Gülten Dayıoğlu: ‘İnsanoğluna hep umut bağladım!’

Dero yaşıtlarından oldukça farklı, çok özel bir gençtir. Küçük bir çocukken bir gün gökyüzünde mekik şeklinde bir yarık belirir ve yarıktan rengârenk ışınlar yayılır. Dero bu olayın ardından başka bir boyuta geçebildiğini fark eder. Doğduğunda başı bedenine göre fazla büyük olduğundan çevresi tarafından hep dışlanmıştır. Bu nedenle tek başına Tendürek Dağı'ndaki bir mağaraya yerleşip kendini evinden, arkadaşlarından, dünyadan soyutlar ama bir yandan dünyayı anlamaya çalışır. Usta yazar Gülten Dayıoğlu ile gezegenimiz üzerine düşünmeye yönlendiren ve geleceğimizle ilgili merak uyandıran yeni romanı Yanardağın Yankısı’nı (Yapı Kredi Yayınları) konuştuk.

Hazel Bilgen

 - Yeni kitabınız Yanardağın Yankısı okuru gezegenimizin geleceği üzerine ciddiyetle düşünmeye yönlendiriyor. Pek çok kuşağı etkilemiş bir yazar olarak sayısız okurla karşılaştınız, geçmişten bugüne okurlarınızın dünyanın geleceğine dair endişelerinin değişmeye başladığını gözlemliyor musunuz?

1980’lerin ilk yarısında dünyada ve ülkemizde çevre bilinciyle birlikte gelecek kaygısı da filizlenip yaygınlaşmaya başladı.

1987’de Kütür Bakanlığı Çocuk Edebiyatı ödülü alan Parbat Dağının Esrarı adlı çocuk romanımla ben de bu insanlık adına “gelecek kaygısı” akımına katılmış oldum.

Bu akım hızla büyüyerek günümüzde insanlığın ortak kaygısı olarak çığ gibi karşımıza çıktı. Üstelik bu çığ sorun katmanlarıyla halen büyümeyi sürdürmekte.

Ben de gözlemlemekle yetinmeyip yazdığım romanlarla konunun altını çizip, okurlarımda çözüm bilinci oluşturmaya çabalıyorum.

- Kitaplarınızda üstün özelliklere sahip insan türleriyle karşılaşıyoruz. Karakterleriniz süper kahramanlar gibi dünyayı kurtarmıyor, gezegenin geleceğinin ancak insanların kendi çabalarıyla mümkün olabileceğini anlatıyorlar. Peki kitaplarınızdaki üstün insan özelliklerine sahip karakterlerinin esin kaynağı nereden geliyor?

Bu evrensel kaygılardan arınmanın ancak insanlığın iş birliğiyle gerçekleşeceğine inandığım için, eserlerimde üstün insanları kahraman olarak değerlendirmeyi uygun buldum.

Ver yesin, ört uyusun türünden sıradan insanlarla insanlığın hiçbir yere varamayacağına inancım, bu tür üstün insan kahramanlar yaratmama neden oldu. Kısacağı, insanoğluna hep umut bağladım.

- Yanardağın Yankısı’nda Dero hem kendisini hem de etrafındaki dünyayı, hatta evreni anlamaya çalışıyor. Sonunda üstün bir insan türü olduğunu kabullense de engelli olduğu düşüncesi peşini hiç bırakmıyor ve son ana kadar kendisini ailesinden bile soyutluyor.

Dero’nun doğduğu andan beri dışlanması, mağarada yaşamayı tercih ederek kendisini dış dünyadan ayrı tutmasıyla günümüzde engelli bireylerin yaşadığı ayrımcılık üzerine toplumsal bir farkındalık oluşturmaya çalıştığınızı söyleyebilir miyiz?

Ülkemizde öteden beri, her nedense aileler engelli yavrularını saklayarak, toplumdan soyutlamayı yaşam biçimi edinmiştir yazık ki! Öyle ebeveynler tanıyorum ki akıl hastası çocuklarını yaşam boyu evde sakladılar. Yetişkin çağa erişince onu evde tutmak için ayağına bukağı taktılar.

Ancak Dero’nun durumu farklı. O sadece engelli olduğu için değil, zihnen, ruhen ve hatta bedenen özgür kalmayı yeğlediği bu konuda kendine güvendiği için mağarada yaşamayı yeğledi.

Zaten o yörelerde mağaralar günlük yaşam alanları olarak da değerlendirilmektedir.

Onun bu atılımı, kendi kendine yetme konusunda sıkıntı yaşayan engellileri yüreklendirecek nitelikte bir davranış bence.

