Yumruk gibi öyküler!

Gazeteci Oğuz Güven’in, acı acı gülümseten, yumruk gibi, hepsi gerçek yeni öykülerle genişletilmiş “Zordur Zorda Gülmek” adlı kitabı raflarda. Güven’le kitabını konuştuk.

Özge Bahar / Cumhuriyet Kitap

-Yaşayanlar unutmadı elbet ama kuşaklara unutturuldu/unutturuluyor... Yumruk gibi öyküler, yumruk gibi bir kitap “Zordur Zorda Gülmek”. Cuntanın halkla “yakın teması”nın, yakan yakın tarihin, yakılan, canına itinayla kastedilen insanlığın güncesi... Bu noktada “yaşayazan” bir kalem olarak bu kitapta “ne olmalıyı” hedeflediniz en çok?

- Tek hedef vardı kitabı yazarken, “Unutturmamak”... Delikanlı çağlarında olmalarına rağmen aşklarını bile devrim sonrasına ertelemiş, kendisi için hiçbir şey yaşamamış özverili bir kuşağın idamlarla, faili meçhullerle, işkencelerle, sürgünlerle tankların altında nasıl ezilip yok edildiğini unutturmamak. “Canına itinayla kastedilen insanlığın güncesi” diye çok güzel ifade ettin. İşte bu acı güncenin, eli kalem tutan yakın bir tanığı olarak yazmak, belgelemekti amacım. Darbenin üzerinden 18 yıl geçmiş ve kimse bir şey yazmıyordu. 12 Eylül’le ilgili sadece birkaç kitap vardı. Acılar öylesine büyüktü ki, kimselerin eli varmıyordu yaşadıklarını yazmaya. Zordur Zorda Gülmek işte böyle bir dönemde çıktı.

“78 Kuşağı” diye bir ibare koyduk kapağa. Çok tartışıldı. “78 Kuşağı var mı, yok mu”, “Kayıp kuşak mı, değil mi?” Hâlâ da tartışılıyor bu konular. Hedefim, yeni öyküler ekleyip, 12 Eylül yıldönümlerinde yeni baskı yapmak, yaşadıklarımızı unutturmamaktı. 12 Eylül karanlığına küçük bir fener tutmaktı. Kitap amacına ulaştı. Benim kitabın ardından, bizzat birinci ağızdan yazılmış hepsi birbirinden değerli çok sayıda kitap çıktı. İnsanlar yaşadıklarını en ince ayrıntılarına kadar anlattı, yazdı, çizdi. Belgeseller yapıldı. Ciddi bir 12 Eylül edebiyatı oluştu.

“Canına itinayla kastedilen insanlığın güncesi”nde yazılmayan, çizilmeyen bir olay kalmadı. Şimdi belgeler tamam. Eksik olan bu vahşetin sivil, asker  sorumlularından hesap sorulmaması. Türkiye’nin hâlâ darbe ile yüzleşmemesi.

“BİR KUŞAK VAHŞİCE YOK EDİLDİ”

- Yazdıklarının ne kadarının “bizzat” tanığı ve sanığı da oldun? O trajik dönemin tortularını kazımak, tüm o bilanço, nasıl ağır bir yolculuktu?

- Kitabın önsözünde de belirtmiştim. Başımdan geçen bir olayın sonrasında acı acı gülümserken, bu trajik öyküleri toplayıp yazmalı diye kafama koymuştum. 18 yıl sürdü bu süreç. Kitapta yaşadığım üç olay var. Gerçek olan şu ki, olayları benim yaşamış olup olmamam bir şey ifade etmiyor. Çünkü, Türkiye’nin batısından doğusuna, kuzeyinden güneyine benzerdi yaşanan acılar. Bu nedenle isimler, çok önemli değildi.

Bir kuşağın ortak yazgısıydı. Bir kuşağın, politikleşmiş bir gençliğin vahşet diye nitelendirebileceğimiz uygulamalarla nasıl yok edildiğini göstermek,  tarihe küçük de olsa bir belge bırakabilmekti amacım. 12 Eylül’ün tortularına gelince… O tortu hiçbir zaman kazınmaz. O acı tortu zindanlarıyla,  sürgünleriyle, darmadağın aile yapılarıyla, yoklukla çocuklarımıza da sirayet etti çünkü. O nedenle bu ağır yolculuk gelecek kuşaklara eşit, özgür, demokratik bir Türkiye kurma yolunda umutlarını yitirmemesi için hep sürecek.

“TÜRKİYE DARBENİN TÜM PİSLİĞİYLE YÜZLEŞMELİ”

- Taktikler bütünü, zinciriyle çalışıyor işkenceciler... Ne düzenler, ne düzenekler... O ne disiplin, azim akıl alır gibi değil elbet... Nefretin kökleşmiş, içselleşmiş, görevleşmiş ve de veba gibi salınmış töz hali... İşkencenin ayrıntılarını, insanı insanlıktan çıkarmayı ilmetmiş cuntacıların bozuk ağzını, o gevrek gülüşlerin arkasındaki sapkın dürtüleri de ortaya koyuyor öykülerin..

Kitap boyunca cuntacı elinden sopayı, ağzından küfrü, sırttan tekmeyi eksik etmiyor! Pislik çukurlarına atılan insanların, kırılan kemiklerin, verilen  elektriğin haddi hesabı yok! İzleği bu yönde ne denli kontra kurduğunu anlatır mısın?

