öztoprak’tan ‘Hayat Sokağı’

Hasan Öztoprak, gerçek arkadaşlıkları, yürek yakan aşkları, ihanetleri, kavuşmaları ve ayrılıkları anlattığı yeni romanı Hayat Sokağı’nda (Remzi Kitabevi), 70’lerin İstanbulu’nun doğduğu ve ilk gençliğini geçirdiği Balat semtinde yaşayan sıradan insanları ve o yılların panoramasını gözler önüne seriyor. Kimi trajik kimi komik hikâyelere, yaşama tutunmanın yollarını arayan kahramanların yaşamlarına tanık ediyor. Hayat Sokağı, taklacı güvercinlerin, haşin kedilerin, miskin köpeklerin, dilsiz kaldırımların, naftalin kokulu odaların, ortaya saçılmış sırların romanı.

Özlem İşbilir

Hayat Sokağı, Hasan Öztoprak’ın altıncı romanı. Yazar, bu romanında doğduğu ve ilk gençliğini geçirdiği, İstanbul’un son zamanlardaki popüler semtlerinden olan Balat’tın yetmişli yıllardaki yaşantısını hikâye etmiş, oradan insan manzaraları anlatmış. Öztoprak’la yeni romanını ve genel olarak romana bakışını konuştuk.

BÜYÜLÜ, TOPLUMCU, SÜRREALİST!

- Yeni romanınız Hayat Sokağı’rda (Remzi Kitabevi) 70’li yılların Balat’ını, aşklarını, ayrılıklarını, kavgalarını, kadınını ve erkeğini, esnafını, kısacası yaşama tutunmak isteyen sıradan insanları ve hatta hayvanlarını bazen büyülü, şiirsel bir dille bazen de yalın bir dille anlatıyorsunuz.

Bu anlatımı seçmenizdeki nedeni açıklar mısınız?

Açıkçası bir romana başlarken, şöyle olsun, böyle olsun, işte şöyle bir teknikle yazayım diye düşünmem, bunu düşünmeyi de kısıtlayıcı bulurum. Hikâye kendi yolunu çizer, kendi tarzını bulur diyenlerdenim ben.

Dolayısıyla böyle bir seçimim olmadı, olmadığı için de çok kahramanlı ve çok katmanlı bu romanda her kahraman kendi tarzını belirledi.

Kahramanın sıradanlığı ya da olağanüstülüğü tarzını belirledi de diyebilirim. Bazen katı bir gerçeklikle anlatıldı hikâye, bazen büyülü, bazen de toplumcu ya da sürrealist bir yol benimsenmiş oldu.

Bu açıdan tıpkı eski bir İstanbul mahallesinde olduğu gibi çok renkli, teknik açıdan da eklektik bir roman oldu ve dediğin gibi hayata, insana, kuşa, kediye dair ne varsa o var Hayat Sokağı’nda da.

- Doğma büyüme Balatlı olduğunuzu biliyorum. Romanı okurken insan düşünmeden edemiyor; böylesine içselleştirilmiş hikâyeler yaşanmadan yazılabilir mi?

Kitabın başında da açıkladım bunu, gerçek olaylardan ve karakterlerden esinlendiğim doğrudur ama tam olarak bunlar yaşandı mı diye sorarsan yanıtım hayır olacak. Balat’ta doğup büyüdüğüm doğru, hikâyelerin geçtiği mekân da -her ne kadar Balat’ta Hayat Sokağı adında bir sokak olmasa da- orası. Ama bu roman sadece Balat’ı anlatıyor dersek bence yanılmış oluruz.

Sanırım 60’lı 70’li yıllarda yaşamış çoğu kişi kendi mahalle yaşantısını görecek ve benzer hikâyelere tanıklık ettiğini düşünecektir. Doğrusu ben romanımın gerçeklik hissi vermesinden memnunum, bunu hangi yazar istemez ki. Zaten bir yazarın, özellikle kurgucunun yazarken bütün uğraşının bu olması gerekir yani sahici bir hissin okuyucuya geçmesi…

‘KALIP YARGILARLA HAREKET EDERSENİZ YERELDE KALIRSINIZ!’

- Ben de tam bunu soracaktım, anlattığın hikayeler yerelden kalkıyor ama evrensel olanla buluşuyor, yani olması gerektiği gibi. Zaman olarak da tarihsel açıdan kendi zaman dilimini aydınlatıyor ama bugüne de ışık tutuyor.

