‘Dünya Edebiyatı Üzerine Diyaloglar’
Çağdaş edebiyatımızın usta kalemlerinden Ayfer Tunç ve Murat Gülsoy’un 2013’ten bu yana Diyaloglar adı altında gerçekleştirdikleri edebiyatseverlerin büyük ilgiyle takip ettiği buluşmaların video kayıtlarından derlenerek hazırlanan ve Can Yayınları tarafından yayımlanan Dünya Edebiyatı Üzerine Diyaloglar (Can. Yayınları); farklı coğrafyaların ve zamanların edebiyatlarıyla sanata, teknolojiye, tarihe, günümüzden geleceğe bir köprü oluşturarak kendini çoğaltan kaynak bir metin. Ayfer Tunç ve Murat Gülsoy’la “iki kişilik bir çalıştay” olarak niteledikleri Dünya Edebiyatı Üzerine Diyaloglar’ı konuştuk, dirsek temaslarının, düşün fırtınalarının izini sürdük.
Gamze Akdemir / Cumhuriyet Kitap Eki
Soldaki fotoğraf: MUHSİN AKGÜN / Sağdaki fotoğraf: EMRE YUNUSOĞLU
Çağdaş edebiyatımızın usta kalemlerinden Ayfer Tunç ve Murat Gülsoy’un 2013’ten bu yana Diyaloglar adı altında gerçekleştirdikleri edebiyatseverlerin büyük ilgiyle takip ettiği buluşmaların video kayıtlarından derlenerek hazırlanan ve Can Yayınları tarafından yayımlanan Dünya Edebiyatı Üzerine Diyaloglar; farklı coğrafyaların ve zamanların edebiyatlarıyla sanata, teknolojiye, tarihe, günümüzden geleceğe bir köprü oluşturarak kendini çoğaltan kaynak bir metin.
Kitapta yer verilen yapıt ve yazarlar şöyle: Uzak Yıldız (Roberto Bolaño), Felaketzedeler Evi (Guillermo Rosales), Beton (Thomas Bernhard), Kör Baykuş (Sâdık Hidâyet), Mahcubiyet ve Haysiyet (Dag Solstad), Su Kürü (Sophie Mackintosh), Vejetaryen (Han Kang), Doppler (Erlend Loe), Kızıl Veba (Jack London), Kâğıt Ev (Carlos María Domínguez).
“Diyaloglar dizisine başladığımızda önceliği bizi biz yapan yazarlara verdik. Ardından az bilinen başyapıtlar olarak nitelediğimiz bir diziyle devam ettik. Sonra edebiyatın genç kaynaklarına yöneldik. Dünya edebiyatından genç veya Türkçeye yeni çevrildiği için genç saydığımız yazarları mercek altına aldık.” diyen Ayfer Tunç ve Murat Gülsoy’la “iki kişilik bir çalıştay” olarak niteledikleri Diyaloglar’ı konuştuk, dirsek temaslarının, düşün fırtınalarının izini sürdük.
Bu arada Ayfer Tunç ve Murat Gülsoy’un Mihail Şişkin’in Mürekkep Lekesi’ni konu edecekleri ilk canlı diyaloglarını 5 Kasım’da, Boğaziçi Üniversitesi Uçak Savar Kampüsü Ayhan Şahenk Salonu’nda gerçekleştireceklerini ve katılmak isteyenlerin Boğaziçi Üniversitesi Nâzım Hikmet Kültür ve Sanat Araştırmaları Merkezi’nin web sitesine (https://nazimhikmetmerkezi.com/diyaloglar-murekkep-lekesi-mihail-siskin/) girerek bir rezervasyon yaptırmaları gerektiğini de önemli duyuralım.
Fotoğraf: EMRE YUNUSOĞLU
MURAT GÜLSOY: ‘YENİ YAZAR KEŞFETMEYİ ÖNCELİYORUZ’
- Yıllara varan Diyaloglar zincirinin nasıl başladığını anlatmanızı rica ederek başlayalım söyleşimize?
AYFER TUNÇ - Başlangıcı Açık Radyo ve İKSV’de yaptığımız UBOR-METENGA adlı hikâye çözümü programıydı. Çok ilgi görmüştü, iki sene kadar yaptık onu. Canlıydı, ciddi bir dinleyici kitlesi vardı. Sonra Murat’la ikimiz Aynalı Geçit’te devam ettik. Aynalı Geçit’teki küçük bir salondu.
