Ulusallaşma Süreci ve Anadolu'da Tutunma
cumhuriyet.com.trBir halk düşünün ki kurduğu imparatorluk uygar (!?) Batı’nın vahşi pençeleriyle darmadağın edilmiş, can havliyle kurtarıcısının ve kurucusunun eliyle toparlanmaya çalışmış, uluslaşma sürecine girmiş ama son 60 yılını da heba ederek yeniden dağılmanın eşiğine gelmiş.
Geçmişimizde 16 kez devlet kurmuş olmakla övünüyoruz. Demek ki 16 kez de uluslaşmayı tamamlayamadan dağılma becerisini göstermişiz!
Bu topraklarda, Anadolu’da, güçlü devlet kurmayı başaramayan kavimlerin tutunamadıkları bilinmektedir. Şimdiki durumumuza gelmiş olmanın nedenlerinin tümünü ‘uluslaşma sürecini tamamlayamamış olmak’ kavramıyla tanımlamanın mümkün olduğunu ifade edelim.
Nedir uluslaşmak yahut ne değildir? Uluslaşmak,
• Dil, tarih ve kültür birliğini öne çıkarmak, toplumu bilinçlendirmek,
• Sosyal sınıflar ve katmanların uyum içinde var olmasını sağlamış olmak,
• Yaşam felsefesi olarak mistisizmin tutsağı olmak yerine akılcılığı benimsemek,
• Çağdaşlığı önce yakalamak, sonra da sürdürebilmek için çalışmanın, araştırmanın, yenileşmenin gereklerini yerine getirmek,
• Birlikte yaşama istenç ve iradesine sahip olmak,
demektir.
Ekonomik bağlamda, bu yoksul halkın küçük birikimleriyle oluşturulan varlıkları, kurumları yerli-yabancı sermaye odaklarına satıp elden çıkarırsanız bu sürecin doğal siyasi sonucu olarak yabancılara boyun eğer, yaşadığınız toprakların sahibi değil de kiracısı, çalışanları konumuna indirgenmek zorunda kalırsınız.
Olan bitenin yukarıdaki süreçten bir farkı var mı? Toplumsal yapı bütünüyle bozulmuş, etnik ayrımcılıkla boğuşan kurumları birbirine düşman kılınmış, GSMH ile yarışan bir borca batmış, ayrıcalıklı bir sosyal sınıfın ulusalcılıkla bağdaşmayan tercihlerinin hâkim olduğu bir topluma dönüşmüşüz.
Eloğlunun insafı yoktur. Sizi diz çöktürmeye de çalışır, ekmeğinizi de elinizden alır, kanınızı da ister, askerinizin başına çuval da geçirir.
Bu mudur onurlu yaşamak?
Bu mudur geleceğe güvenle bakmanın gereği?
El kapılarında ‘Ne olur beni de alın’ diye yalvarmak yerine önce ‘adam olmak’, toplumca üretim seferberliğine girişip üretilenleri hakça dağıtmak, sonra da yabancıların bizi davet etmelerini (gerekliyse) beklemek düşünülmelidir.
Peki ama hep ‘durum belirleme’ ve ‘yakınmak’ yerine biraz da ‘ne yapabiliriz’ sorusunu yanıtlamaya çalışalım. Önce bunalımdan çıkabilmek için gerekli maddi olanaklara ve yetişmiş insan gücüne sahip olduğumuzu belirtelim. Bozulan tablonun olumsuzluğu imkânların kısıtlılığından değil, yönetim zaafından ve yanlış tercihlerden kaynaklanmaktadır. Tablo ne kadar olumsuz olursa olsun sahip olduğumuz varlıklar bir yeniden kurtuluş savaşımı (savaşı değil(!)) için bizleri cesaretlendirmektedir.
Önce şu hususu belirtelim ki her sorunun bir çözümü ve her çözümün de bir maliyeti vardır. Şayet hep beklemede kalmayı seçerseniz ödeyeceğiniz maliyet (toplumsal, ekonomik, siyasal, uluslararası ilişkiler) yükselir ve sorunlar geri döndürülemez boyutlara ulaşabilir. Buna herhalde meydan vermemek ve zamanında müdahale etmek gerekir.
Toplumsal yapımız 20. yüzyıl başındakinden şüphesiz farklıdır. Yeniden kurtuluş savaşımına 1919’larda rastlayamadığımız demokratik kitle örgütlerinin doğrudan katılımını sağlamak Türkiye’ye çağ atlatacak ve demokratik yaşamda Batı ile yarışmamızı ve hatta onların önüne geçmemizin de yolunu açacak atılımlardan biri olacaktır. Genç Türkiye Cumhuriyeti’nin kadın haklarını gelişmiş Batı’dan daha önce tanımış olduğunu düşünürsek katılımcı demokrasiye geçme umudumuzun da bir hayal ürünü olmadığını değerlendirebiliriz.
Burada ileri sürülen fikirlerin gerçekleşmesinin mümkün olmadığını düşünenlere söylenecek bir çift sözümüz var: Yaşadığımız bunalımın boyutları olağan ve geçici önlemlerle aşılabilecek ölçülerin ötesine geçmiştir ve bir başka deyişle yeniden bir kurtuluş savaşımı verilmesi zorunlu görülmektedir. Şayet bu ülke insanı
• Devrimci ruhunu yitirmiştir,
• Kültürel yapısı böyle bir süreci destekleyebilecek düzeyde değildir,
• Temel ihtiyaçlarını karşılama, gününü kurtarma güdüsü ulusça varolma ve onuruyla yaşama isteminin önündedir ve hep öyle olmuştur ve olacaktır.
diyerek çıkış yollarını bulmanın imkânsızlığına inanıyorsanız ya yeterli inanca sahip değilsiniz ya da ‘artık bizden geçti, bu genç nesillerin işidir’ şeklinde bir tutum içine girmişsinizdir. Oysa basın-yayın ve toplumu koşullandırma organlarının (medya: gazete-TV-tiyatro vb.) çok değil, söz gelimi bir ay boyunca ulusalcı yayın yapması halinde bu küçümsenen halkın nasıl bir sel olup aktığını görürsünüz.
Karşıdevrimciler boşuna mı medyayı kontrolleri altında tutup toplumu yanlış bilinç yaratma bombardımanına tutuyorlar? Geride kalan bir tek gazeteye bile tahammülleri yok.
Gelecek, ona inananların ellerinde şekillenecektir...