Tutuklu ya da Hüküm Giymiş Milletvekilleri ve 12 Eylül Hukuku
cumhuriyet.com.trSiyasal iktidarın akıl hocalığına soyunmuş üstat hukukçular, ideologlar, “yetmez ama evetçiler”, şimdi toplanın ve bir karara varın: Ya 12 Eylül Demokrasisi ya da Avrupa Demokrasisi. Ama 12 Eylül demokrasisini tercih edecekseniz, o zaman 12 Eylül’le hasaplaşma masalıyla milleti oyalamaktan vazgeçin ve içiniz kaldırıyorsa, 12 Eylül Hukuku’nun her alanda tepe tepe kullanılmasını seyredin.
12 Eylül yaklaşıyor. Hukuk ve özellikle yargı açısından 12 Eylül, tarihimizin önemli bir dönüm noktasıdır. Tabii bu bağlamda 12 Mart’ı da unutmamak gerekir. Ali Sirmen her iki tarih arasındaki yazılarını “Onikiden Onikiye Türkiye” başlığı altında kitaplaştırmıştı. 12 Mart, 1961 Anayasası’nı halkımız için lüks sayıp bugünün tohumlarını attı. Birinci On iki Eylül (12 Eylül 1980), hukukumuzu otoriter bir düzene dönüştürdü ve buna bağlı olarak bağımsız yargımızın kimyasını bozdu. İkinci On iki Eylül (12 Eylül 2010) ise, asker-sivil elbirliği ile atılan bu adımları ve AKP iktidarı döneminde onu izleyen süreci tamamladı. Bu süreç içinde hukuk, herkes için geçerli, objektif ve adil bir düzen olmaktan çıkmış, herkesin her hareketinin izlendiği kuşkusuyla yaşadığı zehirli bir ortam yaratılarak, hukuk devleti ilkesinin güven unsuru tahrip edilmiştir. İkinci 12 Eylül, bunu sonuçlandırmak üzere yargıyı siyasal iktidarın güdümüne bağladı. Siyasal iktidarın hukukçu ideologları buna süslü bir ad koydular: “yargının demokratik meşruiyeti”. Ama ortada bir paradoks var, ki göz tırmalıyor. Yargıyı siyasal iktidara bağlamayı “demokratik meşruiyet” olarak açıklayanların, sıra ulusal iradenin doğrudan tecellisine gelince, milletvekillerinin tutuklu kalması ya da milletvekilliği tutanağının iptal edilmesi karşısında dilleri tutuluyor. Yeni anayasa değişikliği sırasında 12 Eylül’le hesaplaşmaktan söz edenler, şimdi büyük bir pişkinlikle 12 Eylül hukukuna sarılıyorlar.
Hukuksal durum
1) Önce tutuklu milletvekillerinin hukuksal durumlarına bakalım. 1961 Anayasası’nın 79/2. maddesine göre, “Seçimden önce veya sonra bir suç işlediği ileri sürülen bir Meclis üyesi, kendi Meclisi’nin kararı olmadıkça tutulamaz, sorguya çekilemez, tutuklanamaz ve yargılanamaz”. Bu kuralın tek istisnası, “Ağır cezayı gerektiren suçüstü hali”dir. 1982 Anayasası’nın 83. maddesi ise buna yeni bir istisna eklemiştir: “Seçimlerden önce soruşturmasına başlanmış olmak kaydıyla Anayasa’nın 14. maddesindeki durumlar.” İşte ayrılıkçı eylemler ve darbe girişimi suçlamaları, bu istisnanın belirsiz kapsamı içinde yorumlanabiliyor. Nitekim daha önce tutuklu bulunup da son genel seçimlerde milletvekili seçilmiş olanların tutukluluklarının sürdürülmesi, bu maddeye dayandırılmaktadır. Başka bir deyişle 1961 Anayasası yürürlükte olsaydı, o milletvekillerinin tutuklu kalmalarını sağlayacak hiçbir anayasal dayanak söz konusu olmayacaktı. Kısacası bu milletvekilleri, 12 Eylül hukukunun ve bu hukukun devamında siyasal çıkarları olanların kurbanı olarak tutuklu kalmaya devam etmektedir. Burada çözüm oldukça kolaydır. İktidar ve muhalefet partileri bir araya gelirler ve 1982 Anayasası’nın getirdiği ek istisnayı kaldırırlar. Böylece 12 Eylül hukukunun antidemokratik bir uygulaması daha gündemden çıkarılmış olur. Tabii bunu isteyen bir siyasal iktidar varsa. Bu çözüm, değerli dostum Hikmet Sami Türk’ün önerdiği yasal çözümü dışlamıyor. Ama daha köklü bir çözüm getiriyor.
