Ralph Thanhauser'den 'Godard Amerika'da'
Ralph Thanhauser, “Godard Amerika’da” isimli kitapta, filmlere konan yapay, zorlama ve çoğu zaman sisteme hizmet eden sınırları kaldırmayı amaçlayan Jean-Luc Godard’ın, tam da böyle kısıtlamaların ve yönlendirmelerin memleketi olan ABD’deki gezisini anlatıyor, ona sorular soruyor.
Derya Çakır“Yeni Dalga” akımının önde gelen temsilcilerinden Jean-Luc Godard, “sürüden ayrılan herkesin yönetmenlik yapabileceğini”; yazıcı-anlatıcı kimlikle pekâlâ film çekilebileceğini söylemişti.
1950’lerin sonunda “Yeni Dalga”nın altyapısını oluşturan bu yaklaşım, politik film ile politik yöntemlerle film yapma arasındaki diyalektiği ortaya koyuyordu. Dolayısıyla idealizme ve metafiziğe karşı harekete geçen “Yeni Dalga” yönetmenleri (Truffault, Rohmer, Chabrol, Rivette, Godard vd.) yazan, yöneten ve işin içine duygularını katarak bir uygulayan haline geliyordu.
ABD’de filizlenen Beat akımından etkilenen bu grup, eleştirel bakışı sinemaya uyarlamayı düşünmüştü, belli bir fikir etrafında birleşerek çektikleri filmlerle bunu hayata geçirdiler. Orada devreye giren “acemilik”, “başarılı amatörlüğün acınacak haledeki profesyonellere yeğlenmesi” şeklinde ete kemiğe bürünüyordu. Kamerayı stüdyodan çıkarıp sokağa taşıyan “Yeni Dalga”, oyuncuları amatörlerden seçmekle hem eleştirel bakışını kuvvetlendiriyor hem de yeni teknikleri denemenin önünü açıyordu.
“CAN SIKICI” GERÇEKLER
“Yeni Dalga”nın hatırı sayılır ismi Godard da gerçekliğin bölük pörçüklüğünü beyaz perdeye yansıtmaya çabaladığı hayatın bizzat kendisiden yararlanmayı ilke edinmişti. Dolayısıyla hikâyenin kesintilere uğraması veya dalgalanması, onun anlatımının belirleyici unsuru haline gelmişti. Üstelik imajlarla kotarıp izleyiciye ulaştırdığı filmleriyle felsefeyi, sinemayı ve eleştiriyi birbirine yaklaştırdı. Dahası Godard, iktidarın nüfuz alanını genişletmesi ve hayatın her ânına sızmasından hareketle sinemada politikliği işlemeye koyuldu. Seks işçilerinden film yönetmenleri ve senaristlere dek toplumun her kesiminden (uçlarından) karakterleri filmlerine konu etti.
Çoğunluğun Hollywood’la özdeşleştirdiği sinema filmleri, Godard’ın elinde “can sıkan”, gerçekleri yansıtan ve kolay kolay ayak uydurulamayan, dikkatle izlenmesi ve kafa yorulması gereken bir eyleme dönüştü. Böylece imajlarla yazı yazan yönetmen, onları izleyene okutmayı amaçlayan bir sinema dili yaratmış oldu.
Film endüstrisinin kalbinin attığı ABD ile Kıta Avrupası sineması arasına bir çizgi çeken Godard, 1970’te Amerika’ya gittiğinde, Hollywood filmleriyle birlikte endüstrinin beslendiği kaynağa da eleştirel bir bakışla yaklaşma imkânı buldu. İşte Ralph Thanhauser’in Godard Amerika’da isimli kitabı, bu deneyimin notları ve yorumu bir bakıma.
NİTELİK YERİNE NİCELİK
1970 baharında Dziga Vertov Film Ekibi’nin kurucularından Jean-Pierre Gorin’le Amerika turuna çıkan ve esasen Till Victory filmi için kaynak arayışıyla ülkeye yollanan Godard, bir anlamda sokaklarda imaj okumalarına girişmişti.
Görüntü bolluğu sunarken insanlara hiçbir şey göstermeyen Hollywood ideolojisine dikkat çeken Godard, 1970’lerin gündemdeki olayı Vietnam Savaşı’nın, Amerikalılara televizyonda sahte biçimde yansıtıldığını; birbirinin etkisini yok eden görüntüler eliyle niteliğin kaybedilip niceliğin öne çıkarıldığını ifade edişini aktarıyor Thanhauser.
