Yenik Solun Yorgun Vicdanı -II-

cumhuriyet.com.tr

 

’960’larda, ’970’lerde, okumuş yazmış, vicdan ve sağduyu sahibi insanlarımızın çoğu siyasi yelpazenin solunda yer alıyordu. Türkiyenin iki yüzyıl geç kaldığı kapitalizmle adaletli biçimde kalkınamayacağı o kadar açık seçik ortadaydı ki (Hâlâ da öyledir!) Solun tüm dünya için ümit olduğu dönemlerde solcu olmak kolaydı. Devrim, pek çok kişinin sevdiği bir şeydi.

İnsanlık tarihinin açık seçik gösterdiği kimi hakikatler var: Devrimler olmasaydı, devrimleri önceleyen toplumsal haksızlıkların hiçbiri kendiliğinden düzelmezdi. Egemenler, ellerindeki gücü ve sahip oldukları dünya nimetlerini kendiliklerinden insan kardeşleriyle paylaşacak denli yüce gönüllü olamamışlardır, dünyanın hiçbir yerinde.

Fransız devrimi yaşanmasaydı, ne tüm yurttaşların oy hakkı hayata geçebilir, ne kadınlar yurttaştan sayılırdı. Sosyalist devrimler gerçekleşmeseydi, sekiz saatlik iş günü, ücretsiz izin gibi hakları, çalışanlar olarak rüyamızda görürdük. Avrupa sosyal demokrasileri, yanı başlarındaki Sosyalist blok ve onun gölgesi devrim ihtimali olamasaydı, sosyal haklar konusunda eli açık davranmazlar, davranamazlardı.

Nitekim sosyalist blokun yenilmesiyle tüm dünyada sosyal hakların gerilemesi el ele gitmiştir ve gitmektedir.

Tarihin gösterdiği bir diğer gerçek, sevimsizdir: Devrimler yozlaşabilir. Devrimlerin mecburen başvurduğu zor, maksadını aşabilir; devrimin doğasındaki bir unsur olmaktan çıkıp başlıca niteliği haline dönüşebilir. Bu olgunun en geniş çerçeveli açıklaması, insan denen varlığın kusursuzluktan hayli uzak yapısı ve bu kusurlu yapının iktidar denen güçle kurduğu karmaşık ilişkidir, belki de..

Sosyalist rejimler

Reel sosyalist ülkelerdeki kimi irkiltici uygulamalar, kimsenin meçhulü değildir; ve değildi; hele ’960’larda, ’970’lerde çeşitli sol hareketlerin önder kadrolarının, kuramcılarının meçhulü hiç değildi. O zamanlar benim, sempatizan olarak yorumum, bu değerli arkadaşların bu hadiseleri, kapitalist blokun düşmanca tutumu karşısında bunalan sosyalist rejimlerin kaçınılmaz sıkıntıları olarak kabul edip deyim yerindeyse bağırlarına taş basarak devrim yolunda yürüdükleri doğrultusundaydı.

Sonra şaşırarak şunu gözlemlediğimi anımsıyorum; kimi arkadaşlar bu uygulamaları düpedüz onaylıyorlardı, hem de bir vicdan muhasebesi yaparak ve bağırlarına taş basarak filan değil. Büyük çoğunluk ise üç maymunu oynamayı tercih ediyor, böyle şeyler dünyada yaşanmıyormuş gibi davranıyordu.

Sol hareketler

Elbette bu söylediklerim soldaki herkesi kapsamaz, kapsayamaz; malum, kişisel gözlem kişisel deneyimle sınırlıdır. Ancak, diğer ülkelere dair okuduklarımız, benim kendi çok da dar olmayan çevremde hasbelkader yaptığım saptamaların, birçok ülkenin birçok sol hareketi için de geçerli olduğunu ortaya koymakta.

’960’ların ’970’lerin örgüt üyesi ya da militan solcularının verdikleri mücadeleye, ödedikleri bedele, çektikleri çileye sonsuz saygı duyarım; ama onların da kendi deneyimlerine saygı duymaları gerekmez mi?

Sözüm, şu anda eski ideallerine tam tamına zıt konumlara geçmiş ya da savrulmuş aydınlaradır.

Yenilmek çetin iştir, kişiyi değiştirebilir; insan, yenilginin mihenk taşında, siyasi görüşünün özbenine hiç uymadığını da fark edebilir; bunlar ayıp şeyler değildir; insanın başına gelen hiçbir şeyin hiçbirimiz yabancısı değilizdir aslında! Ama bazı uyulması gereken insani incelikler vardır:

Bir zamanlar savunulan devrimde içkin zor, yeni mi fark edildi? Siyasi parti, dernek, vs., önde geleni ve/veya kuramcısı olanların vaz ettikleri yöntemler uğruna sadece kendileri acı çekmedi, birçok insan öldü, tutuklandı, işsiz kaldı, yakınlarını kaybetti.

