Romantik komedinin hazin sonu
İçinde düşünce olmayan herhangi bir eserin değerli olması söz konusu değildir. Yetenek geçici süre durumu idare etmeyi sağlar. Tanrı vergisi kulağıyla eline aldığı her çalgıdan ses vermeyi başaran biri, gün gelir duvara toslar.
Enver Aysever/Kurşunkalem1. Mehmed Kemal’in Sait Faik’ten söz açtığı bölüm çok güldürdü, düşündürdü beni. Sait Faik yaşam dolu adam, sokakları, gezmeyi, serüvenleri seviyor. Ruhu dalgalı. Leyla Erbil’le zamanında az çok söz açmıştık. Sırları vermedi elbette, ama sevdiği belliydi. Kemal şöyle yazmış;
“Tanıdığımda Sait’in başı dertteydi. Yazdığı hikâyede askerin ayağını tökezletmişi, sıkıyönetimden çağırmışlardı. Yaşamadan, yazmadan başka bir şey düşünmediği için pek de korkardı bu gibi işlerden.
“Ulan asker insan değil mi ne çıkar ayağı tökezlerse?” diye soruyordu. Bilmiyordu ki, zamanın yöneticileri göre, asker, nasıl yemez, içmez üşümezse, tökezlemezdi de.”
Bazı yazarlar kendi küçük yaşamlarını serer önümüze, bu hayli değerlidir de, unuttuğumuz ne varsa; söz gelişi kıyı meyhanelerini, balıkçı teknelerini, kuytuda sevişen çiftleri onlarla tanırız. Böylesi kimselerin siyasal kavgalardan kaçması doğaldır. Mahpuslukta solarlar.
Sait Faik parasızlık sıkıntısı çekmiş, yazarlığını kabul ettirene dek burnundan gelmiştir. Mehmed Kemal der ki;
“Adına ödüller verileceğini, müzeler açılacağını bilse: “Bu kadar masrafa girmeyin, parasını bana verin…” derdi.
İnsan yaşamalıydı.”
2.“Yeniçağın ruhu” diye tartışma yapılıyor, çeşitli kavramlar geliştiriliyor. Doğrusu, pek takılmıyorum bu koşturmaya. Elbette dünya değişecek, bilişim olanakları gelişecek, tahayyül edemeyeceğimiz kadar çok bilgi edinecek insanlık. Ancak bunlara, kişi olarak benim yetişmem neden gerekli olsun ki? Benim çağım her neyse, orada edindiğim değerlerin, estetik ölçülerin kaybolduğunu, yittiğini, önemsizleştiğini kim savlayabilir? İlerleme böyle açıklanabilir mi? Bazı mesleklerin, sanatların geleceğe kalmayacağı söyleniyor, olur mu olur, bundan dolayı kendimi eksik, yaşam dışı mı saymalıyım?
3.Moda olana, gençliğe hitap edene çok önem verilmesinin, bu kesimin yeni tüketici olmasından öte bir anlamı olduğunu sanmıyorum. Görüyoruz, gençlik her zaman daha iyiyi aramıyor. Ucuz kitapların peşine düşüp, bir de bunu överek yayıyorlar. Müzikte durum daha berbat! Gürültü dinliyorlar. Hızlı konuşan çocuklar, tek nota bilmeden, seslerini makineden geçirip, bilişim olanaklarıyla zenginleştirerek sunuyorlar. Sonuç? Hüsran…
4.İçinde düşünce olmayan herhangi bir eserin değerli olması söz konusu değildir. Yetenek geçici süre durumu idare etmeyi sağlar. Tanrı vergisi kulağıyla eline aldığı her çalgıdan ses vermeyi başaran biri, gün gelir duvara toslar. Eğer doğru işçilik yoksa, düşünce gelişmemişse ünlü olmak mümkündür, ama sanatsal ürün yaratmak değildir.
Geç de olsa İdil Biret belgeselini izledim. Doğanın kendisine sunduğu olağanüstü meziyetleri, benzersiz çalışma gücüyle taçlandırmış. Keşke her çocuğa izletmek mümkün olsa! Her tımbırtı müzik değildir!
İdil Biret
5.Son günlerde “romantik komedi” denen türe kendini kaptıranlara sık rastlıyorum. Geçen birine takıldım, bu kadar berbat senaryo, oyunculuk görmemiştim doğrusu. Sinemaya yakın değilim; hatta sanat sayanlardan da değilim, benim tarifim “bazı filmlerin sanata yakın, estetik yapıtlar” olduğu yönünde. Uzman değilim, benimki öznel kanı. Neyse, sonradan öğrendim ki bu filmler Amerikan yapımlarından uyarlamaymış. Güzel sanılan bir kızla oğlan buluyorlar önce oyuncu diye; çocukların ne dediğini anlaşılmıyor, yeteneksizliğin adı doğal oyunculuk olmuş. Gelin kaynana kapışmaları, uyduruk mafya koşturmaları, fona konan romantik ve elbette kötü müzikle öpüşmeler falan.
6.Bir de bunun komedi halleri var. Bir oğlan var mesela; olur olmadık yerde gülüyor, bir diğeri şarkıcı da olmuş, ucuz İspanyol ezgileri üzerine mıymıntı biçimde sesleniyor falan. Oysa Yılmaz bu işlere iddialı girmiş, düzeni sorgulayarak yol almıştı. Şimdi bu çocuklarla işi götürüyor. Saraya yanaştığında beri, Recep Tayyip Erdoğan’ın top arkadaşlığından bu yana sanatına da ihanet ediyor. Yılmaz’ın ki hazin elbette “Yılmaz Güney olmak için yola çıktı saraya kapıkulu oldu!” “İvedik”leri hiç saymıyorum. İzlemeye utanır insan onu, ama anladığım kadarıyla görmeyen de kalmamış.
7.Orhan Veli Boğaz vapurunda Yahya Kemal’e rastlıyor. Kemal burnundan kıl aldırmaz halde, Garip şiirini önemsemiyor. Konu konuyu açıyor, Kemal: “Yeni şiir var mı?” diye soruyor. Veli’nin aklında olmaz mı, başlıyor Efsane adlı rubaisini okumaya.
“Bir zamanlar bu gamhanede bir dem vardı… Gece bülbül ağaran fecre kadar ağlardı… O çağıltıyla beraber dövünürken def ü cenk… Bir güneş dalgalar üstünde doğa rengârenk… Bu çağıltıyla bütün kahkahalar nağmeleşir… Dilde Yahya Kemal’in şarkısı şehnameleşir…”
Yahya Kemal şaşırıyor, pek beğeniyor, güzel cümle kurmak istiyor: “Orhan Bey, biraz daha gayret etseniz, bu sahada bizi geçeceksiniz” diyor.
Veli;
“Üstadım, biz bunları ciddiye almıyoruz ki, karalama olsun, alay olsun diye yazıyoruz”
Yahya Kemal’in suratını görmek isterdim doğrusu. Ne şiirini severim, ne de Nâzım’a yaptığını unuturum.
Mehmed Kemal bize tam Öğle Rakısı öyküleri anlatıyor.