Teknik konular arasında gezinen Godard’ın, görüntü ve sesin kullanımını eleştiren gözlemlerine dikkat çeken Thanhauser, onun mümkün olan en basit görüntüyü oluşturma veya yaratma gayretine gönderme yapıyor. Bol ses ve bol görüntüyle verimsizlik yaratıldığını savunan Godard, her ikisinin de politik olarak meydana getirilmesi gerektiğini dillendirirken bir ölçüde film yapımının yeni matematiğinden söz ediyor.
Vietnam Savaşı’nın toplumda olumsuz karşılık bulması ve ABD’nin yenilgiyle yüzleşmesi, birkaç yıl önce eğlenceli bir şey gibi algılanan olayı belli bir süre sonra trajik hale getiriyor. Artık saklanamayan gerçekler, Godard’a göre görüntünün kimliğinin de değişmesine neden olurken gerçeklerle yüzleşen orta sınıf, “Vietnam’dan çekil” hareketini örgütlemeye koyuluyor.
Nicelik dünyası dediği ABD’de anlamın, sayı ve fazlalıklar üzerine inşa edildiğini belirten Godard, öğrenmek, fark etmek ve anlamlandırmak için niteliğin önemini vurguluyor. Gösteri dünyasının hayli geniş bir burjuva ailesi olduğunu söyleyen yönetmen, baskın gücün dengeyi kendi lehine çevirmek için bu aileyi kullandığını ve zihin bulandıran görüntü bolluğunun buna hizmet ettiğini düşünüyor.
İstediği filmi yapan ve insanların bunu Hollywood sinemasına karşı bir üretim gibi gördüğünü hemen her fırsatta belirten Godard, Thanhauser’in “Devrimci misiniz?” sorusuna “Film yapmıyoruz, belirli bir ideoloji ortaya koyuyoruz” şeklinde yanıt veriyor.
ANLATIMLA GÜÇLENEN SİNEMA ANLAYIŞI
Sisteme karşı zafer kazanmanın yolu tarihten geçiyor, tarihe ulaşmanınki ise anlatmaktan… Godard, Hollywood’da görüntü yardımıyla sesin bastırıldığını söylerken metafiziğe karşı çıkarak filmler yapma derdinde. Bunun denk geldiği şey ise sözün yadsınmadığı yani salt göstermenin ötesinde anlatımla güçlenen bir sinema anlayışı. Başka bir deyişle bir savaşta yalnızca askeri değil, aynı zamanda yaratılan yıkımı da ortaya koyan filmlerle izleyicinin karşısına çıkmak. Diğer bir örnek, 1968’de Paris’teki öğrenci-işçi birlikteliğinin aktarılması. Üstelik bunun, sansür ve otosansür mekanizması işletilmeksizin filmleştirilmesi. Bu ikisi, Godard’ın sistemle mücadele dediği şeyin sinemadaki karşılığı.
Godard’ın, sinemada bir devrimci ve aykırı bir yönetmen olduğunu söyleyenler kesinlikle abartılı bir belirmemede bulunmuyor. Hollywood’un, sinemaya ağırlığını koyduğu bir dönemde onun, keyif kaçıran ve kimsenin kolay kolay el atmak istemeyeceği işlerin altına girip bunu da eleştirel bir yaklaşımla gerçekleştirdiği düşünülürse gözlerini ve kulaklarını kullanarak tarihi anlamak için çabalayışı daha rahat kavranabilir. Söz konusu yöntemle Godard, görüntüyü almaktan öte, görüntüyü üretmek ya da oluşturmak istiyor. Bir anlamda ürettiği görüntüler onun cümleleri haline geliyor. Sonuçta filme dahil olan, görüntülerle konuşan ve izleyiciye söyleyecek sözü bulunan bir yönetmenle ve filmleriyle karşılaşıyoruz. Diğer bir ifadeyle Godard’ın söylemiyle…
Thanhauser, filmlere konan yapay, zorlama ve çoğu zaman sisteme hizmet eden sınırları kaldırmayı amaçlayan Godard’ın tam da böyle kısıtlamaların ve yönlendirmelerin memleketi olan ABD’deki gezisini anlatıyor, ona sorular soruyor.
Godard Amerika’da/ Ralph Thanhauser/ Çeviren: Barış Tanyeri/ SUB Yayın/ 40 s.