Ayşe Övür’den ‘Zamanın Kapıları’

Yazılım dünyasının dâhi ismi Sinan, gizemli bir kitabın yazarıdır. Sinan’ın herkesten sakladığı kapalı yaşamı, Nevra’yla tanışınca değişir. Ünlü bir politikacının kızı olan Nevra’nın da sırları vardır. Arkadaşlıkları ilerledikçe açtıkları her kapının ardında beklenmedik olaylarla karşılaşırlar. Yıllar önce işlenmiş cinayetlerin öznesi olduklarını anladıklarında ise artık tüm kimliklerinden sıyrılıp bambaşka insanlar olurlar. Ayşe Övür’ün üçüncü romanı Zamanın Kapıları (Remzi Kitabevi), Maslak’daki plazalardan, Yedikule’ye, sur dibindeki bostanlara, yer altı efsanelerine uzanan, Bizans İstanbul’undan günümüze gizemli bir İstanbul romanı. Ayşe Övür ile Sahra 1911 ve Botter Apartmanı’nın işlediği temalar bir başka boyutta devam ettiği Zamanın Kapıları’nı konuştuk.

Öner Ciravoğlu

AŞKIN GÜCÜ!

- Önce belirteyim. Kitabın adı farklı çağrışımlar yapsa da ben şöyle yorumluyorum: Zamanın Kapıları aşka açılıyor. Romanın ana teması bence olumsuz koşullar yumağının tertemiz bir sevgi için çiçekleniyor olması. Ne dersiniz?

Metinde tüm naifliğiyle yaşanan bir aşk ve bu aşkın gücüyle açılan kapılar var. Okuyucu kapıların ardında zamanın gizemleri, üzüntüleri, karanlık ve aydınlık yönleriyle karşılaşıyor. Tıpkı hayatın kendisi gibi…

Romanda birbirine zıt gibi duran ama aslında birbirini tamamlayan insanları ve olayları yazmaya çalıştım. Sinan ve Nevra’nın aşkı olayların akışını sağlayan omurgayı oluşturuyor.

Bu aşk sayesinde zamanın üstünü örttüğü yakıcı sırlara ve insanların acımasız yönlerine direniyor, direnirken de değişiyorlar. Zaten aşkı büyüleyici ve güçlü kılan özelliklerden birisi de insanı değiştirme gücüne sahip olması.

Öte yandan Sinan ve Nevra isimlerini verdiğim iki sevgili ve onların aşkı gerçek bir zemine dayanıyor. Yıllar önce onların aşkını duymuş ve etkilenmiştim. Şimdi uzak bir ülkede ve bambaşka kimliklerle yaşıyorlar. Elbette roman sadece onların hayat hikayesini anlatmıyor. Metne kurgu karakterler ve olaylar katarak anlatımı derinleştirmek istedim.

Çok sevdiğim İstanbul’u da önceki romanlarımda olduğu gibi gizli bir özne olarak yazmaya devam ettim. Elbette İstanbul denince tarih olmadan olmaz. Satır aralarında eskiye dair dokunuşlar yaptığımı okurlar hemen fark ediyorlar.

Öner Ciravoğlu ve Ayşe Övür

‘ÖĞRETMENİM KABUL ETTİĞİM DOSTOYEVSKİ’NİN DİLİYLE BAĞ KURMAMAM OLANAKSIZ!’

- Romanın arka planında suç klikleri, kara para aklayıcıları var. Bu arada bireyin en yakınındakiler bile güvende değil. Nevra’nın babası, Sinan’ın dostu Arif. Ama onlar da insan. Bu yönüyle roman Dostoyevski’nin kahramanları gibi olaylarla yüzleştiriyor bizi…

Yorumunuz için teşekkür ederim. Okumaya başladığım ilk günden bu yana Dostoyevski ve genel olarak Rus edebiyatından etkilendiğimi söylemeliyim. Sanırım yaşamım boyunca da etkisi devam edecek. İlk romanım Sahra 1911’i okuyanlar da bunu mutlaka fark etmişlerdir.

Zamanın Kapıları’nda hem Nevra’nın babası hem de Arif bir şekilde vicdanlarıyla mücadele ediyorlar. Özellikle Arif, romandaki öteki kahramanlarından daha ayrık, farklı bir noktada duruyor. Gerçekte vicdan muhasebesi sadece onlarda değil Sinan ve Nevra’da da var. Pahalı kıyafetlerin içinde sakladıkları yaralı bedenlere sahipler.

