Profesyonel bir sakarlıktır oyunculuk

Gonca Vuslateri oynadığı her rolden biraz taşıyor içinde. Kendine rağmen yaşamayı deniyor. Zor bir kadın, bildiğini okuyanlardan. Sürekli bir çarpışma halinde. Bundan da keyif alıyor. Köşelerini kendi yontmuş, bazı yerlerini de keskin bırakmış. İyi oyuncu olma derdi yok, "fikri merak edilen bir kız olmak istiyor"

cumhuriyet.com.tr

Gonca Vuslateri, “Canım Ailem”de bıçkın liseli Nurcan’dı. Sonra “Küçük Sırlar”da zengin, ukala, küstah Ceyla’ya hayat verdi. Şimdi de “Yerden Yüksek”in Kumru’su. Gonca Vuslateri geçmişiyle şimdi arasında, ama gelecekte de yaşıyor. O yüzden onu ileride çok daha başka rollerde görmek bizi şaşırtmayacak. Kadınsı tarafta çok kırılgan. “Kadın olma” fikrini fazla sürdürmediğini söylüyor: “Hemen insanlaşıyorum, belki de cinsiyetsizleşiyorum. Zaten pılımı pırtımı toplayan bir kız olmadım hiç, kitaplarımı alıp giden bir kadın oldum her zaman”.

- Tiyatro ve dizileri derken seni daha iyi tanıma fırsatı bulduk. Oyunculuğun bir yana ben seni ne istediğini bilen, geri çekilmeyen ve mücadelesini sürdüren bir kadın olarak tanıdım. Sert, bazen dişi bazen de cinsiyetsiz. Ama sen kimsin ve bu dünya ile alıp veremediğin nedir?

- Herkes gibi kendine rağmen bir hikâyem var. Beni yontan, törpüleyen bazen de sivri uçlar bırakan türden... İncirlik’te askeri bir sistemin içinde dünyadan izole bir hayat sürdüm. Oradan çıkınca, o korunaklı yerin dünya olmadığı anlamam bir tokat gibi çarptı yüzüme. Dünyayı ve bu ülkeyi el yordamıyla tanımaya başladım. Ateist baba, üniformalı bir ailede okuma düzeyini kendi yaşadığı koşulların dışına taşırmayı isteyen kadınların olduğu bir aileydi bizimkisi.

- Değişimin ne zaman başladı?

- Kendimi izlemeye başladım, sertlikle aramdaki ilişki normalleşti. Birbirimiz olduk. Tsunami geldiğinde sen de dalganın kendisi oluyorsun. “Anormal bir duruma verilen anormal bir tepki normaldir” diyordu bir yazar. Sanırım Türkiye’de her şey böyle işliyor. Bu elbette biraz yorgunluk bırakıyor bedende ve ruhta. Kim olmayı seçersen seç, kendinden fazla uzağa gidemiyorsun. Dünyayı kurtaracak güçle donansan da kaybettiğin ayakkabıyı bulamayınca çaresizlikten ve sinirden delirmen olasıdır.

- Oyunculuk hayata tutunduğun ya da ona çelme taktığın bir şey mi?

- Oyuncu izleyiciyi görmez, görmemeli de... O yüzden oyuncunun gözünün kör edilmesi gerekli. Antik Çağ'da güneşe karşı oynanırmış oyunlar, şimdi de spotlara karşı oynanıyor. Çünkü izleyiciyi görürse özgür olamaz oyuncu. Bazen “ne kadar patavatsız” dersin ya birilerine. İşte onlar görmeden konuşurlar. Sakarlıktır oyuncunun yaptığı, oyunculuk profesyonel bir sakarlıktır. Amatör kopyalarla dolu ülke. Her anlamda hem de. Ülkeyi parçalıyoruz, insanları parçalıyoruz, inançları, inaçsızlıkları parçalıyoruz, kadınların bedenlerini parçalıyoruz. Tek yaptığımız parçalamak.

EKMEĞİMİZDE METAL TADI VAR

- Belki de hiç bütün olamadık. Ne dersin?

