Serra Yılmaz: Hayat kısa neşeyi kaybetmeyin
Serra Yılmaz ile Emine Uşaklıgil ile beraber yazdıkları Şimdilik Bu Kadar kitabı üzerinden çok dilli ve çok kimlikli hayatını, aşkı, ailelerini, italyan yemeklerini ve dost sofralarını konuştuk.
Ebru D. DedeoğluHepimizin yaşadığı bu sıkıntılı günlerde Serra Yılmaz ile online yaptığımız sohbette kahkahalar başroldeydi. Serra Yılmaz sinema ve tiyatroseverlerin gönlünde taht kurmuş dünyaca ünlü bir sanatçı ve aynı zamanda etkili bir aktivist, başarılı bir simultane tercüman. Serra Yılmaz ile Emine Uşaklıgil ile beraber yazdıkları Şimdilik Bu Kadar kitabı üzerinden çok dilli ve çok kimlikli hayatını, aşkı, ailelerini, italyan yemeklerini ve dost sofralarını konuştuk. Buyrun soframıza…Buyrun leziz sohbetimize….
- Şimdilik Bu Kadar çok eğlenceli ve akıcı. Okurken müthiş keyif aldım. Kitabı oluştururken Emine Uşaklıgil ile eğlendiğiniz çok belli. Nasıl bir süreçte kitap oluştu?
Genelde benim evimde buluştuk. Emine de bana yakın oturuyor. Öğle yemeğinde buluşup 2-3 saat konuşuyorduk. Konuşmalarımızı kaydettik. Çok güldük. Emine gayet allengirli bir kayıt aleti buldu fakat çalıştıramadık. Onun üzerine telefona kaydederek ilerdik, çok basitleşti bizim için hayat. Çok eğlendik, birlikte yemek yaptık, Emine arada bir bana kızıyordu bırak bana da bir iş ver, çalıştır diye.
- Mutfakta takıntılı olduğunuzu düşünüyor Emine hanım…
Haklı çünkü hep ben yemek hazırlarım. Arkadaşlar ya sofra kurarlar ya da toplarlar. Ben de yazma sürecinde bu konu hakkında kendi kendime biraz eleştirel bakmayı öğrendim (gülüyor).
- Büyük aşklar ve yanında büyük acılar yaşadınız. Levend Yılmaz'la, Hür Yumer'le... Levend Yılmaz’ın gördüğü işkenceler ve Hür Yumer’in hazin ölümü. Bu durumların üstesinden nasıl geldiniz ve hayata sımsıkı, dimdik tutundunuz?
Çok fazla seçenek yok. Netice itibarıyla hepimizin başına birçok olay geliyor. Hayatları birazcık kazıdığınızda hiç tahmin etmediğiniz kişilerin hayatlarının altından neler çıkıyor. Dolayısıyla bu durumların çok özel durumlar olduğunu zannetmiyorum. Hayat bu zaten. Hayat, acılar, güzellikler yine acıların birbirini izlemesiyle oluyor. Güç dönemler oluyor yıkılıyorsunuz, tekrar ayağa kalkıp devam ediyorsunuz. Benim bir kızım vardı, onun karşısında dik durma ihtiyacı beni çok güçlü tuttu. Tabii ki Hür söz konusu olduğunda kızımın yaşı büyüktü, desteğini çok gördüm. Herkes gibi, olağanüstü bir şey yok. Bir yolunu bulup acılarımızın üstesinden gelip hayata devam ediyoruz. Belki bu acılar sayesinde de idrak ediyoruz ki, hayat çok kısa ve de yaşadığımız anın keyfini çıkarmak, neşemizi kaybetmemek çok önemli.
- Barış derneği temsilcisi olarak gittiğiniz Vietnam seyahatiniz ve sonrasında inanılmaz trajikomik olaylar... Sürreel bir ortamda olaylar gelişirken neler hissettiniz?
Vietnam gezisi komik bir hikâyedir. Benim dışımda herkese sormuştu 12 Mart savcısı benim niye Vietnam’a gittiğimi? Onun için bir espri türemişti hatta. Bana derlerdi ki “Yahu nereye gidersen git de gittiğin yeri bize söyle sonra bizi içeri alıp soruyorlar”.
- Yaşadığımız gündem, doğa katliamları, iklim krizleri, dünya gündemi ve corona. Türkiye’nin ve dünyanın geleceğinden endişeli misiniz?
