Tepedeki Yabancı
Şavkar Altınel'in Tepedeki Yabancı'sı (Ocak 2009, Yapı Kredi) bir gezi, anı kitabı. Kitaba adını veren ilk yazıda, şair, 'yolculuk dönüşü kasabayı kolaçan etmek için çıktığı' küçük turu anlatıyor. Bu turda özel hayatının kapılarını hafifçe aralıyor.
cumhuriyet.com.tr'Yıllardır hayatım küçük bir kasabada küçük bir evde doğayla ölümün gölgesinde yaşadıklarımdan ibaret. Tek özgürlüğüm bunları görebilecek kadar yabancı olmam,' diye bitiyor yazı. 'Berkhamsted, Londra'nın yarım saat kuzeyinde, yirmi bin nüfuslu bir kasaba.' Bu sokaklar onun için 'alabildiğine tanıdık. Ve yabancı. Yıllardır her yerde yabancı olmasaydım, her şeyin ne kadar çarpıcı olduğunu göremez ve dolayısıyla da tek kelime yazamazdım. Yazının başladığı bir nokta varsa bu, dünyada bir yabancıya dönüştüğümüz nokta' diyor.
Şavkar Altınel, 1953 doğumlu. 55 yaşında. 19 yaşından beri yurtdışında yaşıyormuş. Dört yıl Şikago'da, on üç yıl Glasgow'da yaşamış. Şimdi de Berkhamsted'de bir 'yerleşik yabancı.' Yazdıklarından bu denli uzun süredir İskoçya'da, İngiltere'de yaşamış olmasına rağmen hâlâ kendini yabancı hissettiğini anlıyoruz. Bu yabancılığın başladığı yer, İngilizceyle ilk tanıştığı okulu. İzleyen yazılarda Altınel, kendisi gibi bir yerleşik yabancı olan Joseph Conrad'ın, T.S Eliot'un izlerini sürüyor. Londra'yı, İngiltere'yi tanıyoruz. Bu yazılarda anlatı tadı kaybolup, denemeye kayılsa da S. ile birlikte Dungeness Kuş Cenneti'ne yaptıkları yolculuğu anlattığı Atom Lunaparkı ile tekrar anlatı havasına dönüyor. Babasının cenazesinden dönen (sevgilisi/eşi?) S.yi karşılamak için gittiği havaalanına gidişini anlattığı Bizimle Uçun'da kısa bir öykü tadı buluyoruz. Onu izleyen S.nin annesi M'yle yapılan kısa tatil bütünde bir anlatıya ulaşabileceğimiz kanımızı güçlendiriyor. Kısa kısa parçalarla belirsiz de olsa anlatıcının hayatını paylaştığı kişileri tanıyoruz. Kitabın kapağında 'anı' diye yazsa da tam bir tür tanımlaması yapmak mümkün değil. Arka kapaktaki soruya katılmamak imkânsız. 'Bu güzel ve esrarengiz kitap bir yapbozun parçaları gibi birbirine kenetlenen gezi, anı ve eleştiri yazılarından oluşan bir bütün mü, yoksa gizli bir roman mı?' Şavkar Altınel, anlatımıyla bize iyi romanlar, öyküler yazabileceğinin işaretlerini veriyor. Ama bence bu kitapta gezi, anı ve eleştiri yazılarını gizli bir roman yapısında birleştirmeyi tercih etmiş.
Hatırla Barbara
Nedim Gürsel de, Şavkar Altınel gibi gençlik çağında yurtdışına gitmiş. Onun mekânı Fransa. Gürsel, 1951 doğumlu. 1972'de 21 yaşındayken Paris'e gidip yerleşmiş. 37 senedir orada yaşıyor. Hatırla Barbara (Şubat 2009, Doğan Kitap) adını Jacques Prevert'in 'Hatırla Barbara / Yağmur yağıyordu o gün Brest'te durmadan' dizelerinden alıyor. Gürsel, kitabında Fransa içinde yaptığı yolculukları anlatıyor. İlk yazıda Prevert'in dizelerinin izini sürmeye Brest'e gidiyor ve aynı şiirdeki gibi, hatta ondan daha şiddetli bir yağmurla karşılaşıyor. Nedim Gürsel, yabancılığını tam anlamıyla yerleşikliğe dönüştüremeyenlerden. O da onlarca yıldır Fransa'da olmasına rağmen yabancılığının bilincinde. Bu yabancılık da dışarıdan bakma, yerleşiklerin göremediğini görme yetisi veriyor. Hatırla Barbara'daki denemelerde onun deyimiyle 'Derin Fransa'yı yani merkezin dışındaki kırsal kesimi gezerken bu halini kavrıyoruz. Derin Fransa'yı 'kapalı kapılar, çekili perdeler, yüksek bahçe duvarları belki hemen gizlerini açmaz size, taş duvarların ardında geçip giden hayatlar kendini ele vermez. Ama bir süre kalmayı göze alırsanız yeni bir dünya, kuytuda kalmış nice dramlar keşfedebilirsiniz' diye anlatıyor. Nedim Gürsel de Şavkar Altınel gibi gezen, gezip gördüklerini yazıya döken yazarlardan. Gezginliğin yazarlığa dönüştüğü noktada, hele bu yazıları yayınlatıyorsanız bilgiyi de paylaşmanın gerektiğinin bilincinde. Derin Fransa'yı da bilginin desteği ile keşfediyor. Gittiği hemen her yere önceden edindiği bilginin, okuduğu kitapların yardımıyla, aracılığıyla bakıyor ya da gördükleri ona öyküleri, romanları, şiirleri hatırlatıyor. Oraların tarihlerine el atıyor. Gördüğünü tarihle karıp çıkarımlara varıyor. Besançon'da kenti tanırken bir yandan da annesinin Fransızca öğrenmeye geldiği bu kentte neler yaşadığını, hissettiğini keşfetmeye çalışıyor. 21 yaşındayken edebiyat fakültesine kayıt yaptırmak için gittiği Poitiers'e onlarca yıl sonra döndüğünde sırf öğrencilik yıllarını değil, yazarlığının başlangıcını, üslubunun oluşumunu da yad ediyor. Poitiers'in uyandırdığı kapatılmışlık duygusunu yeniden yaşıyor. Kralın Bacağı ya da Kaybolan Hayaller'de 'Bir yıl boyunca hep dışarıdan baktığı' Angouleme'i bu kez içeriden, sokaklarını adımlayıp, tarihini hatırlatarak anlatıyor. İzleyen hemen tüm yazılarda da bir geriye dönüş var. Yazar 70'li yıllarda çeşitli vesilelerle geldiği kentleri bu kez, 90'lı ve 2000'li yıllarda bir gezgin olarak tekrar ziyaret ediyor. Zaman zaman tarihi bilgiler çok fazla ağır basıp kentlerin, kasabaların bugünleri geriye kaçsa da Nedim Gürsel'in akıcı anlatımı ile 'Derin Fransa'yı keşfediyoruz.
