Selçuk Altun'dan "Sol Omzuna Güneşi Asmadan Gelme"
Selçuk Altun yeni kitabında bizi bu kez usta şair Oktay Rifatın "Sol Omzuna Güneşi Asmadan Gelme" dizesi eşliğinde gizemli bir yolculuğa çıkarıyor. İstanbul'dan Mardin'e, Denizli'den Londra'ya, bütün fazlalıklarından arındırılmış bir roman okuyucuyu bekliyor. Roman hakkında küçük İskender''den bir değerlendirme...
Cumhuriyet Kitap Ekiİnsan Doğu’da bulduğu sırrı Batı’da çözerse entrikaya, Batı’da bulduğu sırrı Doğu’da çözerse vicdanın ateşine bulanır. Yaşadığınız coğrafya Doğu ile Batı arasında bir köprüden çok bir gizli geçitse eğer, size ezberletilmiş kurallar yavaş yavaş yerini beyaz yalanlara, makul intikamlara terk eder. Akla uygun hale getirilmiş öfkenin masumiyetini ya da güdülerine teslim olmuşların saklamaktan usanmadıkları tedirginlikleri birdenbire anlamaya, yorumlamaya ve doğru taşları yan yana koyarak / doğru kartları yan yana açarak olayları birbiri içinde aydınlatmaya başlarsanız aslında basit olanın nasıl da çözümsüze dönüştüğünü şaşkınlıkla fark edeceksinizdir. Çevrenizdeki her insan size söylemediği bir şey ile ilişkilidir. Bu sır zinciri uzar ve tüm dünyayı dolanır. Çünkü sizin de ona söylemediğiniz, şüphelenmesine bile yol açmayan sırlar mikado çöpleri gibi birbiri üzerine yığılmıştır ve hiç kimsenin tek bir çöpü oynatarak dengeyi ebediyen bozmaya cesareti yoktur. Bu büyük korkaklık bütün insanlık tarihinin inşa malzemesidir aslında. Çevrenizdeki her insan seçilmiş herhangi bir korkunun temsilcisidir. Görevi gereği o korkuyu korur, zarar görmesine engel olur. Yeryüzündeki aklın yine yeryüzündeki iktidarlara, devletlere ve halkın tahakkümü altındaki törelere, inanışlara hizmet etmesi, bilmecenin sembollerini hasıraltı edip düğümün kalıcılığını sağlaması içindir. Düğüm çözülecek olursa ipin ucu görünür ve ipuçları birer birer ele geçer; hayatın basitliği, sıradanlığı ifşa olur. Devlet sırlarının halk sırlarından farkı, devletlerin utançlarını ulusal değerlerle örtbas etme yeteneğidir; halk ise sırrını gelenekselleştirerek onu bir davranış modeline dönüştürür. Daha açık söylersek devlet sırları bir tür politikadır, halk sırları ise rivayetlerin gölgesi altında silinmeye başlar. Devlet sırlarını insana teslim etmez; halk ise sırlarını günlüklere yazarak bir sivil tarih kaleme alır. Devlet, sırlarını ‘milli marş’a; halk, sırlarını ‘masal’a devşirir.
Selçuk Altun, yazdığı romanların onu götürdüğü yere gitmeyi ve bunu gerçekten bir seyyah ciddiyeti ile hakkını vererek yapmayı üslup kabullenmiştir; olaylar nerede geçiyorsa Selçuk Altun oradadır. Eminim ki, kahramanlarından biri kahve içiyorsa Altun’un masasında mutlaka bir fincan vardır. Çünkü gördüğüne inanır, inandığını tartar/yoklar ve değerini biçer. Bu sert ve elzem gerçekçiliği Doğu’nun mistizminden, bilgeliğinden de koparmak istemez. Merkezde durmak, hâkimiyet için kaçınılmazdır. Çevrenizdeki her insan Selçuk Altun için bir sır saklamaktadır. Eğer o sır hakkında ağzınızdan bir laf kaçıracak olursanız, o sır roman olacaktır. Sırların toplamı bir ilimdir ve siz sahip olduğunuz her sır parçasıyla o ilmin derinliğine inersiniz. İlim gücü, romanın üzerindeki orman sisini dağıtacak ve yazdığını okumaktan zevk alan, okuyabildiği için yazabilen Selçuk Altun ortaya çıkardıkları ile ortaya çıkacaktır. Müsabakanın berabere bitme ihtimali ise sıfırdır.