Tabii ki endişeliyim. Endişeli olmamam mümkün değil. Şu anda bir takım insanlar komplo teorilerine rağbet ediyorlar. Ben komplo teorilerine inanmıyorum. Ama yine de yıllar sonra biz bu dünyada olmadığımız zaman, bu dönemle ilgili bilmediğimiz neler çıkacak ortaya onu çok merak ediyorum. Eminim ki her şeyi bilmiyoruz. Mesela geçen gün Facebook'ta bir haber gördüm ve çok güldüm. Kissenger ve Nixon’un Şili darbesinden sorumlu olduğunu kanıtlayan belgeler. Dedim ki “Pes artık! Hepimiz biliyorduk, yani belgelerin mi çıkması gerekiyordu, o kadar yazıldı, çizildi, filmler yapıldı, olacak şey değil.” Belki yıllar sonra bu virüse ilişkin de bir şeyler çıkacak. Bilmiyorum.
KALABALIK SOFRA MERAKIM ANNEANNEMDEN
- Anneanneniz Seza hanım Harem’de yaşamış bir Çerkez kızı. Hikâyesi eminim ki tüm okuyanları etkileyecektir. Seza hanım nasıl bir kadındı? Ve neden babanızı sevmiyordu?
Seza hanım çok baskın bir karakterdi. Dediği dedik bir kadındı. Annem için çok kolay bir anne olduğunu düşünmüyorum. Haremdeki kadınların kendi aralarında iktidar oyunları olduğunu ve orada var olabilmek için baskın olmak zorunda olduklarını sanıyorum. Deli saraylılıkları da biraz oradan geliyor. Akıllarına eseni yapan kadınlardı. Benim anneannem öyleydi. Çok kolay bir hayat yaşamamasına rağmen çok neşeli bir kadındı. İnsan severdi, sofrasında yensin, içilsin çok mutlu olurdu. Anneanneme benzeyen yönlerimden biridir bu. Ben de sofram hep kalabalık olsun isterim. Sert yönleri de vardı.
Babamı sevmiyordu. Babamın ailesiyle komşu olduklarından hep onlara kızardı, cimri olduğu için dedemi sevmezdi. Biliyorsunuz cimrilik sadece maddi konularla olmuyor, cimri insanlar duygusal açıdan da cimri oluyorlar. Nitekim dedem Osman Naci babaannemi mutlu etmemiş. O nedenle de anneannem babamın ailesinden hoşlanmazdı. Dolayısıyla kızı için hayal ettiği evlilik babam değildi. Çünkü babam bilgili, kültürlü, parasız. Sonuçta annemin arzusuna boyun eğiyor ve annem babamla evleniyor.
- Babanız döneminin farklı adamlarındanmış…
Babam döneme çok aykırı bir adamdı, asosyaldi. Tiyatro prömiyerlerine bile gitmek istemezdi. Annemle ben giderdik. Babama düşkündüm tüm kız çocukları gibi. Maalesef çok genç yaşta kaybettik. Daha çok paylaşacağımız zamanlar vardı, bu da benim içimde hep bir burukluk olarak kaldı…
- Floransa’da yaşamanızın bir nedeni de manevi aileniz Milani’ler mi?
Milani’lerle ilişkim hâlâ sürüyor. Floransa’ya gelmemin motivasyonunda onlar da var. Floransa benim İtalya’da geldiğim ilk yer. Duygusal açıdan, hem manevi ailemin hem de eşimin, dostumun olduğu bir şehir Floransa. 2005 yılından beri Floransa’da düzenli olarak tiyatro yapıyorum bu nedenle bu şehrin keyfini yaşamak istedim. Çok da memnunum. Floransa ufak, güzel ve bakımlı bir şehir. Milani’lerin en büyük kızları Donatella da burada oturuyor.
- Sizi o dönemde kendi ailenizden bir nebze de olsa ayıran ve Milani’lere daha yakınlaştıran neden neydi?
Benim için çekici olan yanı kalabalık olmalarıydı. Ben tek çocuğum, annem babam da tek çocuktu. Dolayısıyla bizde hiç akraba yok. Onlar yedi kardeşti, beşi de aile ile birlikteydi. Bütün çocuklar Fransız okuluna gidiyordu. Tüm aile iki dilliydi. Ben de onların sayesinde İtalyanca öğrendim. Kalabalık, cümbür cemaat sofraya oturmak çok hoşuma gidiyordu. Dolayısıyla ailenin sekizinci kızı, Türk kızı oldum. (gülüyor)
İlişkimiz hâlâ devam ediyor. Normalde her sene Noel'de bütün aile buluşuyoruz. Artık baba yok, baba evi de kalmadı. Genelde 24 Aralık’ta babanın doğduğu Mugello bölgesinde buluşup Noel akşam yemeğini yiyoruz. 40 kişi falan oluyoruz. Bu sene maalesef corona nedeniyle yüz yüze yapamayacağız.