Şimdi, yaşanılan kişisel dönüşümü, siyasi bir tavır, bilimsel bir tez gibi, hatta yaşadığımız çağın bir gerekliliği gibi sunarak tüm devrimleri, devrim olgusunu reddetmek biraz ayıp olmuyor mu?

Türkiye Cumhuriyeti devriminin bu ülke için başardıklarını görmezden gelip kuşkusuz dünyanın en nazik devrimlerinden biri olan Cumhuriyet devrimine ama baskıcıydıdiye kusur bulmak bilimsel bir tavır mı sayılacak! Sosyalist devrimlerin otoriter yapısından vicdanları şimdi rahatsız olan eski sosyalistler, neoliberalizmin egemenliğindeki günümüz dünyasındaki baskın şiddeti görmüyorlar mı?

Açlığa, yoksulluktan öte yoksunluğa ve buna bağlı sağlıksızlığa, açıkçası ölüme mahkûm edilmiş kitleler, yani dünya denen bu gezegenin nüfusunun en büyük kısmı şiddet mağduru değil mi? Ve umarları nedir, var mıdır? Neoliberalizmin ağababaları, IMF, Dünya Bankası, yoksun kitleler için hiçbir umut vaat edemediklerini açıkça ve utanmazca ilan ve itiraf ederlerken neoliberalizme tutkun eski solcular, kendilerini nasıl hâlâ enternasyonalist diye adlandırabilmektedirler?

Devrimleri doğalarında içkin otoriter yapı dolayısıyla eleştirmek, kış mevsimini ama soğuk oluyor’’ diye eleştirmeye benzer. Tek sözcükle saçmadır!

Yaşam ilkesi olarak diyalog kurmayı benimseme iddiasındaki sayın toplumbilimcilere, siyaset bilimcilere düşen, saçmayla uğraşmak yerine, devrimlerin kazanımlarının, neoliberal saldırılar karşısında barışçıl yöntemlerle nasıl korunabileceği üzerine kafa yormak olmalıdır. Bu konuda söyleyecek yeni ve makul bir sözü olan varsa, onu herkes dinlemeye hazırdır; yeni ve makul bir sözü olmayanların ise eğer kendilerine saygıları varsa, yapacakları tek şey, vaktiyle üç maymunu oynadıklarını hatırlayıp susmaktır!

 

’960’larda, ’970’lerde, okumuş yazmış, vicdan ve sağduyu sahibi insanlarımızın çoğu siyasi yelpazenin solunda yer alıyordu. Türkiyenin iki yüzyıl geç kaldığı kapitalizmle adaletli biçimde kalkınamayacağı o kadar açık seçik ortadaydı ki (Hâlâ da öyledir!) Solun tüm dünya için ümit olduğu dönemlerde solcu olmak kolaydı. Devrim, pek çok kişinin sevdiği bir şeydi.

İnsanlık tarihinin açık seçik gösterdiği kimi hakikatler var: Devrimler olmasaydı, devrimleri önceleyen toplumsal haksızlıkların hiçbiri kendiliğinden düzelmezdi. Egemenler, ellerindeki gücü ve sahip oldukları dünya nimetlerini kendiliklerinden insan kardeşleriyle paylaşacak denli yüce gönüllü olamamışlardır, dünyanın hiçbir yerinde.

Fransız devrimi yaşanmasaydı, ne tüm yurttaşların oy hakkı hayata geçebilir, ne kadınlar yurttaştan sayılırdı. Sosyalist devrimler gerçekleşmeseydi, sekiz saatlik iş günü, ücretsiz izin gibi hakları, çalışanlar olarak rüyamızda görürdük. Avrupa sosyal demokrasileri, yanı başlarındaki Sosyalist blok ve onun gölgesi devrim ihtimali olamasaydı, sosyal haklar konusunda eli açık davranmazlar, davranamazlardı.

Nitekim sosyalist blokun yenilmesiyle tüm dünyada sosyal hakların gerilemesi el ele gitmiştir ve gitmektedir.

Tarihin gösterdiği bir diğer gerçek, sevimsizdir: Devrimler yozlaşabilir. Devrimlerin mecburen başvurduğu zor, maksadını aşabilir; devrimin doğasındaki bir unsur olmaktan çıkıp başlıca niteliği haline dönüşebilir. Bu olgunun en geniş çerçeveli açıklaması, insan denen varlığın kusursuzluktan hayli uzak yapısı ve bu kusurlu yapının iktidar denen güçle kurduğu karmaşık ilişkidir, belki de..