Hatip Dicle’nin durumu
2) Hatip Dicle’nin hukuksal durumu ise bu kadar basit değildir. Anayasanın 76/2. maddesinin orijinal metni, “ideolojik veya anarşik eylemlere katılma ve bu gibi eylemleri tahrik ve teşvik suçlarından biri ile hüküm giymiş olanlar, affa uğramış olsalar bile milletvekili seçilemezler” kuralını içermekteydi. Bu kural, Recep Tayyip Erdoğan’ın milletvekili seçilmesini engelliyordu. 2002 yılında ana muhalefet partisinin de desteği ile bu engelin kapsamı daraltıldı. “İdeolojik veya anarşik eylemlere katılma” ibaresi metinden çıkarıldı ve yerine “terör eylemlerine katılma” ibaresi konuldu. Böylece Recep Tayyip Erdoğan’ın milletvekili seçilmesi önündeki engel kaldırılmış oldu. Ne var ki yapılan bu değişiklik Hatip Dicle’nin milletvekili olmasını sağlayamıyor. Çünkü Hatip Dicle, “terör eylemini teşvik” kapsamında bir suçtan hüküm giymiş ve hüküm kesinleşmiş. Bu suç milletvekili olmaya engel. Öte yandan Dicle affa uğramış olsa bile milletvekili olamıyor. Affın bir çözüm getirebilmesi için “affa uğramış olsalar bile” ibaresinin anayasadan çıkarılması bir önkoşul. Ayrıca sorunu siyasal düzeyde çözecek olan affın, beklenen sonucu doğurabilmesi için, Dicle’nin milletvekilliğinin devam etmesi gerekiyor. Şu halde Yüksek Seçim Kurulu (YSK) kararı, afla çözümün bile önünü tıkamış durumda. İşte size 12 Eylül hukukunun doğrudan ürünü olan bir başka sorun yumağı daha. 12 Eylül’le hesaplaşmaktan söz edenler, bunun altından nasıl kalkacaklar? Daha doğrusu “hesaplaşmayı” gerçekten istiyorlar mı?
Bu yazıda YSK’nin kararının ayrıntısına giremeyiz. 12 Eylül kökenli çeşitli yasaların sistematik yorumuna dayalı bir karar. YSK’nin önceki kararlarıyla uyumlu olduğu da söylenebilir. Ancak ben bu kararda, anayasanın üstünlüğünün ve bağlayıcılığının gerektirdiği özeni göremiyorum. Anayasanın 84/2. maddesi açıkça “Milletvekilliğinin kesin hüküm giyme veya kısıtlanma halinde düşmesi, bu husustaki kesin mahkeme kararının Genel Kurula bildirilmesiyle olur” kuralını içermektedir. Evet, buna göre Hatip Dicle’nin milletvekilliğinin düşmesi gerekir. Bu konuda anayasa yeterlidir. Anayasanın yeterli bir çözüm ürettiği yerde, 12 Eylül yasalarının, biraz da yapaylık izlenimi veren karmaşık yorumuna gidilmesi, anayasanın üstünlüğü ve bağlayıcılığı ile bağdaşmıyor. Çünkü anayasanın anılan maddesi, kesin hüküm giymenin seçimden önce ya da sonra gerçekleşmiş olması ile ilgili bir ayırım yapmıyor. Burada hukuksal sonuç, kesin yargı kararının TBMM’ye bildirmesiyle doğmaktadır. O zaman sormak gerekir: YSK kararına ne gerek vardı? Ama sonuca baktığımız zaman neden bu yolun zorlandığını anlamamız kolaylaşıyor. YSK kararı, seçmenin iradesine tamamen ters bir sonuç doğurmuş, onun yerine sıradaki AKP adayı milletvekili olmuştur. Oysa milletvekilliğinin düşürülmesi yoluna gidilmiş olsaydı, o zaman Hatip Dicle’nin yeri boş kalacak ve bu boşluk ara seçim koşullarına göre yine seçmen iradesiyle doldurulmuş olacaktı. Ya da yüzde on barajın caydırıcılığı olmasaydı, Dicle kendi partisinin listesinden seçime katılacak ve milletvekilliği tutanağının iptaliyle de, partisinin listesinde ondan sonra gelen aday milletvekili seçilecekti. Şimdi YSK kararının ulaştığı sonuca demokratik demek mümkün müdür? İşte asıl sorun da burada yatmaktadır.
Sonuç
Siyasal iktidarın akıl hocalığına soyunmuş üstat hukukçular, ideologlar, “yetmez ama evetçiler”, şimdi toplanın ve bir karara varın: Ya 12 Eylül demokrasisi ya da Avrupa demokrasisi. Ama 12 Eylül demokrasisini tercih edecekseniz, o zaman 12 Eylül’le hesaplaşma masalıyla milleti oyalamaktan vazgeçin ve içiniz kaldırıyorsa, 12 Eylül Hukuku’nun her alanda tepe tepe kullanılmasını seyredin. Ama Avrupa demokrasisini tercih edecekseniz, o zaman oturun ve her namuslu aydına yakışır biçimde ciddi bir otokritik yapın ve yanıldığınızı ve milleti de yanılttığınızı itiraf edin. Ben ikincisini tercih etmenizi öneririm. Belki siyasal iktidar nezdinde itibar kaybedersiniz, ama inanın vicdanen çok rahatlarsınız.