Sonra Nâzım Hikmet Kültür ve Sanat Araştırma Merkezi bünyesinde başladık, Özel Saint-Michel Fransız Lisesi’nin büyük bir salonu vardı, her şey çok güzel gidiyordu fakat seyircimiz giderek arttı. Hatta bir etkinliğimizde seyircilerimiz salon kapasitesinin çok üzerine çıktı, giremeyenler oldu. Daha geniş bir yer bulmaya koyulduk ve Boğaziçi Üniversitesi’nde Ayhan Şahenk Anfisi’nde yapmaya başladık.
M.G- Evet, Diyaloglar’ın asıl başlangıç noktası Aynalı Geçit oldu. Bu vesileyle bütün o katkıda bulunan arkadaşlarımıza da tekrar teşekkür edelim.
- Tatlı tatlı konuşmalar, kimi zaman ayrı fikirlerde olmalar ama konuşmaların, diyalogların bütünü hep yapıcı. Salgının olumsuz etkilerinin de ters köşe yapıldığı bir platform Diyaloglar. Büyük bir açığı kapattığı, önemli bir ihtiyaca yanıt verdiği açık. Gördüğü büyük ilgi de bunun en önemli göstergesi. Devamı nasıl gelecek?
A.T.- Elbette bu yayınevinin kararı. Kitabın bir hafta içinde tükenmesi ve ikinci baskısının yapılması yayınevini cesaretlendirse de yayınevi yıllık programla çalıştığı için ikinci kitap bu seneye programlanmadı. Büyük ihtimalle gelecek yıla programlanabilir ki biz de ancak hazırlayabiliriz. Bir yandan birikiyor da tabi yaptıklarımız.
- Kaç yazar oldu, kaç program oldu?
A.T.- Sadece 2023’te 10. yıl olacağını söyleyebilirim.
M.G- Şu an Youtube’da 40 video bulunuyor.
A.T.- Teknik aksaklıklar nedeniyle videosu olmayanlar da var. Toplamda ortalama 50 video diyebiliriz.
- Klasik yazarlar, çağdaş yazarlar şeklinde tematik mi ilerleyeceksiniz yoksa karışık bir seçki şeklinde mi?
M.G- Çok bağlayıcı şeyler düşünmüyoruz. Şu andaki ruh durumumuz yeni yazar keşfetmek yönünde. Genç yazar keşfetmek, dünya edebiyatının farklı coğrafyalarından az bilinen ama konuşursak daha çok insanın okuyacağı, daha çok insanın dikkatini çekecek yazarları keşfetmek. Kişisel olarak da okumamın bana çok iyi geleceği yeni kitaplar.
Birçok klasik eseri, o ana kaynakları Aynalıgeçit’teki ilk tematik seride konuşmuştuk. Onun üzerine az bilinen başyapıtlar üzerine çalışmalar yaptık ki o da anlamlı ve verimli bir çalışmaydı. Kaybolup gitmiş kimi yazarların yapıtları bu sayede yeni baskılar yaptı. Özgen Ergüder’in yeniden yayımlanması gibi…
Fotoğraf: MUHSİN AKGÜN
AYFER TUNÇ: ‘DİJİTAL MECRA KİTAP DERGİLERİN YERİNİ ALMAYA BAŞLADI’
A.T.- Feyyaz Kayacan’ın tekrar baskısı, Fikret Ürgüp’ün tekrar gündeme gelmesi… Bruno Schultz’u da o bağlamda yapmıştık. Abdülhak Şinasi Hisar’ı yaptık sonra. Bu isimlere ilişkin yaptığımız konuşmaların kaydı yok maalesef. Onlar da çok etkili oldu hem okur üzerinde hem de bizim için.
Ama ben de Murat gibi düşünüyorum. Bilinen eserler üzerinde zaten sayısız kez yazılmış, konuşulmuş durumda. Bir de çok uzun süredir şöyle bir problem var; özellikle dijital mecranın kitap dergilerin de yerini almasıyla birlikte bir kerteriz noktası yok, bir pusula yok okurun seçimi için.
Bizim bulduğumuz bu birtakım yazarların okunması, gündeme getirilmesi okur için de bir aydınlanma oluyor. Çünkü değerli bir yazarı ıskalamamış oluyor. Meselâ Jenny Erpenbeck. Seneler önce ilk Helikopter Yayınları’ndan çıktığında okumuştum, daha sonra Can Yayınları’nca da yayımlandı. Murat’la onu da konuştuk.
- Bu başta okurlar için olmakla birlikte yazarlar ve araştırmacılar için de bir kaynak sağlamak bir yandan da.
A.T.- Evet, Murat, kendim için de arıyorum dedi ya ben de aynı kanıdayım. Yeni bir yazar keşfettim, yeni bir yazarla ilgili bilgi sahibi oldum mu onu paylaşmayı istiyorum.
