Yapıtlarıyla Mehmet Başaran...
Şair, eğitimci, yazar, sakıncalı çavuş, tehlikeli köylü, kem gözlerin takibinden, soruşturmasından emekli olana dek kurtulamayan öğretmen... Zalimlerin zulümlerine inat, inadından, öğrencilerine taşıdığı ışığından vazgeçmeyen... Toprak adam, bilge zeytin ağacı, ıhlamur kokulu denetmen… Mehmet Başaran’ın şiir kitaplarından Özgürleşme Eylemi Köy Enstitüleri, Elif Diye Bir Türkü - Dilsiz Oyunu, Çarığımı Yitirdiğim Tarla - Aç Harmanı Literatür Yayınları’nca yeniden basıldı.
Ümit CingözFotoğraflar: VEDAT ARIK
Mehmet Başaran’ın öğretmenliği de köy enstitülerinin akibeti de en çiçekli en meyveli zamanlarında filiz kıran fırtınasının gadrine uğramadılar elbet! Miskin Adem oğulları tarafından filizleri, yeşil yeşil dalları da kırılmadı! Demokrat Parti’nin ağaları, vekilleri tarafından başlarına pişmiş tavukların başına gelenlerden daha beteri getirildi. Öğretmenler, öğretmen adayları apar topar askere alındılar, suçlularmış gibi sürüldüler, kelepçe vuruldular, yedek subaylık hakları "görülen lüzum üzerine" ellerinden alındı. Yokluktan, yoksulluktan kendi elleriyle yaptıkları okulları, işlikleri, uygulama bahçeleri, kütüphaneleri tarumar edildi.
TOPRAK ADAM
Mehmet Başaran, şair, eğitimci, yazar, sakıncalı çavuş, tehlikeli köylü, kem gözlerin takibinden, soruşturmasından emekli olana dek kurtulamayan öğretmen... Zalimlerin zulümlerine inat, inadından, öğrencilerine taşıdığı ışığından vazgeçmeyen... Toprak adam, bilge zeytin ağacı, ıhlamur kokulu denetmen...
Şiir kitaplarından ilk defa 1953’te basılan Ahlat Ağacı, 1979’da Orhan Kemal Roman Ödülü’nü alan Memetçik Mehmet romanı, 1983’te basılan öykü kitabı Yüreğin Sesi Zeytin Ülkesi, Özgürleşme Eylemi Köy Enstitüleri, Elif Diye Bir Türkü - Dilsiz Oyunu, Çarığımı Yitirdiğim Tarla - Aç Harmanı Literatür Yayınları tarafından 2020’de yeniden basıldı.
Ahlat Ağacı’ndaki şiirlerini serbest nazımla yazılmış ama gerek dil, uyak, redif gerekse içerik bakımından halk şiirine yakın şiirler.
Âşık Veysel’in "Kara Toprağı"ndaki toprak, Pir Sultan Abdal’ın “İrençberler Hoşça Tutun Öküzü”ndeki öküzler, Dadaloğlu’nun şiirlerindeki toprak ana, hayatın yüküne ortak olan eşekler, toprağın kahrını birlikte çektikleri, birlikte terledikleri terli öküzler, buğday taşıyan karıncalar, yağmurda yalbırdayan sarışın tarlalar, ebem kuşakları, çarıklar, yamalı gökyüzü, ayışığı renkli sarıkları geceyi ve insanları aydınlatmayan imamlar, sesine güneşi takıp insanlar karanlıktan uyansın diye uzun uzun öten erkenci horozlar, ekilmediği yerde bitmiş karaçalılar, Köse’yle Keloğlan…
İLAN-I AŞK
“Gücüm senden / Acım senden / Senden dizimde derman / Gözümde fer / Yerinden değil mi / Dudağında titreyen çitler / Rengin alnıma vurmuş / Tabanlarımda hâlâ sızın / Sırtım terli / Bak nasıl yanıyor avuçlarım / Kara toprak / Seni seviyorum “
“Dikenli yolları unutmuş ayakları / Buğday taşıyan karıncalara hayran / Bir güzel mevsim önünde / Çiçekli dallar gibi konuşur elleri”
“Terledin diye bu toprak için / Sevdin diye bu halkı / Dil uzatırlarsa sana / Eserine senin / Yüzü kızarır gerçeğin / Susamaz konuştuğumuz dil / Ak sütü kadınlarımızın / Susamaz kan”
“Dilerim açık olsun daima / Memleketimin bahtı / Bütün işleri yolunda gitsin / Yaşamaktan alsın herkes hakkını / Sevinsin yoksul köyler sevinsin”
YÜREĞİN SESİ ZEYTİN ÜLKESİ
Yüreğin Sesi Zeytin Ülkesi’ndeki öyküleri Türkiye’nin aydınlanma mücadelesinin nasıl örselendiğini anlatıldığı otobiyografik öykülerinden oluşuyor.