- Önce şunu söyleyeyim. Öyle işkenceler duydum ki, bunların bir kısmını yazamadım bile. Bunların büyük bir kısmı da kadınların gördükleri işkencelere aitti. Elleri kolları bağlı kocasının, babasının gözü önünde tecavüz edilen kadınlar. İşkencenin tecavüzüne uğrayan ve hamile kalan bir kadın. Bunlar hangi vicdana sığar. Ben bunları söylerken isyan ediyorum, bu insanlık utancını yaşayanların durumunu, yaşadıkları travmayı siz düşünün. Bunları  yapanlar neye, kime güvendiler. Elbette 12 Eylül generallerine ve onların yasalarına. Ve o yasalar bugün hâlâ o insanlık suçunu işleyenleri koruyor. 

Zaman aşımından beraat ettiriyor. Askerinden doktoruna, polisinden gazetecisine bu suça ortak olmuş, susmuş, kendi yapmasa bile görmüş onay vermiş, aklamış kim varsa yargılanmalı. Türkiye darbenin tüm pisliğiyle yüzleşmeli.

“MİZAHI BİR BAŞKALDIRI ARACI OLARAK SEÇTİM”

- Mizah... Ağır perdeden, gülmek günah geliyor adeta... Gülümsemek suçlu hissettiriyor okurken... Evet, “Zordur Zorda Gülmek”... Bu biçemi, mizahın metindeki aralıklı konuşunu mutlaka sormalı?

- En başta günlük yaşamın içinde ironiyi, mizahı, insanlara takılmayı çok severim. Mizahla olayları anlatmak, okutmak, kavratmak daha kolay geliyor bana. Yenilmiş, darmadağın edilmiştik. Ve bu çaresizliğin içinde mizahı bir başkaldırı silahı olarak seçtim. 12 Eylül’ün insanlık dışı uygulamaları bir süre  sonra sadece rakı masalarında konuşulur olmuştu. Ancak dikkatimi çeken çekilen acılardan çok o anlık mizahın ön plana çıkmasıydı. İşkence tezgâhında bile o anlık mizah daha çok paylaşılıyordu.

“İnsan acıları unutmazsa yaşayamaz” derler ya, işte o türden. Hem o dönemi anlatmak, hem de mizah yapmak zordu ama kitap da buradan adını aldı  zaten.

YENİ İŞKENCE METODU BULAN ÖDÜLLENDİRİLDİ”

- Faşist kafanın müritlerinin ellerinden güç hani “az biraz” da olsa gidip, devran dönünce dönüştükleri ve içimizde barındıkları hali de okuyoruz... O açıyı da ihmal etmiyorsun. Nasıl bir sefilliktir onlarınki?

- Komutanına, üstüne yaranma sefilliği onlarınki. Bugün nasıl havuz medyasının genel yayın yönetmenleri gazetelerin başında, bugün Başbakan’a nasıl yaranabilirim, daha da gözüne girebilirim diye olmadık haberler üretip rezil yalan başlıkları atıyorsa, o günün alttaki sefilleri de darbeci yönetimin gözüne
girebilmek için işkence çeşitleri üretiyordu.

Örneğin Diyarbakır zindanında yazdığım inanması güç birçok işkence çeşidinin yaratıcısı sıradan erlerdi. Başlarındaki işkenceci yüzbaşı buldukları
her vahşi uygulama için erleri ödüllendirir, onbaşı ya da çavuş yapardı. İçinde mizah olmadığı için birleştirip yazamadığım bu vahşetin ayrıntılarını yaşayanlar bir bir yazdı. Ve inanın ben bu kitapları okuduğum hiçbir gün sinirimden uyuyamadım.

Kitabı yazarken gerginlikten uykuyu unuttum. Ama bu işkenceleri bu vahşeti yapanlar nasıl akşam evlerine gitti, nasıl çocuklarına sarıldı, nasıl  yaşamlarını sürdürdü hâlâ anlayabilmiş değilim.

“GEZİ... VE MİZAH, DEVLETİ YENER!”

- Geçen yıllar sonrasında tanıdıklarında ve/veya buluştuklarında neler gözlemledin? Ne dediler, ne umuyorlar?

- En önemli gözlemim, şimdilerde pek rastlanmayan eski paylaşımcı günleri hemen herkesin özlediği. Acıyı, tatlıyı, ekmeği, cebindeki son kuruşu paylaşan bir kuşağın, paramparça olmasına rağmen bu değeri koruması önemli. Ve Gezi olaylarıyla birlikte duyarsız, içine kapanık diye bakılan bir kuşağın demokrasi mücadelesinde yeşerttiği umutlar çoğunluğun ortak paydası. Gezi olaylarında gençlerin devlet şiddetine karşı mizahı, orantısız zekâyı kullanması, acının içindeki mizahı göz ardı etmeyen benim için çok ayrı bir mutluluk kaynağı.

- Günümüz o karanlık günlere dair neleri anıştırıyor sana? Ve kitabının günümüze dair bir devamını yazacak mısın?

- 34 yıldır 12 Eylül Anayasası ile yönetiliyor bu ülke. Evren’in bile kullanmadığı yetkileri kullanan bir Cumhurbaşkanı var başımızda. 12 Eylül bir başka biçimde sürüyor yani. Şu an mesleki yoğunluğun içinde yeni bir kitap çok zor. Gazetecilik mesaisi bittiğinde neden olmasın.