Trajedinin ve umudun sesi
Julian Barnes, “Zamanın Gürültüsü”nde tek yönlü politik beslenmeden uzak durup ailesiyle, aşkları ve korkularıyla Şostakoviç’in hayatını romanlaştırıyor. “Müzik, müziğe aittir” diyen bestecinin yaşamındaki kırılma anları da yine Barnes tarafından okura sunuluyor.
Ali Bulunmaz“Yedinci Senfoni”, dünyayı ufalayan savaşa karşı Şostakoviç’in, notalarıyla başkaldırısını yansıtıyordu. Ülkesinin bombalandığı günlerde, yaptığı bestelerle acının ve umudun sesini aynı anda yaratan Şostakoviç, yeteneğini tüm dünyaya gösterirken direniş, cesaret ve güç de o müzikte kendisini ortaya koyuyordu. Özellikle “Yedinci Senfoni”, Leningrad’ın Naziler tarafından yakılıp yıkılışı sırasında kentin yaşadıklarının notalara dökülmüş haliydi. İşte bu nedenle besteci, savaşın hissettirdiklerini müzik yoluyla aktaran kişi olarak da anılıyor.
Şostakoviç, Stalin’in iktidara gelmesiyle kara propagandaya maruz kalır ve ülkesine bağlılığı sorgulanmaya başlar. Aynı günlerde onun, komünist mi yoksa rejim muhalifi mi olduğu da epey tartışılır. Bestecinin en çok dillendirilen özelliği de bu zaten: Belirsizlik… Hatta onu, bu özelliği yüzünden ikinci sınıf bir besteci sayan da var, gelmiş geçmiş en iyi müzisyenler arasında gösteren de. Bütün bu tartışmaların ötesinde Şostakoviç, 1953’te sona eren Stalin iktidarının ardından hakkı teslim edilmiş bir isim. Ancak bu sefer de Kruşçev’in verdiği görev ve sorumluluklar nedeniyle Parti’ye yaklaşmak zorunda kalır.
Hepsinden öte Şostakoviç, Lenin’in ortaya koyduğu görüşlere yakın olduğunu açıkça ifade eder ve böylece, sonradan otoriterleşen ve amacından sapan rejime çekinceyle bakışını da anlatır.
Şostakoviç’in hayatı, birçok isim tarafından yazıya döküldü, besteciyle ilgili belgeseller yapılıp tartışmalar açıldı. Bunların hemen hepsi sadece siyaset üzerinden inşa edildi. Julian Barnes ise konuya (tıpkı Verity’yi ve Sibelius’u anlatırken yaptığı gibi), sanat ve sanatçılık penceresinden bakarak yaklaşıyor. Zamanın Gürültüsü, dönemin politikasıyla beraber, Şostakoviç’in trajikomik hayatına odaklanan biyografik bir roman.
'KULAĞI OLAN DUYAR'
Barnes’ın, romanı üç bölüme ayırdığını görüyoruz: “Sahanlıkta”, “Uçakta” ve “Arabada”. Bu bölümlerde Stalin de var, Şostakoviç’in sanatı, müzik anlayışı, aşkları ve ailesi de.
Yazar, bestecinin ilkgençlik yıllarına ve etrafında neler döndüğünü fark ettiği döneme değinirken elbette savaştan da söz açıyor; “hayatta kalma uzmanı”na dönüşen insanların, top atışları sırasında can havliyle sağa sola sığındığı anlardan bahsediyor. Yani dünyanın gürültüsü patırtısı, Şostakoviç’in kafasındaki senfoni hazırlığının uğultusuna karışıyor. Bilincin kısa süre yitiminden sonra beklenmedik bir anda her şeyin geri gelişine benzer bir durum bu. O sırada Barnes’ın araya girdiğini görüyoruz: “Şairin dediği gibi insanın yazgısından kaçması diye bir şey yoktur ve kendi zihninden de.” Böyle bir ortamda, 1936 Kışı’nda, taşlar yerine oturur ve saflar belirginleşirken yazar bizi, Şostakoviç’in zihninin derinliklerine doğru bir yolculuğa çıkarıyor.
26 Ocak 1936’da, kendi bestesinin icrasında hazır bulunan devlet erkânı, sürekli yükselen kreşendo karşısında, deyim yerindeyse şoke oluyor. Korumalı locada lakırdılar başlıyor ve Şostakoviç’te müziğinin kabul görmeyeceğine dair bir inanç ağır basıyor. Bu temsil, Devrim’in paranoyaklaştırdığı ve acı verdiği; “sanatı halka yaklaştırma” görüşünün dillendirildiği günlere denk geliyor. Bir başka kesişme, Devrim’in otoriterleşmesiyle Şostakoviç’in, annesinin baskınlığını iyiden iyiye fark etmesi: Babasının kaçamak yollara sapmasına karşın annesinin eve ağırlığını koyması, bestecide gerginlik ve ara sıra kendini gösteren kararsızlık nöbetleri yaratıyor.
