Nermin Abadan Unat: ‘Son söz gençlerindir! İyimserim, boyun eğmeyecekler!’
“Hocaların Hocası” Nermin Abadan Unat, yüzüncü doğum gününü kutlarken, 1996’da Kum Saatini İzlerken adıyla okurla buluşan ve25 yıl sonra yeni anılar eklediği, Ayla Yüksel’in yayına hazırladığı yeni baskısıyla Yüz Yıllık Umut adıyla yayımlanan kitabında, bir ömrün bilançosunu çıkarıyor.
Gamze Akdemir / Cumhuriyet Kitap EkiFotoğraflar: KAAN SAĞANAK
Cumhuriyet kuşağının yaşayan en önemli temsilcilerinden Nermin Abadan Unat… Göç, kamuoyu, kadın araştırmaları gibi alanlarda uluslararası literatüre giren çalışmaları, eserleri ve yetiştirdiği isimlerle Türkiye’nin yetiştirdiği en değerli bilim insanlarından… “Hocaların Hocası”…
Yüzüncü doğum gününü kutlarken, 1996’da Kum Saatini İzlerken adıyla okurla buluşan ve25 yıl sonra yeni anılar eklediği, Ayla Yüksel’in yayına hazırladığı yeni baskısıyla Yüz Yıllık Umut adıyla yayımlanan kitabında, bir ömrün bilançosunu çıkarıyor.
Ailesini, deneyimlerini, meslek yaşamını, bilimsel çalışmalarını, ona “hocaların hocası” dedirten akademik yaşamını, hocalarını, yakın dostlarını, öğrencilerini ve kuruluşundan bugüne Türkiye'nin geçtiği dönemeçleri paylaşıyor. Asla ödün vermediği düşünceleri ve inandığı değerleri yazıya döküyor...
“Tüm dileğim, Atatürk izinde giden, laik ve demokratik bir Türkiye’ye veda edebilmektir.”
Nermin Abadan Unat
DİLİNİ BİLMEDİĞİM BABA VATANINA NEDEN GELDİM?
- Sizi anılarınızı yazmaya yönelten etkenleri sorarak başlayalım söyleşimize?
İnsan değişik sebeplerle anılarını yazmaya karar verir kimisi belli bir grup veya hareket için de ki payını kimisi kişisel yaşamın da olup biten önemli olayı aydınlatmak ister.
Ben, her şeyden evvel benim gibi babasını 10 yaşına gelmeden kaybetmiş oğluma babasını anlatmak, farklı kültür çevrelerinde karşılaştım sorunları aydınlatmak ve her şeyden evvel dilini bilmediğim baba vatanıma neden geldiğimi aydınlatmak için bu anılarımı yazdım. Bir yüzyılı doldurduğum bu zaman içerisinde bir kez daha anlatmak istedim.
‘BENİ TEŞVİK EDEN AYLA YÜKSEL’E ÇOK TEŞEKKÜR EDERİM’
- 1996’da Kum Saatini İzlerken adıyla okurla buluşan, Ayla Yüksel’in yayına hazırladığı anılarınızın Yüz Yıllık Umut adıyla genişletilmiş bu baskısında hangi yeni anı ve vargılarla buluşturuyorsunuz okuyucuları?
Sonrasında tanıklık ettikleriniz, bozular ezberler, gezegenin gelişimindeki hayra ve şerre yol alan gelişmeler nasıl yer buluyor yaşamda ve yaşamınızda bu kertede?
Öncelikle bu kitabı yazmam için beni teşvik eden ve yayına hazırlayan asistanım Ayla Yüksel’e çok teşekkür ederim.
Anılarımın yüzyıllık umut adı ile genişletilmiş baskısın da 1996’dan 2020 yılına kadar olan süreçte yurtiçi ve yurtdışı yakın dostlarıma ait yeni anılar kaleme aldım bu arada gezegenimize egemen olan sınırsız iletişim özgürlüğüne işaret etmek gerekir. Bu gelişmeler kişiyi daha yalnız kılıyor.