Bu açıdan anlattığın hikâyeler bir tür İstanbul hatta Türkiye panoraması çiziyor diyebilir miyiz? Ben de bir ‘Balat/İstanbul romanı’ olarak başladım okumaya bir ‘Türkiye romanı’ olarak bitirdim…

İnsana dair anlatılan hikayelerde acısıyla tatlısıyla bir insanlık durumunu ele almışsanız her ne kadar yerel bir hikâye anlatmış olursanız olun evrensele uzanırsınız, bu da sizi romancı yapan şeydir. Meselâ, Yaşar Kemal’in İnce Memed’i bu yüzden bir dünya romanıdır, Tanpınar’ın Huzur’u da öyle…

Kalıp yargılarla, genellemelerle hareket edip romanınızı buna göre kurarsanız yerellik batağına saplanır kalırsınız. Bir romancı her ne kadar yerel bir hikâye anlatsa da insanlığın geçmiş bütün hatırasının bilinciyle kurmalı hikâyesini, böyle bir farkındalığa sahip olmalıdır.

Tiplemeler yapmak yerine kahramanlarını şahsileştirmeli, klişeden kaçınmalıdır. Bunu başardığınızda romanın zamanıyla kendi zamanınız arasında sıkışıp kalmaz, daha çok da romanın zamanına mahkûm olmazsınız.

Böylece sıkıcılıktan da kurtulmuş olursunuz. Bugün hâlâ keyifle okunan geçen yüzyılların romanlarının tamamı kendi zamanlarının ötesinde eserler oldukları için böyledir. Kalıcı olmanın da tek yolu budur. Her romancı bunu ister, istemeli.

- Hayat Sokağı kurgusal olarak da diğer romanlarınızdan oldukça farklı. Bu nasıl gelişti?

Konu olarak pek benzeri olmayan demek doğru olmaz. Benzer konuları, sözgelimi Latife Tekin, Metin Kaçan gibi yazarlar da ele aldılar. Onlar olmasaydı belki de ben bu romanı yazamazdım.

Tabii ki her anlatım biriciktir. Aynı konuları ele alsanız, aynı temalar etrafında dolaşsanız da yazarları üslupları birbirinden ayırır. Bu romanı henüz tam olarak tasarlamadan yıllar önce kafamda dolaştırırken, bir gün doğduğum büyüdüğüm semti yazacağım demiştim.

Sonra yine yıllar önce böyle bir romanın ancak çok kahramanlı bir roman olacağını da sezmiştim. Ama nasıl yapacağımı bilmiyordum. İşte o zaman Binbir Gece Masalları ve Nazım’ın Memleketimden İnsan Manzaraları imdadıma yetişti.

Çok kahramanlı bir yapı kurabilirdim pek ala, kahramanlar başka bir hikâyenin alt kahramanı hatta tipiyken başka bir hikâyenin baş kahramanı olabilirdi. Öyle de yaptım. Umarım düşündüğümü gerçekleştirebilmişimdir.

- Tek bir anlatıcıya bağlı kalmayıp metin boyunca farklı anlatıcılar çıkarıyorsunuz okuyucunun karşısına. Bu, yazım aşamasında sizi zorladı mı?

Romanı yazmaya başladığımda birinci tekil kişinin bakış açısıyla anlatmayı tercih etmiştim, herhangi bir anlatıya başlamadan önce bu seçimi yapmak önemli, arada karar değiştirirseniz benim gibi kabuslar görmeye başlarsınız.

Ama ben kabaca romanı bitirdikten sonra, editörümün kimi eleştirileri üzerine bir karar vererek anlatı dilini değiştirip üçüncü tekile döndüm. Ortaya çıkan sorunların kaynağı ilk tercih ettiğim anlatı biçimi diye düşündüm, iyi ki de öyle yapmışım.

Çok katmanlı yapıyı kurmam, hikâyeden hikâyeye geçmem bu sayede daha kolay oldu. Sanırım bu bir parça okuma rahatlığı da sağladı.

Romanda kimi farklı anlatıcılar olsa da yazarın ‘tanrısal’ egemenliği onların üzerinde hep kendini hissettiriyor bana kalırsa.

Metinde zaman zaman şiirsel bir dille yazılmış masalsı ve mistik anlatımlar da görüyoruz. Burada şair yanınız devreye girmiş sanırım.

Her ne kadar uzun zamandır (ilk romanımın yayımlanmasından bu yana yirmi yıl geçti) roman yazsam da şair kimliğimi (ne kadarsa artık) hiç unutmadım.