TUNÇ: ‘EDEBİYATIN SEKTÖREL YANSIMALARI KADAR KÜLTÜR HAYATIMIZLA DA İLGİLİYİZ’
- Diyaloglar’ınızda önemli bir nokta da; her konuda aynı fikirde olmasanız da birbirinize yaklaşmanız. Sonra yazarların yaşamlarının yazınlarına nasıl yansıdığıyla çok ilgili olduğunuzu ve yazarların yazın yolculuklarında yaşadıkları sektörel sorunları da merkeze aldığınızı görüyoruz günümüzle izdüşümler kurarak.
Hem bu noktaları değerlendirmenizi hem de bu bağlamlarda kitaptaki isimleri neye göre belirlediğinizi anlatır mısınız? Çoğu iyi bilinen isimler. Kitap formatında mı bunu tercih ettiniz, kitapta yer alan isimleri nasıl belirlediniz?
A.T.- Aslında biri Kore, biri Şili, biri Kuzey Avrupa gibi genel coğrafi bir dağılım yapmak istedik. Önce 20 yazar civarındaydı sonra bazılarını başka bir kitap daha yaparsak oraya alırız diyerek eledik.
Tabi kitapların ilginçliği de önemliydi. Meselâ Han Kang’ın Vejetaryen’i bence çok ilginç, üzerine konuşmaya değecek bir kitaptı. Sonra ikinci kitabı yapacak olursak Benim Gibi Makineler’i (Ian McEvan) mutlaka alacağız meselâ.
M.G- Kesinlikle.
A.T.- Hem metin olarak hem biz üzerine çok doyurucu denli konuştuk yani ben Murat’ı dinlemekten de zevk alıyorum. O fikir yürütme aşamasında ayrıştığımız ve birleştiğimiz noktalar olması canlı ve gerçekçi kılıyor konuşmayı. Yoksa diğer türlü ders vermek gibi olurdu.
Bir de hani dediniz ya sektörel konuları da konuşuyorsunuz ve yaşamın hayatındaki ipuçlarından yola çıkıyorsunuz diye. Murat da ben de edebiyatın teknik bir şey olduğunu düşünmüyoruz, edebiyat hayattan çıkan bir şey.
Hele ki yazarın hayatındaki izleri eserinde bulmak beni yazar olarak çok heyecanlandırıyor çünkü o zaman kendi hayatımın da, gördüğüm başka hayatların da aslında bir tür sanat eseri olduğu fikrine daha çok yaklaşıyorum. Ham sanat eserleri onlar, her hayat aslında işlenmemiş bir sanat eseri gibi görülebilir duygusu veriyor bana.
Sektörle ilgili olarak da şunu söyleyebilirim çok önemli çünkü biz böyle “yazdı kitabını kenarda duruyor” tipinde insanlar değiliz çünkü edebiyatın sektörel yansımaları hem kendi edebiyatımızı etkiliyor hem de kültür hayatımızı etkiliyor. Kültür hayatımızla da ilgiliyiz.
Meselâ ben plastik sanatlarla, çağdaş sanatlarla çok ilgili değilim, istiyorum ama vakit bulamıyorum ama Murat o konuda çok daha yetkin, diğer sanat dallarıyla da çok iç içe. Geziyor, görüyor, yazıyor, aktarıyor. Bunları da konuştuğunuz zaman ülkenizin kültür hayatına da bir katkıda bulunmuş oluyorsunuz. Ona da dikkat çekiyoruz. Bunu bir eser bağlamında yapmak daha da güzel yoksa böyle bir kuru bir kitap üzerine konuşmaya döner.
GÜLSOY: ‘BİR KARAKTERİ OLAN KÜÇÜK YAYINEVLERİNİ DE GÜNDEME GETİRMEK İSTİYORUM’
M.G- Farklı fikirlerde olsanız da bir biçimde birbirinize yaklaşıyorsunuz dediniz. Sanırım bu ikimizin de bir biçimde kuşağımızla ve karakterimizle ilgili olan bir şey. Gençken edebiyat polemiklerini falan çok okurdum, izlerdim, daha bilinen yazarları tartışırken görürdüm ve kendime hep “sakın onlar gibi olma, onlara benzeme” derdim, bu duygu vardı.
Çünkü o dönem gözlediğim şuydu; son derece kemikleşen düşünceler yani her şeyi bilen adamlar! Genellikle de erkek yazarlardı. Hem kanaat önderi hem siyasi figür hem edebiyatçı hem yayıncı, her şey! Dolayısıyla bütün söylediklerini birbirini tamamlayacak ve bir sabit bir dünya görüşünü ifade edecek!