- Onlarca kitaba imza attınız, ilk kitaplarınızdan bugüne yazma sürecinizde baştan beri uyguladığınız değişmeyen teknikleriniz var mıdır? Genç yazar adaylarına önerileriniz nelerdir?

Yazacağım konu zihnimde, hayalimde ve hatta ruhumda belirmeye başladığı zaman, mühendislerin çizdikleri konut planları gibi kabataslak plan yapmaya başarım.

Temel en önemli etkendir bu planda. Temel aslında ana fikir, ana konudur. Onun üzerine binanın katlarını, katlarda odaları oluştururum. Bunu yaparken, bir yandan da kahramanları canlandırmaya başlarım.

Bazen bir katı işlerken, temele dönebilirim. Ya da pat diye çatı katına sıçradığım olur.

Yazarken, anadilimiz o yapının, yani eserin kilit taşı değerindedir. Dil niteliksiz, özensiz ve kırık dökükse, o kitap pek fazla ayakta duramaz, çöker.

Yazarken hiçbir lüksüm yoktur. Gençliğimde yere oturup bebeğimi bacaklarıma yerleştirdiğim yastık üzerinde sallayıp uyuturken, bir yandan da elimdeki deftere nice öyküler yazmışımdır. Sessizlik tek gereksinimimdir.

Yazarken, kuru üzüm-incir-hurma atıştırdığım olur. Yazar olmak isteyen gençlere tek bir önerim var: Kitap okumayı, yeme-içme -solumak gibi

YAŞAM BİÇİMİ EDİNMELERİ. Yazma yaratma konularında, öneride bulunmaktan kaçınıyorum. Çünkü onların ÖZGÜN OLMALARINI İSTİYORUM.

Çiğnenmiş sakız niteliği içeren ve başkalarının deneyim ve düşlerinden oluşma yazma önerilerinden yararlanmak yerine, kendi yaratı ve üreti ilkelerini oluşturup Özgün Yazar olmayı hedeflemelerini istiyorum.

Yazacağım kitapla ilgili olarak, özellikle kurgu aşamasında, geçmişte öğrencilerime ve oğullarıma danışırdım. Sonradan torunlarıma danışmaya başladım. Bilimsel konularda, akademisyenlere, konunun uzmanı bilim insanlarına, pilotlara, esnafa, çiftçiye, sokaktaki çiçekçiye ve bazen de temizlik işçilerine danıştığım oluyor.

- Dünyamızın geleceğiyle ilgili kaygılar Dero gibi günümüz çocuklarıyla gençlerimizin günlük hayatlarını ne kadar etkilemeli, yıllarca öğretmenlik yapmış bir eğitmen olarak yazarlığınız süresince çocukların dünyaya bakışlarında ne gibi değişimler gözlemlediniz?

Günümüzde çocuk ve gençlerimiz dünyamızın geleceği ile ilgili olarak duyumlar edinmeli. Bu doğrultuda bilgi etkileşiminde bulunma gereksinimi duymalı.

Kısacası dünyamızın geleceği, yetişkinler kadar olmasa bile, çocuk ve gençlerin gündeminde yer almalı.

Her türden olumsuz gidişattan yaş düzeyleri ve kültürel birikimlerine göre yavaş yavaş da olsa bilinçlenmeye başlamalılar. En azından bu tür evrensel konularda neme lazımcılık tuzağına düşmekten korunmalılar.

Günümüzde, geçmiş yıllara göre, çocuk ve gençlerde gelecek bilinci oluşma yoluna girmiş durumda. Okullardaki çevre eğitiminin ve ileşitim araçlarının, toplumsal etkileşimin gücüyle gelecekle ilgili olarak uyanmaya başladılar.

- Yanardağın Yankısı okuru pek çok ilginç karakterle tanıştırıp dünyanın pek çok yerine götürüyor. Hikâye boyunca karşılaştığımız yerler ve karakterlere ilişkin detaylar sanki oralarda gerçekten de bulunduğunuza dair ipuçları veriyor.

Gezileriniz sırasında hikâyelerinizde kullanabileceğinizi düşündüğünüz deneyimleri not alır mısınız, yoksa kurgu aşamasında bu yerlere dair yeniden mi araştırma yaparsınız?

Rahmetli eşimle birlikte dünya gezginiyiz. 116 ülke gezdik. Oralarda edindiğim, sosyal, tarihsel kültürel vb. birikimi eserlerimi yazarken değerlendiririm. Bu aşamada değerlendireceğim konuları yeniden araştırarak, sağlama yapmayı ilke edinmişimdir.

- Yazarlığa adım attığınız ilk yıllardan bugüne başucu kitabım dediğiniz ve hâlâ ara ara dönüp baktığınız, sevmekten hiç vazgeçmediğiniz kitaplarınız var mıdır?