Susanlar
Bilge Karasu, kılı kırk yaran, az yazan, öz yazan ve az yayımlayan bir yazardı. 1930 doğumlu. İlk yazısı 1950'de yayınlanmış. 1995'te ölümüne kadar yayımladığı kitap sayısı sekiz. Ölümünden sonra, geriye kalan metinlerinden ve dergilerde kitaplaşmadan duran çalışmalarından yapılan derlemelerin sayısı ise geçtiğimiz günlerde çıkan Susanlar'la (Ocak 2009, Metis yay.) birlikte dört. Oysa Karasu'nun çok verimli bir yazarlık yaşamı olduğunu biliyoruz. Özellikle 50'li, 60'lı, 70'li yıllarda dergilerde birçok makalesi, öyküsü, çevirisi yayımlanmış. Bunların kitaplarında yer almadığı biliniyor. Bilge Karasu, ölümünden sonra da titizliğinin sürdürülebilmesi için sağlığında çeşitli tedbirler almış. Bir kere çok sayıda metninin kitaplaştırılıp yayımlanmamasını, eğer bir şey yapılacaksa da Füsun Akatlı'ya danışılması gerektiğini vasiyet etmiş. Serdar Soydan, Karasu'nun kitaplaştırılmamasını istediği metinler arasında 50'li - 60'lı yıllarda dergilerde çıkan deneme ve hikâyelerinin yer almadığını tespit etmiş. Bunların arasında 1952-53 yıllarında Seçilmiş Hikâyeler dergisinde yayımlanan sekiz öykü de varmış. Bu öykülerden dördünün üst başlığı Susanlar'mış. Serdar Soydan ayrıca 'Yazarın-Okurun Defteri' başlıklı okuma notlarını ve beş şiiri de derlemiş. Bunlara Karasu'nun söyleşileri eklenmiş. Kuşkusuz bu tür çalışmalar, yazarların külliyatlarını bütünlemek, kimliklerini tam olarak ortaya çıkartmak, daha iyi tanıtmak, hatırlatmak gibi iyi niyetlerle yapılıyor. Ama diğer yanda yazarın kendi iradesiyle şekillendirdiği eseri ve tabii vasiyeti var. Bilge Karasu gibi eserlerini titizlikle planlayan, yapı oluşturan bir yazarın özellikle sekiz öyküsüne kitaplarında yer vermemesinin unutkanlık gibi bir durumla açıklanamayacağını düşünüyorum. Derlenen sekiz öykü, Karasu'nun yazarlık çizgisinin dışında, ilk gençlik denemeleri sayılacak savruluşları içeren yapıtlar değil. Aksine Karasu'nun kimliğiyle örtüşen eserler. Öyleyse bunları niçin bütün eserlerine katmamış, merak etmemek elde değil. Susanlar'ın ikinci bölümünü oluşturan şiirlerin ise, kitaplaşmama nedeni açık; Karasu bir dönem (1956-58) şiir yazmış olsa da yazarlık hayatını düzyazı ile sürdürmüş, şiiri bırakmış. Üçüncü bölüm Yazar-Okurun Defteri üst başlıklı yazılar ise Karasu'nun iyi bir yazar olmanın yanında iyi bir okur olarak okuduklarını paylaşmasının örnekleri. 1957-58 yıllarında Forum dergisinde yayımlanan bu yazıların ve bu bölümü izleyen Diğerleri başlıklı deneme, eleştirilerin Karasu tarafından niye kitaplaştırılmadıkları, okunduklarında anlaşılıyor. Yazarın eserine bir şey katmıyorlar. Son bölümde yer alan söyleşilerin yeri ise F. Akatlı ve M. Gürsoy'un 1997'de yayımladıkları Bilge Karasu Aramızda'nın yeni baskısı olabilirdi. Susanlar'ı bu haliyle Bilge Karasu'nun bütün eserlerinin bir parçası sayamayız. Ama, onu anmak için iyi bir vesile olarak değerlendirebiliriz. Tüm çekincelerimi saklı tutarak zaman zaman yapılacak bu tür hatırlatmaların yazarların eserlerine tekrar dönmemizi, onları yeni bir gözle okumamızı sağlayacağına da inanıyorum.