1930’ların SSCB’sinde, “Devrim için üretme” anlayışından pek çok sanatçı gibi Şostakoviç de payını almıştı. Barnes da romanını buralardan kuruyor; üstüne gelen iktidar nedeniyle zaman zaman girdiği karanlık tünellerde bestecinin geçmişini sorgulayışına, ikircikli hayatına ve çelişkilerine rastlıyoruz. Bu arada Şostakoviç’in aşkları da sürekli gündemde; paralel bir kurgu söz konusu: Bir tarafta ülkenin yoğun siyaset ortamı, öbür yanda bestecinin hızlı çarpan kalbi. Kişisel dürüstlük ve sanatsal dürüstlük üzerine uzun uzun düşündüğü anları da unutmamak lazım. “Kulağı olan duyar” deyişi, yaptığı müziğe inancından ve bestelerinin mutlaka birilerine ulaşacağını ummasından ileri geliyor. Duygularını bir türlü doğru düzgün ifade edemeyişinin bilincinde olması da kişisel dürüstlüğünün bir yansıması: “Dışadönük kadınların cazibesine kapılan içedönük bir adamdı. Sıkıntının bir parçası bu muydu? Bir başka sigara yaktı. Sanatla aşk arasında, baskıcılarla baskıya uğrayanlar arasında, her zaman sigara vardı.”
İYİMSER SOVYETLER, KÖTÜMSER RUSLAR
Şstakoviç’in, “halk düşmanı” denip kendisine hakaret edilerek yapılan haberlerin kupürlerini resim defterine yapıştırması ise romanın dikkat çeken yönlerinden biri. Karşımızda, bütün bunlara aşırı duyarlı ve sık aralıklarla özgüvenini yitirme noktasına gelen bir sanatçı var. Yani etrafını saran gürültüden bunalan bir müzisyen tablosu: Bu tablodaki en önemli renk ise yazgı; yakınındaki bir dolu kişinin ansızın ortadan yok olmasına karşın, onun kaderi yaşamak ve çalışmak.
Diğer taraftan Şostakoviç, “tiranlık” dediği Rusya’daki manzarayı son derece gerçekçi biçimde değerlendiriyor. Kimin hangi role soyunduğunu ve neye zorlandığını rahatça seçebiliyor, dehanın ve kötülüğün geçişkenliğini de: “İnsan ruhunun mühendisi olmak istiyorlardı ama Ruslar, bütün kusurlarına karşın, makine değildi. Bu yüzden de gerçekte yüz yüze oldukları şey mühendislik değil, ovalamaktı. Ovalayıp ovalayıp bütün eski Rusluğu yıkayıp atalım ve üste parlak yeni bir Sovyetik cila atalım. Ama bu hiç yürümedi, cila sürülür sürülmez neredeyse anında pul pul dökülmeye başladı.”
Şostakoviç, iktidar tarafından kara listeye alınıyor ve “halk için sanat” görüşü babında işgüzar yöneticiler yardımıyla eserlerinin yasaklanıyor. Oysa müziğini icra ettiği orkestrayı, toplumun bir mikrokosmosu olarak gören besteci, “halk için sanat”ı, halkın ayakta alkışlamayacağı bir sanat diye gördüğü için tepki topluyor biraz da. “İyimser Sovyetlerle kötümser Ruslar” arasında süren çatışmada Rus tarafında konumlanıyor. Bu da Parti’nin ileri gelenlerince Şostakoviç’in eleştirilmesine yol açıyor. Amerika seyahati sırasında tüm bunları daha net görüyor.
YAŞAM SORUNU MÜZİK
Barnes, romanın her sayfasında dikkat çekici biçimde kafa sesi olduğu Şostakoviç’in evvelden sorduğu soruları, yaşadığı gerilimleri ve bir ömür boyu peşini bırakmayan çelişkileri gündeme getiriyor. Tabii bir de müziğe olan sarsılmaz inancını: Zamanın gürültüsüne karşı seslerle ortaya koyduğu insanın varlığına olan bağlılığını.
Barnes’ın satırlarında, iktidarın istediği suç ortaklığına, itaate ve yozlaşmaya inat Şostakoviç’in, müziğe ve sanata sadık kalarak yüzünü biçime değil, öze dönüşünü de buluyoruz. Sonuçta müziğin kendisi de hayatta kalmasına izin verilip öldürüldüğünü düşünen besteci için bir yaşam sorununa evriliyor.
Zamanın Gürültüsü’nün ağırlık noktası, Şostakoviç’in dilinden ve Barnes’ın yarattığı kurguyla 1930’ların Rusyası’nın politik, sosyal ve sanatsal manzarasını resmedişi. Tabii burada eleştiri de var kırgınlıkların dile getirilişi de. Barnes, her şeyin, bir tek kişinin ağzından çıkacak sözle pamuk ipliğine bağlandığı bir dönemi, tarihi gerçeklerden sapmadan ve Şostakoviç’in hayatının önemli duraklarını atlamadan romanlaştırıyor.
Zamanın Gürültüsü/ Julian Barnes/ Çeviren: Serdar Rifat Kırkoğlu/ Ayrıntı Yayınları/ 192 s.
alibulunmaz@cumhuriyet.com.tr