Bizim kuşak veya biz en azından öyle değiliz. Tabii ki fikirlerimiz var ama bunların tartışılabileceğini, değişebileceğini biliyoruz ve öğrenmeye de açık insanlarız. Bu süreçten zaten zevk alıyorum yoksa bir tane fikrim var beni böyle kabul edin, asla değişmeyeceğim dediğiniz zaman öyle kalakalırsınız zaten.
Bir de tabii 80’lerden, 90’lardan itibaren Ayfer de ben de hep yayıncılıkla da iç içe olduk. Masabaşında yetişmiş değiliz sonuçta. Zaten dergi sayesinde tanıştık, 10 yıl dergi çıkardım, Ayfer YKY’de Yayın Yönetmenliğine kadar birçok safhada çalıştı. Ben, Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi’nde 17 sene çalıştım gönüllü olarak.
Gerçekleri biliyoruz o yüzden o yazarları okurken de yazarları seçerken de ben mesela küçük ve iyi yayınevlerini de bulup çıkartmak istiyorum. Küçük yayınevini yaşatmak çok zor. Gerçekten yayıncılık deli işi yani hiçbir zaman para kazanamayacaksınız, hiçbir zaman belinizi doğrultamayacaksınız.
Büyük yayınevleri tamam zaten onlar iyi yazar basıyorlar doğal olarak onları da yapıyoruz tabi ama bir de Jaguar gibi, Siren gibi çok iyi kitapları gündeme getiren, bir karakteri olan yayınevleri var. Bir, buna da dikkat çekmeye çalışıyoruz; iki, çevirmenleri dikkatle inceliyoruz.
- Evet, çevirmenleri sıklıkla anıyorsunuz.
M.G- Kitap aslında çevirmenin de bir telif eseri bunu da unutmamak gerekiyor. Kötü çevirilerle büyümüş olduğumuz için bazen başıma geliyor; çocukken okuduğum bir kitabı bugün yeni çevirisiyle okuduğumda şaşırıyorum. O yüzden de bütün bunların konuşulduğu bir yapıda ilerliyoruz.
Ayrıca biraz da sürprizli olması önemli, onu seviyorum yani tamam şunları şunları konuşacağız ama bakalım laf nereye gidecek? Birdenbire gündeme dair bir konu açıyoruz.
Birdenbire sansür konusu meselâ şimdi gündemimize girebilir. Eğer yapıyorsak mutlaka o kitabın içindeki bu konuşla ilgili bir şeyi veya başka bir ülkedeki deneyimi konuşuyoruz tabi. Tıpkı salgın olduğu zaman onu konuşmamız gibi.
TUNÇ: ‘İYİ YAZAR BENDE YAZMA DUYGUSU UYANDIRIYOR!’
- Edebiyat ana vatanında bu yazarları okuduğunuzda, konuştuğunuzda, karşılıklı diyaloglara girdiğinizde, onların yaşamlarının yapıtlarına yansımalarını özümsediğinizde kendinizle, yazarlığınızla ilgili sorgulamalara giriştiğiniz de oldu mu? Sizde nasıl etkiler yarattılar, yaratmaya ediyorlar. Bir Bolano sizde ne yarattı? Thomas Bernhard’ı ki özellikle anmanızı rica ediyorum ki Ayfer’de sizde de önemli bir etkisi olduğunu biliyorum da, okuyorum da.
A.T.- Şunu söyleyebilirim iyi yazar bende yazma arzusu uyandırıyor. Dolayısıyla bir tür itici güç. Ve o yaratı dünyasını anlamaya çalışmayı önemsiyorum. Bu yazar bunu, böyle bir kurguyu nasıl yapmış, bu yapıya nereden varmış, hangi itki onu böyle bir dünya kurmaya yöneltmiş, neden dili bu kadar soğuk ya da sıcak, neden yapısında meselâ birtakım özellikleri geride bırakıyor ya da öne çıkarıyor?
Şimdi bunlar hakkında hem konuşmaya hem düşünmeye başladığınız zaman kendinize ders çıkarmış oluyorsunuz tabi. Çok önemli, kendi edebiyatınızı ilerleten bir şey bu. Hem Murat’ın hem benim yazdıklarımızda hep böyle bir yenilik arayışı, yeni bir anlatı tarzı arayışı vardır bu nedenle.
Kurguda da olabilir bu, dilin kendisinde de olabilir. Bu arayış aslında o büyük edebiyat aleminin içerisinde yüzmemizden kaynaklanıyor. O kadar çok liman var ki orada her uğradığımız limandan bir fikir, bir esinlenme alıyoruz. Bunu çok değerli buluyorum. Bunu kaybetmek istemem.
GÜLSOY: ‘AYFER İLE ASLINDA BİR ATÖLYE YAPIYORUZ. İKİ KİŞİLİK BİR ÇALIŞTAY GİBİ!’