Eskisi kadar çok yazamasam da hâlâ şiir yazıyorum, açıkçası şiirle işim henüz bitmedi, son sözümü henüz söylemedim. Dolayısıyla yazdıklarıma şiirin sızıyor olması bu yüzdendir.

Bu roman özelinde ise, o hayatlar zaten şiir gibi yaşandı ve de bir masal aleminde gibiydik hep. Böyle olmaktan başka çaresi yoktu bu romanın.

“12 EYLÜL TRAVMASI HÂLÂ SÜRÜYOR”

- Siyasi bir roman olmamakla birlikte kitapta 12 Eylül Darbesi’nden ve darbe öncesi siyasi ortamdan da bahsediyorsunuz. Bu da Devamı Hayat ve Hakikatin Ölümü adlı kitaplarınızla ortak bir nokta oluşturuyor.

12 Eylül darbesi, kurgusal dünyanızı da bir o kadar etkilemiş diyebilir miyiz?

Hemen daha baştan bu romanın bir 12 Eylül romanı olmadığını söyleyerek işe başlayayım. Sizin de belirttiğiniz gibi darbeyi konu alan iki roman yazdım ve bu iki roman yeterince ilgi görüp biri üniversite ders kitaplarına da girdiğine göre bu konudaki görevimi yerine getirdim sayılır. Kaldı ki Hakikatin Ölümü filme de aktarılma aşamasında…

Ama bir yanıyla da 12 Eylül’e giden süreci az çok ele alıyor Hayat Sokağı. Ancak bunu bir iddia olarak söylemiyorum, bunu benden daha iyi yapan romancılar var, ben insanların hayatlarından hikâyeler devşirirken, anlatının gereği kadar giriyorum bu meseleye ve kahramanlarımı salt insan yönüyle ele alıyorum, iyiyi ve kötüyü ayırt etmeden, politik olanla olmayanı ayrıştırmadan ve ötekileştirmeden.

Hayat Sokağı’nı bir bakıma Devamı Hayat’ın spin-off’u olarak da görebilirsiniz. Bu bağlamdan bakarsak tespitin doğru da olabilir. 12 Eylül’ün ruhumuzda açtığı travmalardan tam olarak kurtulabildiğimizi söyleyemem.

12 Eylül Anayasası tam olarak ortadan kalkmadığına ve 12 Eylül’ün kimi kurumları varlığını sürdürdüğüne göre 12 Eylül’ün hükmünün hâlâ geçerli olduğunu da söyleyebiliriz. 12 Eylül’le hesaplaşmamızı tam olarak yapmış değiliz, bu da travmanın da sürdüğünü gösterir.

- Dönemin sosyal ve kültürel yapısının romanın kurgusu ve karakterleri üzerindeki etkisini nasıl açıklarsınız?

Bu ilginç bir soru ama benim cevaplayabileceğim bir soru mu bilmiyorum. Herhangi bir anlatıda (roman, öykü ya da film olsun) yarattığınız karakterlerin tarihsel bağlamın içinde olmasını istersiniz, o zamanın sosyalitesini yansıtmasını, yapıp ettiklerinin o zamana ait edimler olmasını, dilinin ve diğer kültürel varoluşların o zaman diliminin özelliklerini taşımasını…

Tersi kahramanlarınızı yapaylaştırır, ete kemiğe bürünmesinin önüne geçer. Karakteriniz, ‘orada olarak bugüne’ seslenebilirse bugünün bireyi tarafından yadırganmaz, benimsenir ve kalıcılaşır. Umarım ben de bu dediklerimi yapabilmişimdir.

- Kitapta insanlar kadar kahramanlaştırdığınız hayvanlar da çokça yer almakta. Hayvanlarla olan ilişkiler yüz yüze deneyim üzerinden çarpıcı bir şekilde öne çıkıyor.

Evet. Hayat Sokağı insanlar kadar hayvanların da romanı. Kediler (Kırbaç vb.), köpekler (Beyzade ve Karamba), papağanlar (Kibar ve Barbar), güvercinler ve diğerleri… hepsi de gerçekten benim de yakından deneyimlediğim ilişkiler ve bu ilişkiler üzerinden kurgunun bir parçası oldular.

Bu romanda, tıpkı kadın şiddeti, ayrımcılık ve uyuşturucunun mahvettiği hayatlar gibi hayvanlara yapılan eziyetlerin de altını çizmek, hepsini kurgunun bir parçası haline getirmek istedim.

Hayat Sokağı / Hasan Öztoprak / Remzi Kitabevi / 200 s. / 2023.