 

Sosyalist rejimler

Reel sosyalist ülkelerdeki kimi irkiltici uygulamalar, kimsenin meçhulü değildir; ve değildi; hele ’960’larda, ’970’lerde çeşitli sol hareketlerin önder kadrolarının, kuramcılarının meçhulü hiç değildi. O zamanlar benim, sempatizan olarak yorumum, bu değerli arkadaşların bu hadiseleri, kapitalist blokun düşmanca tutumu karşısında bunalan sosyalist rejimlerin kaçınılmaz sıkıntıları olarak kabul edip deyim yerindeyse bağırlarına taş basarak devrim yolunda yürüdükleri doğrultusundaydı.

Sonra şaşırarak şunu gözlemlediğimi anımsıyorum; kimi arkadaşlar bu uygulamaları düpedüz onaylıyorlardı, hem de bir vicdan muhasebesi yaparak ve bağırlarına taş basarak filan değil. Büyük çoğunluk ise üç maymunu oynamayı tercih ediyor, böyle şeyler dünyada yaşanmıyormuş gibi davranıyordu.

 

Sol hareketler

Elbette bu söylediklerim soldaki herkesi kapsamaz, kapsayamaz; malum, kişisel gözlem kişisel deneyimle sınırlıdır. Ancak, diğer ülkelere dair okuduklarımız, benim kendi çok da dar olmayan çevremde hasbelkader yaptığım saptamaların, birçok ülkenin birçok sol hareketi için de geçerli olduğunu ortaya koymakta.

’960’ların ’970’lerin örgüt üyesi ya da militan solcularının verdikleri mücadeleye, ödedikleri bedele, çektikleri çileye sonsuz saygı duyarım; ama onların da kendi deneyimlerine saygı duymaları gerekmez mi?

Sözüm, şu anda eski ideallerine tam tamına zıt konumlara geçmiş ya da savrulmuş aydınlaradır.

Yenilmek çetin iştir, kişiyi değiştirebilir; insan, yenilginin mihenk taşında, siyasi görüşünün özbenine hiç uymadığını da fark edebilir; bunlar ayıp şeyler değildir; insanın başına gelen hiçbir şeyin hiçbirimiz yabancısı değilizdir aslında! Ama bazı uyulması gereken insani incelikler vardır:

Bir zamanlar savunulan devrimde içkin zor, yeni mi fark edildi? Siyasi parti, dernek, vs., önde geleni ve/veya kuramcısı olanların vaz ettikleri yöntemler uğruna sadece kendileri acı çekmedi, birçok insan öldü, tutuklandı, işsiz kaldı, yakınlarını kaybetti.

Şimdi, yaşanılan kişisel dönüşümü, siyasi bir tavır, bilimsel bir tez gibi, hatta yaşadığımız çağın bir gerekliliği gibi sunarak tüm devrimleri, devrim olgusunu reddetmek biraz ayıp olmuyor mu?

Türkiye Cumhuriyeti devriminin bu ülke için başardıklarını görmezden gelip kuşkusuz dünyanın en nazik devrimlerinden biri olan Cumhuriyet devrimine ama baskıcıydıdiye kusur bulmak bilimsel bir tavır mı sayılacak! Sosyalist devrimlerin otoriter yapısından vicdanları şimdi rahatsız olan eski sosyalistler, neoliberalizmin egemenliğindeki günümüz dünyasındaki baskın şiddeti görmüyorlar mı?

Açlığa, yoksulluktan öte yoksunluğa ve buna bağlı sağlıksızlığa, açıkçası ölüme mahkûm edilmiş kitleler, yani dünya denen bu gezegenin nüfusunun en büyük kısmı şiddet mağduru değil mi? Ve umarları nedir, var mıdır? Neoliberalizmin ağababaları, IMF, Dünya Bankası, yoksun kitleler için hiçbir umut vaat edemediklerini açıkça ve utanmazca ilan ve itiraf ederlerken neoliberalizme tutkun eski solcular, kendilerini nasıl hâlâ enternasyonalist diye adlandırabilmektedirler?

Devrimleri doğalarında içkin otoriter yapı dolayısıyla eleştirmek, kış mevsimini ama soğuk oluyor’’ diye eleştirmeye benzer. Tek sözcükle saçmadır!

Yaşam ilkesi olarak diyalog kurmayı benimseme iddiasındaki sayın toplumbilimcilere, siyaset bilimcilere düşen, saçmayla uğraşmak yerine, devrimlerin kazanımlarının, neoliberal saldırılar karşısında barışçıl yöntemlerle nasıl korunabileceği üzerine kafa yormak olmalıdır. Bu konuda söyleyecek yeni ve makul bir sözü olan varsa, onu herkes dinlemeye hazırdır; yeni ve makul bir sözü olmayanların ise eğer kendilerine saygıları varsa, yapacakları tek şey, vaktiyle üç maymunu oynadıklarını hatırlayıp susmaktır!