Gençliğimde: “Tüm insanlar hemşerilerimdir” diyen Montaigne’nin dört ciltlik denemeleri, kendisini “Hamdım-piştim- yandım” görüşleriyle nitelendiren Mevlana’mızın Güldeste kitabı, Gılgamış Destanı, Homeros kitapları, Stefan Zweig’ın başta biyografi olmak üzere çok değerli kitaplarından oluşan evrensel nitelikteki kitapları vb. değişik yaşlarımda ve değişik ruh hallerindeyken, dönüp dönüp okuduğum kitaplardan bazılarıdır.

- Yazarlığınızın ilk yıllarında kullandığınız daktilonun yerini bugün bilgisayar aldı. Çocukların, gençlerin, hatta yetişkinlerin kendilerini oyalayabilecekleri bütün materyaller dijitalleşti diyebiliriz.

Dijital içeriklerin bu kadar yaygınlaşmış olması yazarları okurlarından uzaklaştırıyor mu sizce?

Belki de değişimlere ayak uydurmaya koşullanmış bir yazar olduğumdan, dijitalleşmenin beni okurlarımdan uzaklaştırdığını düşünmüyorum. Daktilolar beni çok yordu. 1989 yılında bilgisayarla yazmaya başladım.

O yıllarda özel hastanede olmayı planladığımız ameliyatımı, Çapa Tıp Fakültesi Hastanesi’nde yaptırdık. Ameliyat için hazırladığımız parayla bana bilgisayar alındı. Öylesine sevinip gönendim ki! Yeniliklere uyum sağlamaya doyamadım gitti.

- Yanardağın Yankısı’nda daha önce Mo’nun Gizemi serisinden tanıdığımız Otran karakteri Dero’nun yardımına koşuyor.

Kitaplarınız arasındaki bunun gibi başka bağlantılar ya da okurlarınıza sürprizler var mı?

Suna’nın Serçeleri adlı kitabımda 1970’li yıllarda Milliyet Yayınları’nda basılmıştı. Akilopanta adını verdiğim düşsel bir kuş kurgulamıştım. Alacakaranlık Kuşları romanımda Altın Kitaplar Yayınevi yeniden roman kahramanı olarak kullandım. Hem Akilopantalar hem de Otran, roman kahramanlarım arasında sevdiğim tiplemelerdir.

- Bugünün çocukları ve gençleri müthiş bir rekabet içinde, başarılı olmak için her zamankinden çok daha fazla çalışmak zorunlar.

Peki sizin yazarlığınız süresince kendinizi gerçekten başarılı hissettiğiniz bir an ya da yazarlığa veda etmeyi düşündüğünüz bir an hiç oldu mu?

Yazarlıkta hep iyi ve nitelikli kitaplar yazmaya çabaladım. Başarılı olduğuma inanmasam, yazmayı sürdürmezdim. Yaşamımın hiçbir döneminde “Her türden sıkıntıya karşın” yazarlığı bırakmayı hiç düşünmedim.

- Aynı anda birden fazla hikâye üzerinde çalıştığınız olur mu? Günde kaç saatinizi yazmaya ayırıyorsunuz?

Aynı süreçte birden fazla eser yazmayı kesinlikle düşünmedim. Romanlarımı yazarken, sürekli alışkanlığım olan gazete, dergi okumayı bile ertelediğim yoğun çalışma günleri yaşamışımdır.

Bazı insanlar aynı süreçte birkaç kitabı birlikte okuyormuş. Ben bunu da beceremem. Yaptığım işe tüm vardığımla odaklanmazsam çalışmamda bir adım ilerleyemiyorum.

- Doksanın üzerinde esere imza attınız, yazma sürecinde sizi duygusal olarak zorlayan bir kitabınız oldu mu?

Fadiş’i yazarken, zor günlerimi bir kez daha yaşadım. Bu yaşımda o kitabımı okurken, hâlâ duygu yoğunluğu yaşıyorum.

- Yazma sürecinde uyguladığınız kendinize özel rutinleriniz, alışkanlıklarınız var mıdır?

Yeni bir roman yazmaya giriştiğimde, sabah dokuzda sokağa çıkacakmış gibi giyinirim. Kesinlikle pijama-gecelikle roman yazmaya başlamam.

- Dero gibi boyutlar arası yolculuk yapma olanağınız olsa ve zamanda geriye gidip ilk kitabını yayımlanan Gülten Dayıoğlu ile karşılaşsanız, ona ne derdiniz, ne gibi tavsiyeleriniz olurdu?

“Korkma Gülten. Yazın deryasına dal. Var gücünle suyun üstünde kalmaya gayret et” derdim. Çünkü İlk romanım Fadiş’i yazmaya başlarken pek çok yönden korkularla kuşatılmıştım.