M.G- Sistemli bir şekilde de okumuş oluyorsunuz çünkü zaten en azından ikinci kere okumuş oluyorsunuz. Sadece kitabı değil meselâ onunla ilgili erişebildiğimiz varsa başka kaynakları da okumaya çalışıyoruz, videolarını buluyoruz. Meselâ Thomas Bernhard videolarının hepsini seyretmek gibi..
Normalde her kitap için yapamayacağımız bir şey bu. Niye? Motivasyon şu; belki oradan bir malzeme çıkar, ilginç bir şey görürüz. Sophie Mcintosh’u yaptık, bir video izledim, orada bir filmle ilgili bir şey duydum ve onu izledim meselâ.
Böyle böyle aslında bir atölye yapıyoruz Ayfer ile. İki kişilik bir çalıştay gibi. Tüm bu süreç bizi etkiliyor, evet. Bir yazarı bekleyen en büyük tehlikedir nasırlaşması, bildiği dairenin içinde kalması. Aynı şeyleri yazmaya, söylemeye başlar ve bir süre sonra da içe doğru çökmeye başlar.
Bunu dergi çıkarırken de düşünüyordum bir sabit sayıyla kaldığınız zaman büyüyemezseniz, başkalarına ulaşamazsanız, kısır bir döngüye girersiniz. Sürekli geliştirmeniz lazım. Aynı şekilde kendi dünyaya bakışınızı da öyle ki onun için okuyoruz zaten.
İşte Zambra nasıl görmüş ya da Hidayet nasıl görmüş. Bakıyorsunuz coğrafya değişiyor, tarih de değişiyor, karakter değişiyor. Kimisi belli bir cinsiyet yöneliminin içinden bakıyor meselâ.
TUNÇ: ‘ALMANCADAN ÇEVİRİLERDE ÇOK ŞANSLI BİR ÜLKE OLDUK AMA ONLAR BİR KUŞAKTI!’
- Hepsini konuşmak isterim fakat Thomas Bernhard’ı anmadan edemeyeceğim sadece sizdeki değil kendimdeki etkilerinden ve diyaloglarınızdan bende yer edenler anlamında da özellikle sormak istiyorum.
Thomas Bernhard’ın hayata bakışındaki sertliği, hayatın ona sertliğini, yapıtlarının yaşamına yansıyan karanlığı burada da yorumlarsanız neler söylersiniz?
A.T.- Thomas Bernhard’ın ben bütün o iç dünyasındaki karanlığı, dalgalılığı, fırtınası bir yana dilindeki yapısından çok etkilenerek başladım. Böyle bir tekrar üslubu kullanan, aynı şeyi tekrar eden garip bir söylem var dilinde.
Dikkatimi çeken ilk şey oydu çünkü Thomas Bernhard’ın anlattığı şeyi pek çok yazar anlatıyor zaten ama onun anlatma biçimi beni çok etkiliyor.
Son derece elit bir yerden konuşuyor olması ve kendi toplumunu çok açık bir şekilde, hiçbir hamasete sapmadan ve Avusturya’ya hükmeden hatta Avusturya bağlamında Avrupa’nın büyük bir çoğunluğunun üzerinde gölgesi olan bir burjuva sınıfını hem elit hem acımasız hem güçlü bir yerden eleştiriyor olması beni çok etkiliyor.
M.G- Thomas Bernhard’ın beni etkileyen kısmı da o iç çatışmalarını bir tür kurmacalaştırmakla birlikte hep kendisi olmayı da başarması. Bu tabi bir seçim meselesi belli bir tarz edebiyat bu. Ama çok arada bir şey de yapıyor bir yandan. Şimdilerde bir ucu hani otobiyografide bir ucu kurmacada olan bir çizgide ilerliyor.
Bir de dil konusunda elini korkak alıştırmıyor. Onu da çok etkili buluyorum. Ama keşke Almancasını da okuyabilseydim, çok merak ettiğim biri. Bazı çeviriler ne kadar iyi olursa olsun mutlaka bir şeyler kayboluyordur ve bu tür yazarlarda da herhalde o imalar, ironiler birtakım anıştırmalar çok daha başka katmanlar ilave ediyor olabilir.
Çevirmenler kötü çevirdi anlamında söylemiyorum ama anadilinde okumayı isteyeceğim yazarlardan biri Thomas Bernhard.
A.T.- Kafka’nın Fransızcaya çevirisiyle ilgili Murat’la konuşmuştuk; 15 yıl kadar önce bir tartışma yaşandı bu konuda. Çünkü Kafka ironisi bilinmeyen bir yazar. Oğuz Atay gibi. Biz Türkçede Oğuz Atay’ı okuduğumuz zaman ne kadar ironik bir yazar olduğunu, her cümlesinin aslında çift kesen bir bıçak olduğunu biliyoruz ama bunu çevirmeye kalktığınızda acaba bu ironi ne kadar yansır?