- Silvia ile Renzo’nun 75 yaşında başlayan büyük aşkı. Aile arasında nasıl karşılanmıştı bu büyük aşk?
Valla çok iyi karşıladılar. Hepimiz biliyorduk. Renzo bize anlatırdı. İkinci Dünya Savaşı esnasında askerliğini yaparken Rezistans’a katılıp Fransa’ya geçiyor. O dönem mektup yollama imkânı olmadığından bir deftere Silvia’ya mektuplar yazıyor. Aradan epeyce bir süre geçiyor. Rezistans’ta Lyon tarafında bir çiftlikte ağırlanırken Yvette’e çok âşık oluyor. Dönüş yolunda Almanlara esir düşüyor. Bu arada aile Yvette’in hamile olduğunu öğreniyor “Palavracı bir İtalyan geldi, kızımızı gebe bıraktı ve kaçtı” diye dövünüyorlar. Yvette’i Paris’e yolluyorlar. Yvette etrafa çaktırmadan Paris’te doğum yapıyor ve bebeği bir bakıcıya teslim ediyor. Renzo esaretten kurtulup Lyon’a geliyor ve karısıyla çocuğuna kavuşuyor. Sonrasında altı çocukları daha oluyor.
Rezzo savaş sonrasında Floransa’ya geri dönüyor ve Silvia ile karşılaşıyor. Ne yazık ki ben aşık oldum başkasıyla evlendim diyor. İşin komik yanı Silvia da bir Fransızla evleniyor. 3 çocuk yapıyor. Sonra kocasından boşanıyor. İtalya’ya dönüyor.
Yıllar sonra evin annesinin ölümünden sonra Renzo ile Silvia’nın yolları tekrar birleşip ömürleri yettiği kadar beraber oluyorlar.
- Babanızın annenize boşanmak isteğini mektupla beyan etmesine sizin tepkiniz nasıl?
Erkekler bu konularda çok cesur değiller biliyorsunuz. Yüzleşmekten korktuğu için mektuba yazmış her şeyi. Bence bir korkaklık gösterisi. Babam ama neticede bir erkek (gülüşmeler). Biz babalarımızı baba olarak seviyoruz ama gerçekle yüzleştiğimiz zaman babalarımız da bir erkek. Babam o konuda çok ciddi olarak korkak. Anneme mektup yolladığı gibi daha sonra evlendiği Melike’ye de mektup yazmış. Mektubu vermedim ona. Netice itibarıyla ölmüş, o gün yazdığı mektubu mu vereyim? Gereksiz olduğunu düşündüm. Hadi annemle ayrı yerdelerdi, Melike’yle aynı evin içinde ona da söyleyememiş mektup yazmış. Korkak yani..
- Betül Mardin ile babanız arasında bir ilişki yaşandı mı?
İlişki oldu mu bilmiyorum ama babamın Betül’e aşık olduğunu biliyorum. Yazıştıklarını, görüştüklerini de biliyorum da ilişki var mı onu bilemem. Betül bana “babanın çok güzel mektupları var, sana vereceğim” dedi sonra vermedi. Çok şahsi konular olduğundan üstüne düşmedim.
- Mutfakta kontrolcü müsünüz?
O kadar değil ama Emine’nin eleştirisinden yola çıkarak o tarafımın farkına vardım. Belki Emine yemek yapmadığından içimde bir önyargı vardı. Ondan öyle davranmış olabilirim. Normalde yardım alırım. Tam tersi. “Sen onu doğra”, “sen onu kes”, hemen görev veririm mutfakta herkese (gülüşmeler). Hele sofrayı toplayan birini bulursam derhal.
- Hiç yapmadığınız bir yemek var mı?
Düşünüyorum da hiç baklava yapmadım. Aslında hiç tatlı yapmam ama pandeminin ilk döneminde böyle bir aşka geldim. Küçükken kızım Ayşe’ye yaptığım tatlıların bazılarını yaptım. Oturduğum binada hepimiz arkadaşız, görüşüyoruz. Bu büyük bir avantaj. Dolayısıyla tatlıları yapıp dağıtıyordum.
