Sevgi Neye Bağlı?

cumhuriyet.com.tr

Sorumlu insan, olup biten - bitmeyen her davaya hizmet ederek öğrenir sevmeyi. Belki hayata atıldığı ilk yıllarda değil, ama “hayatın anlamı”nı sorguladığı kırklı yaşlarında. O çağında anladıkça bağışlar, bağışlayıp hayata bir şeyler kattıkça sevgiyi yaratır ve özendirir. Aradığı sevgiyi -mutluluk gibi- uzaklarda değil, hayat yolculuğunda yarattığı kendi kişiliğinde bulur.

Oktay Akbal, Cumhuriyet’teki bir köşe yazısını şu soruyla bağlıyordu: “Evet, her şey önce sevgiye bağlı ... ama sevgi nerede?” Soruyu, bağlandığı yerden alıp açmayı düşünüyorum: Her şey sevgiye bağlı da... Sevgi neye bağlı? Sahnedeki ya da ekrandaki genç sanatçı, kendini kısaca şöyle tanıtır; inançla, övünçle: “İnsanları ve ülkemi seviyorum.” Kimsenin aklına bu sevginin gerekçesini, kaynağını sormak gelmez. Nedeni sorulmaz çünkü sanatçı, henüz insanları değil de, sanatına gönül ve emek veren öz-kişiyi sevmektedir. Yazılıp çizilmiş, araştırılmış ama az anlaşılmış bir sevgi sorunudur bu.

Anaların sevgisi

Sevgi denince, ilk akla gelen anne sevgisi, annelerin çocuk sevgisidir. Uzun bir yolculuk süresince karnında taşıdığı, analık güdüsüyle besleyip büyüttüğü, kem gözlerden, nazardan hatta kendi gözünden bile sakındığı, korumak, yaşatmak için bazen canını feda ettiği evlat sevgisi. Kaynağı güdüsel olsa da, gelişmesi emeğe bağlı olan, nice çabalar gibi, yaparak, yaşayarak öğrenilen bir duygu ve davranış. Ne var ki çocuk hazır bulduğu bu sevgiye, sevgiyle karşılık vermez. Anneye bağlanır, onu arar, sayar, anar; ödenmez denen borcunu kendi çocuklarını severek öder. “Ağlarsa anam ağlar, gerisi yalan ağlar” ya da, “Su aşağı akar” deriz. Bebeğini kundağa sarıp cami duvarına bırakanlar, sevmeyi öğrenme fırsatı bulamamış ya da verilmemiş bahtsız kişilerdir. Babalar ise ailesinin geçimini ve güvenliğini sağladıkça, zamanla öğrenirler çocuklarını sevmeyi.

Vatan sevgisi

Sevginin önemli bir türü de vatan sevgisidir. Savaşta ölenler şehitlik mertebesine erişirken gaziler hayatları boyunca ülkelerini severler ve korurlar. Hizmet ettikleri vatan ve millet varlığını eserleri gibi görürler. Bu sevgi, şiir okuyup, nutuk söyleyerek değil, karşılık beklemeden, yakınmadan, hizmet ederek kazanılır. Şair şöyle dile getirmişti tepkisini: “Neler yaptık bu vatan için, kimimiz öldük, kimimiz nutuk söyledik!” Vatan sevgisi bebeklere takılan bir takı değil, karşılıksız hizmet edenlerin kazandığı paha biçilmez bir ödüldür. Onun için bilgeler: “Devlet bana ne verdi ki ne bekliyor” sorusu yerine “Ülkeme nasıl hizmet edebilirim sorusunu sorun” derler.

İş, eş ve aş sevgisi

Kutsal sayılan doğal sevgilerden günlük yaşamın iş, eş ve aş ilişkilerine geldiğimizde, sevgiyi yaratan ve yaşatan karşılıksız hizmet ilkesi sanırım değişmiyor. İşyerinde topluma (üretime), ailede üyelere (üremeye), yemek masasında (tüketime) hizmet ederiz. Bu sevgiler birbirinden tam bağımsız değildir. İşi olmayana, kuracağı ailenin aşını kazanacak, ocağını tüttürecek gücü olmayana eş de vermezler. Yaşamak ve yaşatmak için işimizi, eşimizi ve aşımızı severiz. Bu sevgileri hizmet ederek öğreniriz. İşsizlik ve eşsizlik, yoksulluk kadar önemlidir. Şairlerin yakındığı gibi, “Sevmesen ölürüm, sevsem öldürürler”, “Ölmek öldürmek kolaydır; zor olan yaşamak ve yaşatmaktır.” Yaşamak ve yaşatmak sevgisi, kişinin sevdiği işi yapmasından çok, belki yaptığı işi sevmesiyle, yani hizmet bilinci ve borcunu ödemesiyle mümkün görünüyor.

Meslek, sanat ve öz sevgisi

Kırk yıllk mesleğimizi, dostlarımızı, öğrencilerimizi, okurlarımızı, hastalarımızı, yapılarımızı, yazılarımızı, kitaplarımızı, bestelerimizi, ödüllerimizi, mal varlığımızı, iyi şöhretimizi ve onurumuzu severiz. Çünkü her birini yaratmaya ve korumaya hayat boyu emek vermişizdir.

Herkesin bildiği fakat nedense söylemekten çekindiği evrensel bir gerçeği açıklamaktan korkmayalım: Özümüzü de severiz. Kendimizi bildik bileli, “vicdan ya da varlık bilinci” adını verdiğimiz içimizdeki o buyurgan “ben”e hizmet ettiğimiz için.

Uygarlık tarihi boyunca en büyük erdem sayılan “kendini bil”mek -geçen yüzyılda kimi varoluşçuların savunduğu gibi- kişinin kendini “kendisinden, ailesinden, toplumundan ve türünden” sorumlu görmesiyle gerçekleşiyor.

Sorumlu insan, olup biten - bitmeyen her davaya hizmet ederek öğrenir sevmeyi. Belki hayata atıldığı ilk yıllarda değil, ama “hayatın anlamı”nı sorguladığı kırklı yaşlarında. O çağında anladıkça bağışlar, bağışlayıp hayata bir şeyler kattıkça sevgiyi yaratır ve özendirir. Aradığı sevgiyi -mutluluk gibi- uzaklarda değil, hayat yolculuğunda yarattığı kendi kişiliğinde bulur. Refah toplumunun sürekli artan tüketim eğilimlerinde değil, semavi, kitabi ve dünyevi bütün peygamberlerin ortak öğretisinde görüldüğü gibi, almaktan çok vererek, sevmeyi öğrenerek.

Yazımın başında, kendini medyada tanıtan genç sanatçımız da sanırım, bir şeyler vermek umut ve coşkusuyla dolup taştığı için söylüyordu toplumu sevdiğini...