Ölü Doğmuş Proje Demeti Olarak Açılımlar ve Referandum
cumhuriyet.com.trZincirin son halkası olarak görülebilecek “anayasa açılımı”nın da önceki açılımlardan köklü bir farkı yokmuş gibi gözükmektedir. Uzlaşmayı zorlamayan ve AKP’nin kendisine yönelik olası tehditleri önlemek amacıyla hazırlandığı izlenimi veren anayasa açılımı da güvenilir olmaktan uzak bir yörünge izliyor.
Son yılların büyülü terimlerinden biri olarak gündelik hayatımıza giren bir sözcük açılım. İlk söylendiğinde kulağa ne kadar da hoş geliyordu. Şimdilerde sonuç alınmayacağı baştan belli olan yaklaşımları betimlemek için mizahi içerikte kullanılır oldu. Bu gelişmede mevcut iktidarın katkısını teslim etmek gerekiyor. Açılım furyasının öncülüğünü “AB açılımı” yapmıştı. AB’ye girmemizin an meselesi olduğuna kendimizi kaptırıvermiştik. Oysa, Güney Kıbrıs, Romanya, Bulgaristan gibi ülkelerin üyeliğe kolayca kabul edildiği bir birliğe “imtiyazlı ortak” olarak alınmamızın bile zor olduğunun bildirilmesi sonrasında AB’nin, bir “Hıristiyan kulübü” olduğunu keşfedip Müslüman dünyaya keskin bir dönüş yaptık. Şimdilerde Schengen ülkelerine yönelik vize işlemlerinde kolaylıkları elde etmenin mücadelesini veren bir konuma savrulmuş gözüküyoruz.
AB’ye tam üyelik sürecinin dondurulduğu ve AB açılımının rafa kaldırıldığı günlerde, artık hemen bütün yerleşik partilerinin seçim yatırımı bağlamında ilgi odağı haline gelen Alevi yurttaşların oylarına talip olma tutkusu “Alevi açılımı” başlığı altında AKP iktidarının da gündemine giriyordu. Peki ama Alevi açılımı ne getirdi? AKP hükümetinin Devlet Bakanı Faruk Çelik’in “Alevi çocuklarının din eğitimlerini cemevlerinde almasına, din kültürü ve ahlak bilgisi dersinin içeriğinin yenileneceğine, din eğitiminin ise isteğe bağlı hale getirileceğine” yönelik açıklamalarının hemen ardından, Hatay’ın Samandağ ilçesinde Arap Alevileri olan Nusayrilerin başına gelenler açılımın samimiyetini ölçmenin güzel bir örneğini oluşturmaktaydı. Nusayrilerin inançlarını çocuklarına aktarmak için açtıkları “eğitim yerleri” Diyanet İşleri Başkanlığı’ndan izin alınmadığı gerekçesiyle dava konusu oldu. Öte yandan, başta Alevi örgütleri olmak üzere pek çok sivil toplum kuruluşunun ısrarla sürdürdükleri Madımak Oteli’nin Sivas katliamının anısına yönelik olarak müzeye dönüştürülmesi talepleri de karşılıksız bırakılıyor, AKP iktidarı Alevi açılımına sembolik bir katkı sunmaya bile soğuk yaklaşıyordu.
Ermeni açılımı
Saman alevi gibi parlayıp sönen açılımlardan bir tanesi de “Ermeni açılımı”ydı. Futbolu devreye sokarak gerçekleştirilmek istenen Ermeni açılımı da hayal kırıklığı yaratan açılımların başında gelmekteydi. Ermeni açılımının neleri kapsadığının gizemini koruduğu günlerde, açılıma ilk darbe “stratejik ortağımızdan” geliyor ve 5 Mart 2010 tarihinde ABD Temsilciler Meclisi 1915 yılında yaşananları “soykırım” olarak nitelendiren tasarıyı “garip bir oylama” sonucunda kabul ediyordu. Aradan bir hafta bile geçmeden bu kez İsveç parlamentosu Ermeni soykırım tasarısını onaylıyordu.