Meselâ Kafka için böyle bir tartışma yaşanmıştı, Almancasının Fransızcaya çevrilirken bütün ironisini kaybettiği ve bu nedenle Fransızcada Kafka’nın yanlış tanındığına ilişkin bir tartışma yaşanmıştı. Sonra Kafka yeniden Fransızcaya çevrildi diye biliyorum.
Ama biz Almanca konusunda şanslı bir ülke olduk aslında. Kamuran Şipal çok iyi bir çevirmendi. Ahmet Cemal, Tevfik Turan, tüm Thomas Bernhard’ları çeviren Sezer Duru… Biz Almanca çeviri konusunda çok şanslı olduk ama bunlar bir kuşaktı.
Almanca çevirilerde aynı başarı bundan sonra da devam edecek mi bilemiyorum. Onlar bize Kafka’yı mükemmel çevirdiler, Thomas Bernhard’ı, Robert Musil’i aynı şekilde eşsiz çevirdiler. Şanslıydık.
Soldaki fotoğraf: MUHSİN AKGÜN / Sağdaki fotoğraf: EMRE YUNUSOĞLU
- Çeviri konusu çok çok önemli kuşkusuz. Biraz daha açalım mı? Bugün çeviri bağlamında dil ile mesafemiz, dil ile hukukumuza ilişkin neler söylersiniz?
M.G- Mesele biraz sektörün gelişimiyle ilgili. Eskiden yayıncılık, çeviri, editörlük daha el yordamıyla yapılıyordu. Şimdi tabi Türkiye’de yayıncılık büyük bir sektör haline geldi. Eskiden üretilen başlık sayısına baktığınızda meselâ muazzam bir artış var.
Ama sadece o değil büyük yayınevleri özellikle ki bunu bence başlatan da 90’lı yıllarda Yapı Kredi’nin özellikle profesyonel bir yapılanmaya gitmesi.. Hatırlıyorum bir sürü redaktöre para vermesi, çevirmeni her baskıda para ödemek o zamanlar için çok önemli adımlar atılmıştı, kitaplar doğru düzgün basılmaya başlanmıştı.
Eski kitaplara baktığınızda kimi zaman basıldığı tarih bile yazmaz. Çeviriler çevirmenden geldiği gibi basılır meselâ. Peki çevirmen ya atlamışsa, ya yanlış çevirmişse. Onu denetleyecek mutlaka bir redaktörün olması lazım sonra bir düzelti okuması…
Bütün bunlar 90’lardan sonra oturdu ve şimdi büyük yayınevleri de, yeni kurulmuş butik yayınevleri de artık yayıncılığın bu ilkelerine uyduğu için çeviriler de tabii daha eksiksiz, daha iyi çıkıyor.
Bir zamanlar yabancı dil bilen, işte kolej mezunu, bu işi sırf zevk için yapan insanlar belki çeviriyle uğraşıyordu ya da birtakım akademisyenler ya da para kazanmak isteyen dil bilen yazarlar yapıyordu.
Şimdi bu tabi değişti. Üniversiteler var. Dil üzerine, çeviri üzerine bir literatür de oluştu, büyük bir çalışma alanı da açıldı. Mütercim tercümanlık bölümleri var, onların yaptığı birçok çalışma var.
Ben bir tanesine katılmıştım meselâ; Cunda’da Harvard’la bizim üniversitenin düzenlediği bir program vardı. Yıllar önce dünyanın her yerinden çevirmenler gelip proje bazlı çalıştaylar yapıyorlardı. Ben de katıldım hatta benim bir metnimi orada çeviriyorlardı ve tartışıyorlardı bunu nasıl çevireceğiz diye.
Ben şaşırdım kaldım yani benim için çok basit bir cümle, işte “evin ortasında bir şey vardı” gibi bir cümlede bu “ev”i nasıl çevireceğiz diye tartıyorlardı; “daire” mi, “ev” mi? Hakikaten yani düşününce haklılar anlam kaybolacak. Eskiden okuduğunu anlayan ve güzel Türkçeyle bunu ifade edebilen bir kişiydi çevirmen.
- Bütün bir kültürün nüanslarına hakim olmak başka tabii, tam bir uzmanlık gerektirdiği kesin.
M.G- Bunun bir bilimi var yani. Almanca söz konusu olduğu zaman bizim Kültür Bakanlığı ile Alman Kültür Bakanlığı bir çeviri ödülü ihdas etmişlerdi. Yıllarca Almanca çevirmenlere maddi, manevi ödüller veriliyordu, ilk alan Ahmet Cemal’di.