- Yemek yapmak sizin için neyi temsil ediyor ve nasıl başladınız yemek yapmaya?
Anneannem annemi mutfağı sokmamış ve annem de yemek yapmayı babamla evlendikten sonra öğrenmiş. Annem ise beni küçüklükten itibaren mutfağa soktu. İlk olarak ise bizim bir ahbaplarımız vardı. Trak ailesi. Onların çok yaşlı saraydan çıkma bir aşçıları vardı. Evde dolaşırken o aşçının mutfağına girdim. Puf böreği açıyordu bana da öğretti çok hoşuma gitti. Eve gelip puf böreği yaptım. Anneannem bana hayran kaldı. Öyle birden bire tezahürat görünce derhal gaza geldim.
- Kızınız Ayşe de güzel yemek yapar mı?
Kızım beni aştı. Bir sene aşçılık okudu. Boynuz kulağı aştı. Çok iyi yemek yapıyor.
- Ya dost sofralarınız…
İstanbul’da yaşarken büyük bir dairede oturuyordum. Güzel bir manzarası vardı ve o evin keyfini çok çıkardım. Bir dönem de o daireyi çok sevdiğim bir dostumla paylaştım. Brunch geleneği oluşturmuştuk. Her pazar brunch yapıyorduk. Çok keyifliydi. Öğlen 12 gece 12 devam ediyordu. Şahane günlerdi.
Şu anda bile akşamları yalnız yemiyorum yemeği. Giriş katında oturan bir mimar arkadaşım var. Luca. Genelde onunla yiyorum akşam yemeklerimi. Geçen gün, provadan döndüğümde kapısını çaldım, o da elinde tabağıyla bana geldi, sonra birden kafama dank etti “ya bu niye beni bekliyor ki yukarı çıkmak için” diye. Anahtarı var zaten. Bir mesaj bıraktım, dedim ki “Luca bak iyi bir pandemi eşi ol, ben gelmeden eve yukarı çık, sofrayı kur, yemeği hazırla, ben de yorgun argın dönüyorum en azından sofrayı hazır bulayım” (kahkahalar). O gündür bugündür böyle. Akşam geliyorum hani işten dönen evin babası olur ya… Şimdi anlıyorum erkeklerin bu ayrıcalıkları niye bırakmak istemediklerini (kahkahalar). Çok keyifli.
- Sizin için çok özel birine hatta aşk kıvılcımları olan birine yemek yapacaksınız. Nasıl bir menü ve ana yemekte ne olur? Tarif?
(Kahkaha atıyor) Bilemiyorum mevsimine göre değişir. Aşık olduğum biriyse, etkilemek isteyeceğimden herhalde esaslı bir yemek yaparım.
TARİF (İTALYAN YEMEĞİ)
Vitello Tonnato (Ton Balıklı Dana Söğüş)
Malzeme:
1 dana nuarı bir tencerede (düdüklü de olabilir) bir soğan, iki karanfil, defne yaprağı, dört baş sarımsak, bir havuç ile haşlayın ve soğutun.
4 katı yumurta
150 gram konserve ton balığı, tercihen zeytinyağında
1 yemek kaşığı kapari
6 ançuez filetosu
Tuz
Biber
Nuarı haşladığınız sudan bir miktar
Maydanoz veya yaprak kereviz
Dana nuarı hazırladıktan sonra mikserde yumurtaları, ton balığı, ançuez, kapariyi içine katın, soğutulmuş haşlama suyundan azar azar ilave ederek boza kıvamında bir sos elde edin, ince dana nuar dilimlerinin üstünü sosla bolca kaplayıp üzerine ince kıyılmış maydanoz veya kereviz yaprağı koyarak servis edin.
Bir süre buzdolabında durmuş nuarı ince dilimlere kesebilirsiniz.
FERZAN'IN SOFRASINA AÇ GELMEKTE FAYDA VAR
- Ferzan Özpetek sofra ve yemek sahnelerini çekmeden önce gerçek olması için oyuncuları aç bırakırmış. Bu bilgi doğru mu?