Bu dünyada Olimpos’ta oturduklarını sananların rahatlarını kaçıran ateşi, aydınlığı halka taşıyan Anadolulu genç Prometeusların öyküleri… Karınlarını doyuramayanlara gezi; okuma yazma bilmeyenlere düşünce özgürlüğü verdik diye övünen kara yürekli, düşman kafalı sözde demokratların öyküleri...
Ağaların, beylerin, Anadolu halkını köleleştirememelerine duydukları öfkeyi, pırıl pırıl köy çocuklarının enstitülerden oyunlarla, hilelerle horlanmalarının öyküleri… Bu taşa, bu toprağa, bu garip başa diye saçtığı tohumlardan ekmeklik buğdayını dahi çıkaramayıp, silkim zamanı zeytin ırgatlığına gidenlerin yokluk, mecbur insanlık öyküleri… Ağaya beye yüz vermeyen; yoksula, düşküne yetişen Alim Sultan’ın öyküleri...
Konferanslarını kurup ağalara, beylere yüz vermeyen cıbılların, dünyayı yıkıp yeniden düzeltmeye çalışanların öyküleri… Mevki, vurgun, arsa, parsa koltuk makam peşinde koşanların dalavereleri, başkalarına acı çektirenlerin kötücül öyküleri… Tahta attan çıkıp Troya’yı ve Anadolu’yu yakıp yıkıp talan edenlerin öyküleri… Topraktan öğrenip, kitapsız bilenlerin öyküsü...
Tarlaları sürenlerin, ekin biçenlerin, kızgın ateş karşısında demir dövenlerin, nasırlı elleriyle ekmek yoğuranların, dağa bele yol döşeyenlerin, yerin yedi kat altından maden çıkaranların, makineleri yürütenlerin... Çocukları okutulmak istenmeyen, düzgün evlerde, insanca işlerde, hastaneli, bahçeli, okullu kentlerde yaşatılmak istenmeyen, parasız ameliyat edilmek istenmeyenlerin öyküleri…
ÇINGIL ÇINGIL YILDIZLAR, ŞAFAKLAR!
Uzanarak dokunabileceğimiz çıngıl çıngıl yıldızların, börtü böcek suskunluğunun, zeytin ağacının dallarından yalbırdayan ıslak danelerin, gözleri güvem rengi bir tecik kızların… Gül parmaklı Odiyesus şafağının, Zeus gibi dolanan Mustafa Dayının… Tonguç’un, Hasan Ali Yücel- Kenan Önder davasının, Sabahattin Ali’nin katledilmesinin, Hasanoğlanlıların… Taşı, toprağı övünce ses etmeyenlerin ama işçi, köylü duydu mu çileden çıkan şiş göbek, koltuk adamların... Eli para, neticesi koltuk gördü mü meslektaşlarına pis pis bakan gevşeklerin...
Memetçik Memet’te köy enstitüsü mezunu arkadaşları gibi öğretmenlik yaparken Demokrat Parti kararıyla askere yedek subaylık hakları "görülen lüzum üzerine" ellerinden alınıp askere çağrılmalarını, askerlikte kendilerine sakıncalı düşman askerleriymiş gibi davrananları anlatır.
Aksu’da çiçeği burnunda köy öğretmeniyken Demokrat Partililer köylere okul yaptırmayı köylüye zulüm, enstitülerde yapılan eğitimi de komünistlik saydıkları için Millî Eğitim’de kıyım yapmaya öğretmenlerden başlarlar. Öğretmenleri köy okullarından, enstitülerden toplarlar, öğrencileri yaralı kuşlar gibi arkalarından bakakalır.
HEHEHEEEEY!
“İkinci Dünya Savaşı dönemindeki olağanüstü sıkılar silindiri, üzerlerinden geçmişti. Yasaları, niçin sürüldüklerini, ne zaman kurtulacaklarını bilmiyorlardı. Memleketi, halkı katıksız bir sevgiyle seviyorlardı. Ağır koşullar altında ezilmiş, yıpranmış, ama yıkılmamışlardı. Nazım Hikmet’ten bir şiir, insanların yaşamını söndürmeye yetiyordu. Her çalının ardında bir isyan gören göz, izliyordu onları. Dünyada yenilen faşizm, Türkiye’de gittikçe semiriyordu.” (s.84-85)
Mehmet Başaran’ın yaşamı, söylencelere; söylenceleri hayata karışır
Heheheeeey! Yaşamı kirletenlere lanet olsun! .... olsuuuun! suuun! suuun!
“Bütün karanlıklara inat / İçinden pazarlıklı rüzgârlara inat / Yolumuz aydınlık bir nehir gibi / Büyük denizlere doğru akıyor / Ağır ağır dönen dünyamızda”.