- Çocukluğun insan yaşamındaki yeri, önemi malum. Nasım bir dönemdi çocukluğunuz?
Benim çocukluğum tek başıma geçirdiğim bir dönemdir. Bir damga bulmak gerekirse yalnızlıktır.
‘CİCİ ÇOCUKLAR OKULA GİTMEZ, EVDE OKUTULUR!’
- Farklı kültürlere sahip bir anne babanın deyim yerindeyse ağzında gümüş kaşıkla doğmuş evladı olarak başlarda en iyi olanaklara sahiptiniz. Sorumluluk duygusuyla, gereğinde katı kurallarla yetiştirildiniz. Çevrenizde nüfuzlu tanıdıklar, evinizde en güzel kitaplar... Anlatır mısınız?
Evet, farklı kültürlere sahip anne ve babanın varlıklı koşullar altında doğmuş bir çocuktum fakat çok yalnızdım hiç arkadaşım yoktu evde de babamı çok seyrek iş yolculuklarından döndüğü zaman Viyana’da görüyordum.
Bir defa olsun ailece yemek yediğimizi hatırlamıyorum. Ayrıca annem ancak akşam üzeri görüyordum.
Viyana’da yaşadığım yıllar da ancak belli caddeler de annemle beraber bazen yürüyüşe çıkıyordum o zaman bana mağazalarda neyi beğendiğimi sorardı. Annem bugün yaşasaydı iyi bir dekoratör, iyi bir modacı olurdu.
- “Benim bugüne kadar tek bir tutkum olmuştur: Kitap, daha doğrusu okuyabileceğim bir şey...” diye yazıyorsunuz. Kimleri okurdunuz?
Cici çocuklar okula gitmez evde okutulur. Ben de önceleri çocuk dergileri ile ilgili daha sonra annemin izin verdiği biyografiler okuyordum Stefan Zweig gibi.
‘GENÇ NERMİN SULEY’İN İDEALLERİ VE PUSULASI DA TEREDDÜTSÜZ ATATÜRK’TÜ’
- Yepyeni bir ulusal kimliğe ulaşan Atatürk Türkiyesi’nin Avrupa ülkelerine emsal başarısı gencecik Nermin Suley’in pusulasını, ideallerini nasıl belirlemiştir?
Atatürk Türkiye si nüfusunda Nermin Suley yazan ve ülkesini dolayısıyla vatandaşlığını, dilini, kültürünü, inançlarını geleneksel biçim de aile ocağından alacak yerde kendi iradesi ile seçmiş o genç kızın ideallerini, bir saniye tereddüt etmeksizin Atatürk’ün ülkemin kız ve erkek çocuklarına sağladığı parasız karma eğitim belirlemiştir. Henüz Türkçe bilmediğim dönemler de ne mutlu o ülkenin çocuklarına diye içimden geçiriyordum.
‘ATATÜRK’LE BÜYÜKADA’DA TANIŞTIM. UNUTULMAZ BAKIŞLARINI HATIRLIYORUM’
- 1930 yazında Atatürk’le karşılaşıyorsunuz. Neler hissettiniz?
1930 yazın da babam Büyükada da bir köşk kiralamıştı bir akşam geldi beni kapının önünde duran bir atlı arabanın önüne getirdi, “Paşam işte kızım” dedi. Arabanın içinde ki kişinin sadece unutulmaz bakışlarını hatırlıyorum.
- Babanızın ölümünün manevi ve maddi zorlu bir dönem başlıyor. Sonra okulda zalim bir çağa tanıklık başlıyor… O kırılma dönemini burada da anarsanız neler söylersiniz?
Babamın ölümünden sonra annem beni ablamla birlikte Budapeşte’ye götürdü ve beni bir yatılı okula verdi.