Yani öyle aç bıraktığını söyleyemem ama şöyle söyleyeyim. Mesela İstanbul Kırmızısı’nda seyircilerin görmediği, atılmış olan bir sahne var. Pandelli’de bir sahne çektik. Kuzu incik yedik. Kaç tane yediğimi hatırlamıyorum. Halit kaç tane yemiştir hatırlamıyorum. Ferzan aç bırakmasa da aç gelmekte fayda var. (gülüyor)
Hem sette hem sahne üzerinde yemek yemek çok keyifli. Neden? Belki yasak olduğundan. Mesela bir yemek sofrası sahnesi kuruluyor herkes o masadan bir yemek çalma derdinde. Dekoratörler, yemek sorumluları dekoru yemeyin diye çok söylenirler. Nedense o masadan yemek aşırmak çok zevklidir.
- Set anıları..
Çok neşeli setlerde yaşadım. Atıf’ı anmadan olmaz. Dünyanın en tatlı insanlarından biridir. Atıf’ın da, Ömer’in de yokluğunu çok hissediyorum. O kadar çok güldüm ki ikisiyle de. Atıf Yılmaz’ın “Seni Seviyorum” filminin setinde çok eğlendik. O sırada Türkan Şoray-Cihan Ünal aşkının başlangıcıydı ama henüz her şey gizliydi, umuma mal olmamıştı. Rüçhan Adlı adamlarını falan yolluyor sete. Biz de o zaman set ekibi olarak merak içindeydik. Ne olmuş diye havayı koklayarak dolaşırdık sürekli. (kahkahalar) Atıf sette hastalandı iğnelerini ben yaptım.
Set anıları çok komik oluyor tabii. Size başka minik bir tiyatro anımı anlatayım. Don Kişot oyununda partnerim Don Kişot’u oynayan Alessio Boni. Ben ise Sancho’yu oynuyorum. Alessio bir atın üzerinde, at mekanik bir at, içinde atı anime eden biri var. Benim eşeğim ise daha bürlesk bir eşek, süngerden, ben içine girip çıkıyorum. Bir gün oyun sırasında konuşuyoruz “hadi benimle gelir misin?” diyor “hadi gidelim” diyorum eşeğin içine giriyorum ve yürüyorum. Orada minik alıcılar var hoparlörler için. Benim altımdaki eşeğin püskülleri alıcılara sıkıştı ve ben dizlerimin üzerine düştüm. Çok sert düştüm. Oyun devam ediyor dedim ki “düştüm patron” gözümden kıvılcımlar çıkıyor. Eşeğe sövmeye başladım. Sahne arkasındakiler merak içinde. Oyuna devam ettim. Seyirci mizansen olmadığını anlamadı. Alessio “bu sene UBU en iyi düşüş ödülünü sen alıcaksın” diyor ve gülüyoruz. He zaman bu tip şeyler oluyor. Bu nedenle online tiyatro olmasına karşıyım. Tiyatronun özelliği tekrarlanamaz olması. Her akşam başka bir şey olacaktır mutlaka.
- Biraz eski İstanbul’dan bahsedelim mi? İstanbul nasıl şehirdi? Ya eski İstanbullular? Neden İstanbul ve kent yaşamı hafızalarımızdan adeta silinmeye çalışılıyor?
Aslında bu kitabı yazmayı düşünmemizin nedeni de buydu. Biz bu kitap projesini geliştirirken İstanbul yok oluyor, İstanbul’u tanımayan bir nesil yetişiyor ve giderek her şey çok değişiyor, bir tanıklık kalsın o günlerden diye düşünmüştük. Her şeyden önce söyleyeceğim şey, benim içine doğduğum İstanbul yeşil bir İstanbul’du.
İstanbul’da kat mülkiyeti çıktığı andan itibaren yeşili yok etmeye, daireler, kuleler yapıp satmaya yönelik açgözlülük hep vardı. Ama bu son yıllarda sınır tanımıyor artık. İstanbul’un tarihi yarımada dediğimiz bölümünün kendine özgü profili vardı. O profili de yok ettiler. O kadar büyük talan ve süratle yok edişe tanık oluyorum ki çok acı veriyor. İnanın İstanbul şu anda doğduğum ve büyüdüğüm İstanbul değil. Tabii ki bu durum dünyanın bütün şehirleri için geçerli. Şu an Floransa’dayım ve burada yaşıyorum. Floransa’ya 40 yıldır gelir giderim. Tabii ki Floransa da değişti, ama böyle bir yok etme, böyle bir talan yok burada.