Bazı psikoloji kitaplarında bu durum için acı beden ifadesi kullanılıyor. Bu noktalardan bakarsak yazın hayatımda öğretmenim olarak kabul ettiğim Dostoyevski’nin diliyle bağ kurmamam olanaksız.

Arif’ten söz etmişken yeraltının yani karanlığın, bilinmeyenin, merak edilen gizemli kapıların kaşifi olarak da metinde yer alıyor. Bu noktada İstanbul’un altındaki dünyanın yollarını en iyi bilen kişi Arif. Öte yandan merak ettiği bu gizemli alandan en çok korkan da O.

SPOR KULUBÜ VE MÜDAVİMLERİ!

- Sinan’ın bir spor kulübünde antrenman sahneleri ilgimi çekti. Bunun nasıl yorumlamalı?

Sinan’ın ara sıra gittiği yasa dışı ve kirli bir dövüş salonu var. Salonu, metinde bir metafor olarak kullanmak istedim. Sadece zengin müdavimlerin kabul edildiği dövüş alanını bireyin kendi eksiklik ve yanlışlarıyla çarpıştığı kapalı bir bölge olarak düşündüm.

Günlük hayatta çözemediğimiz, üstesinden gelemediğimiz ya da var olduğunu bildiğimiz halde görüp kabul etmeye gücümüzün yetmediği alanlardan birisi burası.

Sinan, uzaktan bakıldığında tepedeki, kuvvetli insanlardan olmayı başarmış gibi duruyor. Duruşunu, bedenini hatta giysilerini bile onu ulaşılmaz yapan çelik birer zırh olarak kullanıyor.

Oysa zihninde dönüp dolaşan bir türlü kabul edemediği anıları ve yakasını bırakmayan çarpık bir geçmişten geliyor. Bir şekilde huzursuz. Dünyaya sığamayanlardan.

Annesi ve babasıyla zihninde kurduğu ya da daha doğru bir bakış açısıyla kuramadığı ilişkiyi sağaltmak için dövüş salonuna gidiyor. Salonun öteki müdavimleri de tıpkı onun gibi yaralı ve duygusal yoksunlukları olanlar.

‘KÖKLENME SORUNU SİNAN GİBİ HEPİMİZİN SORUNU’

- Suça bulaşmış Sinan’ın adeta bir bebek gibi çizilen portresi de ilginç kılıyor yapıtı.

Sinan romandaki ana erkek karakter. Okuyucunun Sinan’ı içselleştirmesi, onu anlaması benim için önemli. Romanı salgın döneminde, hepimizin eve kapandığı, bazen dünyanın sonunun geldiğini düşündüğü bazen geleceğe dair barış hayalleri kurduğu insanın yaşamında nadiren deneyimleyebileceği özel bir dönemde yazdım. Karanlık ve aydınlığın sorgulandığı bir metin ortaya çıktı.

Sinan karakterini işlerken onun yaşamdaki yerini çok düşündüm. Sinan’ın zekasından kaynaklanan gücü, denklemler arasında kayabiliyor. Bazen nerede ne kadar durması gerektiğini kestiremiyor. Yaşamın içinde kayboluyor.

İstanbul’un birbirine tezat semtleri arasında gidip gelirken zihni karışıyor. Bir türlü köklenemiyor. Hepimiz için yaşamdaki en önemli açmazlardan birinin köklenme sorunu olduğunu düşünüyorum.

SİRKECİ GARI’NDAKİ KÜÇÜK KIZ MERKEZ NOKTASI. BELKİ DE TÜM ROMANI ONUN İÇİN YAZDIM!’

- Bence en önemli izlek Sirkeci Garı girişinde yağmurdan ıslanan küçük kız… Asıl ileti orada ne dersiniz?

Kesinlikle doğru bir tespit. Romanın ilerleyen bir bölümünde yağmurlu bir İstanbul manzarası var. Bu manzaranın içinde Sirkeci Garı’nın önündeki küçük bir kızdan söz ettim. İşte romanın merkez noktası burasıydı. Belki de bütün romanı Sirkeci Garı’nın önündeki o küçük kız çocuğu için yazdım. Çünkü o da romandaki gerçek kişilerden biriydi.