Altun, son romanı “Sol Omzuna Güneşi Asmadan Gelme”de birbiri içine geçmiş halkalardan oluşan bir takip çemberi çiziyor. İzlenen ile izleyenin, av ile avcının yer değiştirme fırsatının olmadığı bir kovalamaca bu. Çünkü sır ile suçun kardeşliği izleğin temelini temsil ediyor. Bir günlüğün rotasında Batı’ya dek uzanan sır, diğer yanından öç ve adalet kisvesine bürünerek Doğu’ya, Anadolu’daki büyük bir utancın örtbas edilmesine el atıyor. Ancak üçüncü bir sır, merkezde, kitabın sonuna saklanıyor. Üçüncü sır, ilk iki sırrın altında kaldığından yüzünü göstermese de tüm olup biteni kucaklayan, okuru sersemletmeye, temize çıkartmaya yönelik. Batı ve arkeoloji uzantısında tarihi eser kaçakçılığını önemserken ahlak kaçakçılığı yapan kendi insanına yaban/cı kalmak, ırz tacirliğinin rantlaşmasına göz yummak, ırkçı/mezhepçi tavırla ‘bizden olmayanın imhası’na onay vermek nasıl doğrulanıyor ya da nasıl bir bedelle kendi içinde çözümleniyor, onun tespiti ustaca anlatılmakta. Birbirimizden neden farklıyız, duyarlı olma konusundaki farklılıklarımız neden hayata kattığımız anlamla koşut – Selçuk Altun her zamanki sivri, ayrıntıcı, ‘kanıtçı’ diliyle bu yapışık, birbiri yüzünden var olan öyküleri harmanlıyor. Meselemiz bazen aşk, bazen aşka kurban vermek, bazen itiraf edemediklerimizin iftiraya dönüşme riski, bazen de topyekûn katliam işte! Kendi adaletini kendi sağlama yolundaki inat ve mecburiyet, ancak teselli ile mümkün. Teselli kimi zaman cinayetle, kimi zaman suçlama/aklama mekanizmasıyla okuru tercihe iterken, önümüzdeki seçeneklerin ne kadar az olduğunu, bize tanınan imkânların zayıflığını da can yakarak sıralıyor. Romana mısralarıyla adını veren Oktay Rifat’ın inceliği kabalıkları örtmekte zorlanıyor elbette.
Romanın gerçek olduğunu bildiğimiz, gerçek olduğunu bildiğimiz için de hiddetlendiğimiz bir toplu tecavüz, kadın ticareti haberinden hareket etmesi, bel kemiği noktası. Selçuk Altun’un romanın oluşma aşamalarında orada araştırmalar yaptığı, notlar aldığı hissine kapılmam, yazdığı/ yazacağı metne saygısının tezahürüdür sanırım. Acının içine girmek taraftarı bir yazar, sorumluluklarını yazarın/okurun önüne alıyorsa, yaşananları seyretmiyorsa, uluslararasıdır.
Romanları yurtdışında da yayımlanan Altun, bu kere büyük lekeleri kayıt altına alırken hepimize ait olan bir ıstırabın çevirisinde küresel editörlere bir de bunu izah etme zorunda kalacağı için ayrıca takdir edilmeli.
Çünkü hunharca yok edilen hayatları kelimelerle Türkçe dışında karşılayacak tek bir lisanın kalmadığı uygar bir gezegende halâ sadece biz devlet için halkı öldürmeyi, insanları zavallılaştırmayı marifet sayıyoruz. Kimine göre töre, kimine göre göz göre göre cankıyım.
Sol Omzuna Güneşi Asmadan Gelme/ Selçuk Altun/ Sel Yayıncılık/ 104 s.