Tasarıların onaylanması sadece Türkiye ile ilgili ülkeler arasındaki diplomatik ilişkileri germekle kalmıyor, Ermenistan ile Türkiye arasındaki krizi de derinleştiriyordu. Böylesi bir ortamda Başbakan Tayyip Erdoğan Londra’yı ziyareti sırasında 16 Mart 2010 tarihinde BBC Türkçe servisine verdiği özel mülakatta Türkiye’de yaşayan Ermeniler hakkında şu yorumları yapmaktan çekinmiyordu: “Bakın benim ülkemde 170 bin Ermeni var; bunların 70 bini benim vatandaşımdır. Ama yüz binini biz şu anda idare ediyoruz. E ne yapacağım ben yarın, gerekirse bu yüz binine hadi siz de memleketinize diyeceğim; bunu yapacağım. Niye? Benim vatandaşım değil bunlar... Ülkemde de tutmak zorunda değilim.” Bu ifadeler içinde barındırdığı ayrımcılık öğeleriyle tepki çekmekle kalmıyor, Ermeni açılımının da sonunu hazırlıyordu.
Oysa BBC’ye verilen mülakatın hemen öncesinde açılımlar içinden en renklisi olan “Roman açılımı”na hız verilmişti. Abdi İpekçi Spor Salonu’nda yapılan “Roman Buluşması”nda konuşan Erdoğan, Roman vatandaşlarına “peşinatsız ayda 100-120 TL taksitle ev vereceklerini” açıklıyordu. “Kentsel dönüşüm” projelerinin bir uzantısı olarak gündeme getirildiği anlaşılan ve Roman vatandaşlarının bulundukları yerlerden çıkarılıp ev edindirilmeleri projesinin foyası kısa zamanda ortaya çıkacak ve 25 Mart 2010 tarihli Hürriyet gazetesi ilk Roman açılımının “hüsranla” sonuçlandığını duyuracaktı.
Romanlar hem ev taksitlerinin yüksekliğinden hem de evlerin çürüklüğünden şikâyetçi olacaklardı. Bir Roman yurttaş taşındıkları evlerin kalitesini “Evler kâğıt gibi. Hapşırsam komşu çok yaşa diyor” sözleriyle dile getirecekti. Romanlara yönelik kültürel algı açısından da Roman açılımının getirdiği hiçbir yenilik bulunmamaktaydı. Bakırköy’deki Cumartesi Pazarı’ndan alışveriş yapan bir öğretmenin eşi ve çocuğu hırsızlık şüphesiyle karakola götürülerek dövülüyor, yanlışlık ortaya çıkınca da kendilerine “Sizi Romanlara benzettik, hırsız sandık, kusura bakmayın, evinize gidin” deniyordu. Roman açılımı örneğinden de anlayabileceğimiz gibi, Türkiye’deki herhangi bir açılımın sonu karakolda bitebiliyordu.
Kürt açılımından milli birlik ve beraberlik projesi
Önceleri “Kürt” sonraları “demokratik açılım” ve en sonunda da “milli birlik ve beraberlik projesi” olarak adlandırılan açılımın sonuçları, Roman açılımıyla karşılaştırıldığında daha ciddi boyutlara ulaşacaktı. Abdullah Gül’ün “Böyle bir ortamda iyi şeyler olur” ifadelerinin hemen ardından 12 Mayıs 2009 tarihinde bir paket olarak açıklanan açılım, yerel televizyonlara yönelik kısıtlamaların kaldırılması, yerleşim birimlerine Kürtçe isimlerin verilmesi, isteyen vatandaşların çocuklarına Kürtçe isim koyma hakkının tanınması gibi daha çok dil odaklı kimi demokratik unsurları içermekteydi. Bu açılım başlangıçta iyimser yaklaşımların oluşmasına kaynaklık etmişti. Süreci izleyerek kendilerini “Barış Grubu” olarak tanıtan Kandil Dağı ve Habur Kampı’ndan toplam 34 kişilik bir grup 19 Ekim 2009’da Türkiye’ye gelerek teslim olmuştu. Grubun neredeyse tamamı serbest bırakılmış ve bu gelişmeler özellikle bölgede büyük sevinç gösterileriyle karşılanmıştı.
Hükümetin başlangıç beklentilerinin ötesine geçip hızla ilerleyen süreç yıllardır devam eden çatışma ortamının yumuşayabileceği izlenimini doğurmuş ve siyasi çözüme yönelik beklentileri arttırmıştı.
