Önyargı...
cumhuriyet.com.trYaşamımda korkuya yer vermedim kolay kolay. Böyle dedim diye, olası ya da beklenen bir kötülük karşısında yoğun bir duyguyu yaşamadığımı sanmayın. Kürşat’ın öldürümünü yıllarca duyumsadım. Her gün, ölüm haberini getirecekler diye kapı çalışlarından, telefon seslerinden korktum. Simin’in ölümünü ise, dört yıl birlikte yaşadım. Onu her diyaliz günü ölecek diye bekledim. Diyaliz gecesi uyuyamazdım, ancak diyalizden çıktıktan sonra uyurdum. Ölüm ve öldürüm karşısında bir süre duydum ve yaşadım bu kaygıları, ama beni öldürmeye çalışanlar karşısında bir an bile korkmadım. Böyle durumlar, beni, yağmur yağacak kaygısı değin korkutmamıştır, kaygılandırmıştır ama çocuklarımın yükselen ateşleri bile beni kaygılandırmıştır. Bir de sevgilimden ayrılmak acı verir. Çocuklarıma da, onların anlıksal ve duygusal gelişmelerini etkileyecek bir düşünce aşılamadım. Kulaklarına korku koymadım. Belki de, ölümden bu yüzden korkmadılar ve kucağına koşarak atıldılar.
Koşullandırma
Tek korktuğum şey “önyargı”dır. Önyargı (prejuge, itikad-ı bâtıl, peşin hüküm), bir şeyi, bir durumu, bir olayı ya da bir konuyu yeterince bilmeden varılmış kanıdır. Yetersiz bilgi, kanı sahibiyle birlikte, kanının yansıtıldığı toplumu da yanlış koşullandırır. Koşullandırma, çok tehlikeli bir davranıştır. Bireyleri ve toplumu, zorlayan bir koşula uydurmaktır koşullandırmak. Köleleştirmedir bir bakıma. Köleleştirme zorla kabul ettirilmiş bir durumdur ama, koşullandırılma benimsendirilmiştir. Kaynağında, koşullandırılmış kimse, köleden daha çok aşağılandığının ayrımında değildir. Kölenin, her zaman bir başkaldırı ruhu saklıdır, ama koşullandırılmış kişi ya da toplumlar, koşullandıranın (kişi, örgüt, kurum, kuruluş) kuludur. Vurulan gem, kölenin damağını her zaman acıtır, ama koşullandırılmış kişi ya da topluluk, vurulan gemden haz duyar. Önyargı, kişinin kolay kolay terk edemeyeceği, çüzümleyemeyeceği bir yargıdır. Kişi, yargısının doğruluğunu denetleme olanağını araştırmaz.
‘Açılımcı iktidar’
Tokat’ın Reşadiye ilçesinin kırsalında, yedi askerimiz şehit oldu. “Açılımcı iktidar”ın Cumhurbaşkanından milletvekillerine değin tüm sorumluları ve yetkilileri, Başbakan da içinde, olayı bir kışkırtma olarak nitelediler. Başbakan, okyanus ötesinden, yardımcılar korosu, televizyonlarda, “Ne zaman demokrasi için bir atılım yapılsa, birileri çomak sokuyor, bir kargaşa yaratıyor. Bu da bir kışkırtmadır” diye buyurdular. 10 Aralık 2009 günü, olayı PKK üstlendi. Anlaşıldı ki, sorumlular ve yetkililer, yeterince bilgi edinmeden, salt açılımlarını haklı çıkarmak için, denetlenmemiş bilgilerini kamuoyuna yansıtmışlardır. İzledikleri siyasanın doğruluğunu kanıtlamak amacıyla, dayanaksız konuştukları çıktı ortaya. Belli ki, önyargılıydılar. “Devlet içinde bir devlet -kuşkusuz Kemalist bağnazlar- vardı, bunlar toplumun demokratikleşmesini istemiyorlardı.” Sözleri şu anlama geliyordu: “Ordu içinde bir örgüt, AKP iktidarını devirmek için Tokat’ta kendi askerlerini öldürdü. Bunlar, dindar bir iktidara ram olmayan kâfir Atatürkçülerdir.” Ama, İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nin yayımlanmasının 61. yıldönümünde, çok anlamlı biçimde, PKK olayı üstlendi. Anlamlıydı, çünkü, iktidarın insan hakları gibi bir savı vardı. Özgürlükleri genişletmek için, AKP iktidarı, her türlü çabayı gösteriyordu ama Atatürkçüler ve toplumsalcılar (sosyalistler), özgürlüklerin genişlemesini istemiyorlardı. Başbakan, Danıştay’ın, YÖK’ün katsayı uygulamasını kaldıran kararını da “ideolojik” diye niteledi. Oysa, kendisinin İslamcı yönetim ısrarı, bir ortaçağ ideolojisinin yirmi birinci yüzyılda, Türk toplumuna kabul ettirilmesidir.