Bütün bu çabalar alanın gelişmesine neden oluyor, bunların da durmaması lazım. O konuda da yapılacak çok iş var. Şu anda sektör çok kötü durumda yani.
A.T.- Evet, güllük gülistanlık anlamına gelmiyor bir çeviri konusu. Burada ikili bir durum var; bir taraftan çeviri bilim haline geldi, evet, Çok iyi atölyeler var, mütercim tercümanlık okulları var fakat çok kötü çeviriler de var. Pek çok yazar çok kötü çeviriler nedeniyle yanlış okunuyor, zarar görüyor.
TUNÇ: ‘TÜRKİYE’DE HİÇBİR ALANDA KÜLTÜR POLİTİKASI YOK!’
- Geçtiğimiz haftalarda Fransa’da Türk yazarların yapıtlarının ne kadar yanlış çevrildiğine ilişkin Ferda Fidan’ın incelemesini yayınlamıştım. Fransa’daki durumun vehametini ortaya koyuyordu.
A.T.- Okudum gerçekten inanılır gibi değil. Bizde de benzerleri var maalesef bakıyorum öğrencilere çeviri yaptırılmış. Şimdi sektörün profesyonelleri, yaptığı işe saygı duyan yayınevleri tabii ki iyi çevirmenlerle çalışmak istiyor ama kültür hayatımız bir çıkmazda.
Bir çoraklığın içerisindeyiz şu anda. Dolayısıyla iyi çevirmeni mutlu edecek, besleyecek bir kaynak aktarılamıyor, büyük yayınevleri dışındaki yayınevleri bunu kolay kolay aktaramıyor. Ayrıca gelişebilmesi için bir kültür politikasının olması şart. Ama Türkiye’de hiçbir alanda kültür politikası yok ki çeviride olsun.
Yani küçük yayınevleri eğer işine saygı duyuyorsa iyi çevirmenlerle çalışmaya çalışıyor. Meselâ geçenlerde Twitter’da orta yaşlı bir Almanca çevirmeni, “Ben artık bu işi bırakıyorum” dedi. Çünkü parasını alamıyor, aldığı parayla geçinemiyor yani bu kültür hayatımız için çok büyük bir kriz. Ve bu büyük krizin sadece bir grup sektör insanı farkında onun dışında kimsenin umurunda değil.
Bu ülkenin kültür hayatı hızla erozyona uğruyor. Bunu önlemek için de bir grup insan gerçekten içten çabalarla kültür hayatını sadece bu alanda değil resim, heykel, müzik her alanda ayakta tutmaya çalışıyorlar. Halbuki bu ülkede çok ciddi bir kültür alımlayanı var. Bu alıcıya iyi ürün verdiğinizde alıyor ama hiç mi destek olmaz ya. Bir ülkenin hiç mi kültür politikası olmaz.
- Eleştiri krizini de sormadan edemem. Eleştiriye ne kadar muhtaç olduğumuz, eleştirinin ne kadar kan kaybettiği sayısız kez ifade edildiyse de…
A.T.- Eleştiri krizi yok çünkü eleştiri öldü. Eleştiri meselesi çeviri kadar önemli bir mesele tabii. O, yayıncılıktan ve okurdan çok yazarı ilgilendiren bir mesele. Yazarın kendi yaptığını görmesi için şart. “Balık suyu bilmez” diye bir laf var; biz edebiyat yapıyoruz ama biz edebiyatın içinde, suyun içindeyiz yani. Ne yazık ki eleştiri tamamen bitti. Benim gençliğimde o Eleştiri dergisi varken Adnan Benk’in çıkardığı, orada yalnız eleştiri değil sayfalar üzerine çeviri üzerine de eleştiriler yayınlanırdı. O okul bitti. Tek bir örnek bile yok artık.
M.G- Ben bu konuda başka bir şey söylemek istiyorum; tabi o dönemler edebiyat dergilerinin belirleyici oldukları bir dönem yani 40’lar, 50’ler, 60’lar… Evet, tartışmalar oluyor, kültür politikalarını, kitapları, “edebiyat nasıl olmalı, nasıl yazılmalı”yı tartışıyorlar, yön çizmeye çalışıyorlar.
Şimdi bu tabi yok fakat onun yerinde akademi var. Şimdi o zamanlar yazılmadığı kadar çok tez yazılıyor. Genç akademisyenler makaleler kaleme alıyorlar. Birçok akademik dergi var. Şimdi herhangi bir yazarımız hakkında -çağdaş, yaşayan işte Ayfer, ben, Murathan Mungan, Sema Kaygusuz gibi- girin meselâ YÖK’ün veri tabanına, bir sürü tez çıkıyor. Girin akademi.edu’ya bir sürü makale çıkıyor.