AKP hükümeti ne bu tür beklentileri karşılayabilecek bir isteğe ne de sorunun devamından yana olan geleneksel muhalif unsurların baskılarına göğüs gerebilecek bir iradeye sahipti. Kürt açılımının başlangıç beklentileri temel insan haklarının sağlanması yoluyla PKK’yi tasfiye ederek Kürt sorununu çözmek ve bunu da gelecek seçimlerde iktidarı sürdürmenin araçlarından biri olarak görmekti.
Oysa, Kürt sorununun çözümünün sanıldığı kadar basit olmadığı anlaşılacaktı. Önce DTP kapatıldı. Genel Başkanı Ahmet Türk ve Aysel Tuğluk’un milletvekillikleri düşürüldü. Ardından PKK’nin şehir kolu olarak nitelendirilen ve kısa adı KCK olarak bilinen örgüte yönelik kapsamlı bir operasyon düzenlendi. 6 Nisan 2010 tarihinde ise Diyarbakır Cumhuriyet Başsavcılığı, kendilerini “Barış Grubu” olarak tanıtan grubun üyesi 30 kişi hakkında 490 yıl hapis cezası istemiyle dava açtı.
Ölü doğmuş proje
Bu gelişmelerin sonucunda henüz tutuklanmamış olan grup üyeleri Türkiye’de baskı, soruşturma ve tutuklamalarla karşı karşıya kaldıkları gerekçesiyle sınırın Irak tarafına geçti. Bu arada, 31 Mayıs 2010 tarihi itibarıyla ateşkesi bitirdiğini ilan eden PKK, silahlı saldırılara hız verdi; şiddet eylemleri ve ölümler yeniden toplumun gündemine yerleşti. Diğerlerinden farklı olarak Kürt açılımı sadece ölü doğmuş bir proje olmakla kalmadı, aynı zamanda karamsarlıkları ve toplumsal nefreti de beraberinde getirmiş oldu.
Zincirin son halkası olarak görülebilecek “anayasa açılımı”nın da önceki açılımlardan köklü bir farkı yokmuş gibi gözükmektedir. Uzlaşmayı zorlamayan ve AKP’nin kendisine yönelik olası tehditleri önlemek amacıyla hazırlandığı izlenimi veren anayasa açılımı da güvenilir olmaktan uzak bir yörünge izliyor. Referandum tarihinin 12 Eylül 2010 olarak belirlenmesi, propaganda çalışmalarının “demokrasi” ve “12 Eylül rejimiyle hesaplaşma” üzerine kurulmasına neden oluyor. İşin ironik yanı, 12 Eylül askeri darbesiyle hiçbir sorunu bulunmayan ve büyük ölçüde 12 Eylül rejiminin açtığı yolda gelişimini sürdüren bir siyasi akımın demokrasi havarisi kesilmesi ve anayasa referandumunu 12 Eylül rejimiyle hesaplaşma olarak topluma yansıtmasıdır.
Önceki açılımlarda beliren güvenilmez tutum anayasa açılımı ve bu açılımın sonucunda gündeme gelen referandum oylamasında da kendisini açıkça göstermektedir. Yine diğer açılımlarda gözlediğimiz gibi, referandum projesi de “ölü doğmuş” bir projedir. Çünkü referandumdan ortaya çıkan sonuç ne olursa olsun, 13 Eylül 2010 tarihinin temel gündem maddeleri yine anayasa değişikliği, daha fazla demokrasi, yargı bağımsızlığı, siyasal, kültürel, iktisadi ve sendikal hakların genişletilmesi olacaktır.
Farklı bir anlatımla, işsizlik ve çalışanların toplumsal refahtan daha fazla pay alma sorunu, kültürel farklılıklara tahammül gösterme sorunu, barış içinde bir arada yaşama sorunu, referandum sonrasında da ülkedeki toplumsal gündemin temel maddeleri arasında yer alacaktır. Kısacası referandum, mevcut sorunların çözümünden ve demokrasiyi genişletmekten çok, yıpranan ve güven kaybına uğrayan AKP iktidarının tahkimine zemin hazırlayacakmış gibi gözükmektedir. Bu koşullar altında sunulan referandum seçeneğine yönelik tavır açıktır: Teşekkür ederim. Almayayım.