Bu okulda Alman olduğu halde İngilizce de öğrettiği için Miss Hilde isminde bir öğretmen tarafından yine birebir ders almaya başlıyordum sonra son yıl doğrudan doğruya okula gittim ve Nazi ideolojisinin ne kadar despot bir dünya görüşü olduğunu gördüm.
BÜYÜKELÇİ BEHİÇ ERKİN…
- Aynı dönemde Atatürk Türkiyesi’nde okumak isteğiyle Türk Büyükelçiliği’ne gidecek kadar kararlısınız..
Son yıldan sonra annem bana steno öğrenip çalışmak zorunda olduğumu söyledi. Benim için okulu bırakmak çok ağır bir mahrumiyet oldu amcama arka arkaya para göndermesi için mektup yazdım.
Hiç cevap gelmeyince aklıma Türk Büyükelçiliği’ne gitmek geldi ve bir gün eski okuluma yakın bir yerde bulunan Türk Büyükelçiliği’nin kapıcısına gittim ve oranın en önemli kişisinden randevu istedim.
Meğer o dönemde Macaristan’daki büyükelçi Atatürk’ün yakın arkadaşı olan Behiç Erkinmiş. Onun yanına bir cuma günü gittim beni kısaca dinledi ve salı günü gelmemi buyurdu. Tekrar gittiğim de bana bir Orient Ekspres üçüncü mevkii bileti ve yemek için kupon verdi.
Eve gittim annem ve ablama ben Türkiye’ye gidiyorum dedim. Önce gidemezsin dediler sonra razı oldular ben de para alırsam dönerim olmazsa orda okula giderim dedim. Böylece 5 Kasım 1936’da trene bindim ve hayatım da bir daha annemi görmedim, ablamı ise ancak 20 yıl sonra görebildim.
- Ve İzmir... Amcanızın ailesiyle birlikte fırtınalı bir yaşam zorlasa da, mücadeleyi bırakmaya niyetiniz yok!
Trenden sonra İstanbul polis müdürü beni İzmir gemisine yolladı ve hiç görmediğim İzmir’e böylece gittim.
İzmir’de önce amcamın evine gittim yengemin amcamın bir emrivaki yaptığını sanarak büyük bir kavga çıkardı.
Sonra hiç yabancı dil bilmeyen halamla büyükannemin konağına gönderildim orada da barınamadım. En son uzaktan bir akrabamın şevkatli ilgisi ile vaktiyle Ege’de Kuvayı Milliye ile çarpışmış bir amcamın yanına gittim.
O sırada en mütevazi yaşam şartları sahip olan Şefika halam bana kol kanat gerdi. Onun evinde okula devam edebilmek için gündüz Almanca ders veriyor akşam da Türkçe dersi alıyordum. Böylece 1937 yılında İzmir Kız Lisesi’ne kabul edildim.
REŞAT NURİ’DEN YAKUP KADRİ’YE KİTAPLAR VE TÜRKÇE!
- Özellikle 10. sınıfta Türk Edebiyatı’nın en önemli yazarlarını okuduğunuz bu dönem toplumsallaşma ve aydınlanma yolunda en önemli adımlarınızı oluşturuyor değil mi?
İlk yıl bocaladım fakat ikinci yıl arkadaş grubu edindim onlar da bana Türkçemi düzeltmek için sırayla Reşat Nuri Güntekin, Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Halide Edip gibi yazarların kitaplarını okuttular ve böylece Tükiye’nin güncel sorunlarını daha iyi anlamama 7 kişilik arkadaş grubum yardımcı oldu.
Son sınıfta kendi kazandığım para ile yatılı oldum ve 1940 yazında İzmir Kız Lisesi 25 kişilik Fen Şubesi’nden ileride profesör olacak dört kişi mezun oldu.
- Hukuk Fakültesi yıllarınız… Nazizm dünyayı boğarken, hukuk, adalet kavramlarını çağın en iyi hocalarından öğreniyorsunuz. Hocalarınız kimlerdi?
1940 sonbaharında amcamın tavsiyesi üzerine Hukuk Fakültesine yazıldım (o sırada herkes istediği fakülteye sınava girmeden yazılabiliyordu).