Bu makalelerden ben çok şey öğreniyorum. Popüler eleştiri belki azalmış gibi gözükse de aslında profesyonel eleştiri çoğaldı. Metis gibi, İletişim gibi birçok yayınevinin çok ciddi edebiyat eleştirisi serilerini görüyorum ve çoğu da telif yazarlar sadece çeviri değil. Birçok konuda akademik çalışmalar kitaba dönüştü.
- Bir akademisyenin eleştirisiyle bir edebiyatçının eleştirisi arasında fark var öte yandan.
M.G- Şöyle yani ben eski zamanları da çok yüceltmiyorum çünkü okuyorum da eski eleştirileri. Meselâ Tanpınar hakkında yazılmış tüm eleştiriler var bir kitap halinde; bakın bir çoğu ya küçümseme, bir laf sokma, bir metodun olmaması veya belli bir dünya görüşünden bakıp görememe şeklinde. Yani biraz daha ben o konuda başka bir alan açıldığını düşünüyorum.
Mükemmel mi, her yazılan tez iyi mi? Hayır, birçok tezde hayatı, eserleri diye bir listelemeden ibaret kalıyor ama her şeye rağmen, tüm bu olumsuz koşullara rağmen birçok başka akademisyen de yetişiyor.
Sonuçta bu ülkede bir gecede üniversiteler kapatılıyor, bir gecede fakülte kuruluyor, böyle hallaç pamuğu gibi atıldığımız bir dönemde bile insanlar bunu sürdürmeye çalışıyorlar. Diyaloglar’ımıza gelen izleyicilerimiz arasında da öğrencilerin yanı sıra genç akademisyenler var. Onlar da bir bakış açısı geliştiriyorlar yani onu es geçmemek lazım.
İLK CANLI DİYALOGLAR 5 KASIM’DA, BOĞAZİÇİ ÜNİVERSİTESİ’NDE
- Daha soracak ve konuşacak çok şey var kuşkusuz ama en azından mutlaka eklemek istediğiniz., söyleşimizde yer almasını istediğiniz düşüncelerinizi alarak isteyeme istemeye de olsa bitirelim.
M.G- Ben özellikle kitabımızın bu şekilde ilgi görmesinden çok mutlu oldum. Çünkü bir roman değil, öykü değil, deneme değil. Söyleşi, tartışma biçeminde bir kitap yani bu kadar hızla okurunu bulmasından, böyle ilgi gösterilmesinden dolayı çok mutlu oldum. Demek ki doğru, güzel bir iş yapıyoruz, devam etmeliyiz anlamında iyi bir yansıması oldu, enerji sağladı doğrusu. Ve ilk kez yapıyoruz böyle bir şeyi yani. İki yazarlı bir kitap yapmak yeni bir tecrübe oldu, heyecanlandırdı. Biz ilk canlı diyalogları da buradan ilan etmiş olalım. 5 Kasım’da yapacağız yine Boğaziçi Üniversitesi’nde Ayhan Şahenk Salonu’nda yapacağız. Bol bol da yerimiz var ama Nâzım Hikmet Kültür ve Sanat Araştırmaları Merkezi’nin web sitesine girerek bir rezervasyon yaptırılması gerektiğini belirtelim. Orada üzerine konuşacağımız kitap Mihail Şişkin’in Mürekkep Lekesi olacak.
GÜLSOY VE TUNÇ’DAN İKİ YENİ ROMAN YOLDA!
- En son olarak üzerinde çalıştığınız yeni yapıtlarınız hakkında ipuçları vermenizi rica ederim.
M.G- Yeni kitabımın Ocak ayında yayımlanması planlanıyor. Bir ressamın hayatını konu alan ve değişik yapısı olan bir kitap. Hatta bir tür belgesel roman. Bunu da Ayfer önerdi bana, çok doğru bir tür belirlemesi. Resim sanatımızın doğuşu, gelişimini de bir biçimde içeren, 1900’lerin başından 1960’ların sonuna kadar ki kısmı kapsayan bir dönem romanı da diyebiliriz.
A.T.- Ben yeni romanımı 2023’ün ilk ayı içinde bitiririm diye ümit ediyorum. Bu sefer bir taşra hikâyesi, bir kadın hikâyesi. Ama böyle bir olay örgüsü değil de bir iç dünya hikâyesi. Fiziksel olarak içinde yaşadığı topluma aykırı bir kadın, fazla uzun, fazla zayıf bir kadının hikâyesi.