Nasıl tanımlarsak tanımlayalım, önyargılar, toplumsal sağduyunun devinimleridir. Bugünkü iktidarın dinsel düşünceyle eğitilmiş önderleri, doğal ki, bilgi edinmeye gerek duymadan, Atatürkçüleri ve çağdaş düşünceyi suçlayacaklardır. Onlar için en büyük engel, Atatürk’tür. Üstelik, öyle bir engel ki, ona sığınmadan, devleti İslamlaştırmak olanağını bulamıyorlar. 10 Kasım’da açılıyorlar, ama 11 Kasım’da saçılıyorlar. Erdoğan, toplumsal duyarlığın devinimine sığınıyor. Müslüman Anadolu halkı, ne olursa olsun, dinsiz Mustafa Kemal’i kolay kolay dışlayamıyor. Recep Tayyip Erdoğan, toplumun bu sağduyusunu fark etmiş görünüyor ve sırası geldikçe, “Mustafa Kemal Atatürk’ün çağdaş uygarlık hedefine” ulaşmak için çalıştıklarını yineleyip duruyor. Kuşkusuz, önyargıları, çağdaşlaşma kavramını da sığlaştırıyor. Ona göre, çağdaşlaşmak, yol yapmak, enerji santralları kurmak, oteller açmak ve okulları bilgisayarla donatmaktır. Bu durumda, Arap şeyhlikleri, bizden yüzyıl ilerideler! Erdoğan’ın bu düşüncelerini sığ bulsam da, kınamıyorum. Çünkü, onun düşünce yapısında, çağdaşlaşma, çağdaş Batı dünyasının araçlarıyla ve gereçleriyle özdeştir.
Mersedes arabasının sol camından kolunu çıkarıp çalım atan türbanlı kadının, önde yaşayıp geride durduğunu fark edemez. Kuşkusuz, kendisinin de, kızlarını Amerika’da okutup Türkiye’de Müslümanlık yaptığını da, bilinçle yorumlayamaz. Bağ başkadır, bahçe başka.
Düşünce güçsüzlüğü
Önyargılar, inançlarla ve kanılarla ilişkilidir. Kişiyi, kararlarında kesin, kesin ve dönüşsüz yaparlar. Önyargının iki temeli vardır: “Öğretilenlere inanç ve düşünce güçsüzlüğü ile düşünce tembelliği.” Şu yaşadığımız günlerde, YÖK’ün, özellikle de Başbakan’ın, imam hatip okulu mezunlarıyla ilgili Danıştay kararına tepkilerinin nedeni, düşünce güçsüzlüğüdür. Başbakan’da, ayrıca düşünce tembelliği de görülüyor. Danıştay’ın kararını, ideolojik buluyor. Oysa, biraz düşünse, kendisinin, yıllardır, Cumhuriyetin eğitim dizgesini İslamlaştırmak istediğini kolayca görür. Ancak, Başbakan’ı suçlamıyorum. Çünkü, dinsel düşünce donmuş düşüncedir, yani inaktır (dogma, nas) değişmeyi ve dönüşmeyi yadsır.
Ana babalara da (ebeveyn) bir sözüm var: “Çocuklarınıza, salt öğrenci gözüyle bakmayın.” Onlar da, gelişme yasalarına koşut gelişirler. Öğretmenlere de sözüm var: “Çocuklarımız, toplumun değişik katmanlarından gelirler, ama biz, onlara tek bir eğitim izlencesi uygularız. Yöntemlerimiz de özdeştir. Beyninizi renklendiriniz ve zenginleştiriniz.” İnaklardan kurtarmanın yolu, çocuklarımıza değişen ve dönüşen dünyayı, değiştiren ve dönüştüren bilimsel düşünceyi özümsetmeliyiz. Unutmayınız, değişim de değişir.