Çok iyi hocalardan ders aldık. Bunların bir kısmı Almanya’da Nazilerin üniversiteden kovdukları Yahudi öğretim görevlileriydi; Hukukçu Andreas Bertalan Schwarz, felsefeci Ernst von Aster, sosyal tarihçi Gerhard Kessler’di. Türk hocalarımız da önemli bilim insanlarıydı; Ebül’ulâ Mardin, Samim Gönensay, Hıfzı Timur, Ali Fuat Başgil ve Şükrü Baban.
‘GAZETECİLİĞİ ÇOK SEVEREK YAPTIM’
- İlk gazetecilik deneyiminiz İstanbul’da çıkan günlük Alman gazetesi Türkische Post oluyor. Daha sonra Sabahattin Selek’in gazetesinde derken Ulus’ta yazmaya başlıyorsunuz. Gazeteciliği en çok neden sevdiniz?
Hukuk fakültesinden mezun olduktan sonra aralıklı gazete makaleleri yazmak bir gelir sağlayamayacağı için İstanbul da bulunan Halil Atay’ın tavsiyesi ile Ankara’ya Ulus gazetesi başyazarı Falih Rıfkı Atay davetine icabet edip orada çalışmaya başladım. Gazetecilik herkesten önce yeni haberlere erişmek olanağı sağladığı için severek yaptığım bir meslekti.
- Hocanız ve ilerde eşiniz olacak Prof. Dr. Yavuz Abadan da unutulmaz hocalar arasında…
Yavuz, hoca olarak soyut kavramları anlaşılır bir ifade ile anlatırdı. Örneğin özel hukukta borçlar hukuku ile kişilik hakları gibi kamusal hukukta anayasa ile ceza hukuku arasındaki farklar gibi konuları sık sık güldürecek cümlelerle işlerdi ve böylece öğrencilerin dikkati canlı kalırdı. Ayrıca Yavuz öğrenci çaylarına da devam ederdi, dans etmesini çok severdi.
TÜRK KÖYLERİ…
- Yavuz Abadan ile evlendikten sonra çevrenizin farklılaştığını, bir yandan dönemin siyasal seçkinleriyle bir arada olurken, öte yandan ilk defa köy yaşamıyla da yüz yüze geldiğiniz yazıyorsunuz.
Yavuz Abadan ile evlenmem o dönemde Eskişehirde’ki ağa baba eviyle köy arasındaki farkı ilk defa canlı olarak öğrenmeme vesile oldu.
Şerefiye köyü bir tepe üzerinde çok düzenli ve planlı bir yerleşkeye sahipti. Cami ve okul köyün ortasında yer alıyordu. Her iki tarafta çok geniş sokakları vardı. Bütün evlerin çok büyük ve çok küçük kapıları vardı.
Evlere girdikten sonra ortaya açılan büyük bir avluya bakan birden fazla evler vardı. Her evin giriş kapısına bakan büyük bir peç (soba) vardı. Bu soba iki odayı samanla ısıtıyordu.
Yeni gelin odalarında tavanda rengarenk el oyası ile süslü örtüler vardı. Bu haliyle rengarenk bir gökyüzünü anımsatıyordu. Elbette her köy böyle değildi.
Nitekim Anadolu’ya yaptığım gezilerde kimi yerde toprağın altında mağara gibi yerleşim yerlerine rastladım. Hangisi Türk köyü? Tabii o zamandan günümüze karayolları Anadolu’yu bir uçtan bir uca bağladı ve bu aykırılıklar geçmişte kaldı.
‘KAMUOYU GÜCÜ İNKÂR EDİLİYOR’
- Doktora döneminizdeki memleketteki sancılarla ile demokrasinin içinin boşaltıldığı bugünkü hayalet konumu arasındaki farka burada da yorumunuz?