- Küçük yaşta hayat vizyonumuz kahramanlık ve ölümle belirleniyor. Böyle geçmez ki hayat, gideceği yer belli işte. Buradayız... Ben 17 yaşımda ablamla evi bu yüzden terk ettim. Akşam yemeğinde haberleri izlemek istemiyordum. Ölüm haberleri izlenirken ağzımıza peynir domates tıkanırdı bizde. Amerikan askerleri, ailelere PKK’nin ne kadar kötü olduğunu gösteren dev bir ansiklopedi vermişti. İçinde yalnızca öldürülmüş insanlar vardı. Önce kalıplar dökülüyor, sonra insanlar onlara uyduruluyor. Terörün de bu ülkede evlere kadar yayılmasının sebebi herkesin birbirini ıskalaması. Hepimiz ekmeğimizi bandık tavanın dibine, hepimizin ekmeğinde bir metal tadı var. Sistemin çocuklarıyız, ama ben sisteme dayanamadığım için 17 yaşıma kadar kavgamı ailemle verdim, sonra da hayatla başladım çatışmaya.

- Kolay bir kopuş olmasa gerek.

- Babam beni anladı diye düşünüyorum. Çünkü aile ortamında kendini o kadar ifade edememiş biriydi ki benim çırpınışıma saygı duymuştu sanırım. O, bunu yapamadığı için devlete sığınmıştı. Hava trafik operatörüydü, kendini radara kapamış ve 25 yıl oradan çıkmamış bir adamdı. Beni ondan daha iyi kim anlayabilir ki? “Vur / Yağmala / Yeniden” oyunu bu anlamda benim çocukluğumla yüzleşmemdi.

- Babanla görüşüyor musun?

- Elbette ama görüşmek ve anlamak başka şeyler. Babamla anı kurtarırdım konuşurken, annemle konuşurken yolculuk ederdim. Annemin her konudaki fikrini merak ederdim, belki de o yüzden ona öykünüyorum bu anlamda. İyi oyuncu olmak derdim olmadı bu yüzden. Ben, “fikri merak edilen bir kız olmak” istiyorum. Derdim, sevdam buydu benim. Kadınsı tarafta çok kırılganım, sanırım o nedenle “kadın olma” fikrini fazla sürdüremiyorum. Hemen insanlaşıyorum, belki de cinsiyetsizleşiyorum dediğin gibi. Zaten pılımı pırtımı toplayan bir kız olmadım hiç, kitaplarımı alıp giden bir kadın oldum her zaman.

- Gelecek senin için ne kadar berrak?

- Kendimle ilgili düşündüğüm şeyleri bu coğrafyanın karanlık bulutları ile süslemek istemiyorum. Oyuncu olmamın bana verdiklerini kendimle ve benden sonra gelenlerle paylaşmak istiyorum. Şu an şiir yazıyorum torunuma.

- Şiirle tinsel ilişkin nasıl başladı ve şimdi nerede?

- Neden bilmiyorum 22 yaşıma kadar şiiri bir sır gibi okudum. Konservatuvarda şiiri eğitim amaçlı okurduk ya, onun ihtiyaç olduğunu sonradan anladım. Mesela Orhan Veli beni iyi hissettiriyor. İçimizdeki fakir tüm duygulara hizmet eden, bunca yoksunluk, yalnızlık... Ne güzel de anlatıyor. Ama gerçek anlamda şiirle hiçbir zaman tinsel bir ilişki kuramadım. Şebnem Sönmez’in bana ödev olarak verdiği Edip Cansever’in “Mendilimde Kan Sesleri”ni bir yıl okudum. Şiir o zaman üstüme oturdu, onu giyebilmek için her mısrayı, her kelimeyi anlamak için uğraştım. Hissetmek zaman aldı. Mesela Nâzım Hikmet, benim İncirlik’i terk etme sebeplerimdendir. Şiir yazmayı sevmek, kendime verdiğim bir ödül. Kim, ne zaman, nasıl sever bilemesem de bu kendime verdiğim bir armağan.