Benim sevdiğim İstanbul kalabalık olmayan, insanların birbirine selam verdiği bir İstanbul’du. Terbiyenin hâlâ mevcut olduğu bir İstanbul’du. Sanırım son yıllarda yeni eğitim sistemleriyle birlikte terbiye de yok oldu. Çocukların özgür yetişmesi terbiyesiz olmaları anlamına gelmiyor. Çocuklarınıza hem özgürlüğü verebilirsiniz hem de terbiye edebilirsiniz. Böyle bir gidişata girdik. Aileler çocuklarını bir hayat projesi gibi tasarlıyorlar. Çocuk tasarım objesi değil. Bir sevgi objesi olarak dünyaya gelmesi gerekiyor. Tasarım projesi olarak bakıldığından illa çocuğa her şeyi anlatmak derdindeler. Çocuk sormuyor ama. Çocuğun umurunda olmayan açıklamalar yapılıyor. Sorduysa tabii ki sorduğu soruların cevabını alması şart. Ama sormadıysa neden illa kendini suçlu hissedip her konuda bir açıklama yapıyorsun. Çocuk, çocuktur. Bırak oynasın. Bırak sıkılsın. Geleceğe yönelik ben de endişe yaratan bu çocuklara olan yeni davranış modelleri. Çocuklar ne yaparsa yapsınlar haklılar gibi bir durum çıktı ortaya. Bunu söylüyorum, bu şehirle de ilgili bir konu. Ben küçükken annemle Nişantaşı’ndan Taşlık gazinosuna yürürdük. Yürürken annem hep kendi çocukluk anılarını anlatırdı. Öğretmenlerinin onlara sokakta yürürken çöp atılmaz, çöpünüz varsa cebinize koyarsınız dediğini. Eskilerin deyimiyle adabı muaşeret, toplum içinde yaşama, başkasına zarar vermeme, etrafı kirletmeme çok basit kurallar bunlar. Bunları nasıl öğrendiğini anlatır ve bana da öğretirdi. Koca kadın oldum hâlâ elimdeki çöpü cebimde tutarım ta ki çöp tenekesi bulana kadar (gülüyor). Bunu öğretmek zor bir şey değil. Buna önem vermek gerekiyor. Anne babanın, sürekli öğretmenleri hatalı bulmaları çok gereksiz. Öğretmenler her zaman yüzde 100 ideal olmayabilirler. Ben de bir çocuk yetiştirdim. Mesela benim çocuğum büyürken lisenin bir aşamasında karşılaştığı bir matematik hocası bayağı kötü bir hocaydı ve kızımın matematik sevgisini neredeyse yok etti. Ben bir anne olarak kızıma bu hocada hiç iş yok demedim. Çünkü öyle de olsa kızım o okulda ve o kurallara uymak, hocaya itaat etmek zorundaydı. Hiçbir zaman gidip olay çıkarmadım çünkü hayat da böyle bir şey. O yüzden de böyle bir şeyle karşılaşmaları çok da kötü, çok travmatik bir şey değil, hayata hazırlayan bir şey.
Eğitim düzeni çok kötüledi, seviye çok düştü. Eğitim seviyesi düştüğü andan itibaren toplum bir sürü tehlikeye açık oluyor. İstanbul’la alakası ne diyebilirsiniz. İstanbul’da bugün olduğu gibi çirkinliklere, betona, yeşilsizliğe mahkum oldu. Çok alakasız gibi dursa da çok alakalı.
- Utanma duygusu da yok oldu sanırım. Ne dersiniz?
Utanma duygusu kayboldu sürekli bir teşhircilik var ve sosyal medya da buna çok çanak tutuyor. Güzel bir dönemden geçmiyoruz.
- İtalya’da pandemi günleri nasıl geçiyor?
Her yerde durum hemen hemen aynı. Hepimiz sıkıntıdayız. Burada en büyük sıkıntı çelişkili önlemler. Yazın Sardunya Adası'nda birden bire diskotekleri açtılar ve virüs yayıldı. Niye açıyorsun? Belli ki orada mali açıdan ağırlığını koyabilen bir güç var. Tiyatrocuların büyük bir ağırlığı yok. Mesela benim de oynadığım Don Kişot oyununu tam yeniden başlamaya hazırlanırken oyunumuz iptal oldu. Geçen gün tüm ekip online toplantı yaptık genel kanaat şu ki eğer mart ayında oynama imkânımız olmazsa bir sonraki sezona kalıyor. 8 kişi sahne üzerindeyiz bir de sahne arkası çalışanlar var, maliyeti yüksek, seyirci sayısı azalınca oynanması mümkün değil. Her şey birbirine bağlı, ekonomik bir zincir.