Doktora tezimi “Efkar-ı umumiye” bugünkü terimiyle “kamuoyu” olarak hazırladığım zaman demokrasi tartışmalarında ne kadar önemli olduğunu ispat etmek için çok çaba sarf ettim.
Bu kavramın bugünkü koşullar altında yasama yürütme yargı ve basın ardından beşinci kuvvet olarak çağdaş siyaset biliminde demokrasi tartışmalarında çok önemli bir rol oynadığını ispatlamaya çalıştım.
Bugünkü koşullar altında nasıl inkâr etmek istediklerini izliyoruz.
‘27 MAYIS, BİRÇOK BİRİME BAĞIMSIZLIK KAZANDIRDI’
- 27 Mayıs Hareketi’ne önemli bir yer ayırdığınız kitabınızda, SBF İdari İlimler Enstitüsü’nün Türkiye’nin demokratik bir düzene geçişindeki özel yerini de ortaya koyuyorsunuz. Ayrıca sonraları SBF’de yaşanan sağ-sol kutuplaşmasının bedellerini de yazıyorsunuz.
27 Mayıs Hareketi diğer askeri müdahalelerden farklı bir yön taşıyor çünkü bu anayasa birçok idari birime bağımsızlık kazandırmıştır.
Nitekim SBF İdari İlimler Enstitüsü, anayasa yürürlüğe girmeden önce fakültede bir çeşit tartışma formu yarattı. O toplantılarda sağ sol fikir kutuplaşmasını izlemek mümkündü.
Böyle kutuplaşmalarda genellikle aşırı kutuplar kazanırken Türkiye’de ılımlı olanlar kazandı.
TBMM KÜTÜPHANE KOMİSYONU VE BOŞTA KALAN EL!
- TBMM Kütüphane Komisyonu’ndaki mücadelenizi de mutlaka sormalıyım.
1961 Anayasası İtalyan temel kanunundan esinlenerek kontenjan senatörlüğü adıyla seçilmiş 150 kişilik İkinci Meclis’e eş olarak devlet başkanının takdiri ile 15 kişilik bir grup öngörmüştü ve beni seçti. Kendimi birdenbire parlamentoda buldum.
O sırada bu sıfatla meşgul olmaya karar verdim, konu meclisin kütüphanesinin yeniden düzenlenmesidir.
Araştırmalarıma göre Meclis’in bodrumunda çok büyük sayıda tasnif edilmemiş yayın ve kitap bulunuyordu. Bunları sistematik tasnif etmek için Amerikan Kültür Ataşeliği’nden bir yıllığına Meclis’teki kütüphane müdürünü Amerika’ya gönderilmesini rica ettim.
Kütüphane müdürü bunu kabul etmedi meğer Meclis’te her görev bir partinin dedikodu malzemesi olarak kullanılıyormuş.
Bir sefer de kütüphane müdürlüğüne girdiğim zaman içeride bir senatör ile karşılaştım, elimi uzattım ve elim boşta kaldı, “Kadın eli sıkmam” dedi.
‘GENÇLER YOZLAŞMAYA BAŞ EĞMEYECEKLER!’
- Bugün ülkemizde eğitim ve adalet başta pek çok alanda derinleşen gerileme, yozlaşmanın geleceğini nasıl öngörüyorsunuz?
Bugün eğitim görmüş genç kadın ve erkeklerin ilgi alanına uygun çalışma olanağı bulmaları çok zor eğitim ve adalet başta olmak üzere derinleşen bir yozlaşma içindeyiz ama ben ümidimi kaybetmedim. Bir noktadan sonra bu genç kuşaklar baş eğmeyecekler.
Bugün ki anayasa bilimsel araştırmaların ve öğretilerin yönünü ve yöntemini akademik ölçütleri ile değil siyasi otoritenin kararı ile yapıyor. Bugün farklı bir anayasanın gerekliliği de konuşuluyor. Son söz genç kuşaklarda olacak ve bu konuda ben iyimserim. Bugün küçük bir dünyada yaşıyoruz değişiklikler her zaman kendini kabul ettirecektir.