Nihayet Bir Yargı Kararı...
cumhuriyet.com.trKanun bir hususu “suç” olarak düzenlemiş ve suçun işlenmesi halinde uygulanacak yaptırımı da belirlemiş ise, artık kanun ile düzenlenmemiş bir önlemi icat ederek, “bu suçun önlenmesine” karar verilemez.
Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nun 21 Ekim 2009 tarihli kararıyla oluşturulan ve Ceza Muhakemesi Kanunu’nun 250. maddesinde sayılı suçlara bakmakla görevlendirilen Ankara 12. Ağır Ceza Mahkemesi, “yayın yasağı” konusunda, uygulamada süregiden bir yanlışa nihayet son verdi.
Ne zaman adli soruşturmaya konu edilen çok önemli bir toplumsal olay söz konusu olsa, yetkililerin ilk yaptığı iş mahkemelerden “yayın yasağı” şeklinde bir talepte bulunmak olmuştur. Mahkemelerimiz de, anayasa ve yasalarda yer almamasına karşın, ilgisiz kanun maddelerini birbiri ardına sıralayarak, soyut ifadelerle soruşturma konusu olay ve kişiler hakkında genel bir “yayın yasağı” kararı verirler.
Herhangi bir yasal dayanağı olmayan bu kararlar, esasen özel bir yaptırımı da olmadığından, konuyu bilen medya organları tarafından uygulanmamıştır da. Böylelikle, bu türden “yayın yasağı” kararları, zaten uygulanabilir nitelikte olmadığından, uyulmaması nedeniyle, mahkeme kararlarına karşı toplumda yerleşmesi gereken “karara uygun davranma” kültürüne de olumsuz etkide bulunmuştur. Bu sonucun birinci derecede sorumlusu, sırf savcılık taleplerini karşılamak ve o anki toplumsal duyarlılığı kendinden menkul bir şekilde yorumlayıp, kanun yaratma gayretkeşliğindeki bazı hâkimlerdir.
Ceza Muhakemesi Kanunu’muzda “soruşturmanın gizliliği” ilkesi düzenlenmiş ve buna aykırı davranışın suç oluşturduğu belirtilerek, yaptırımı da gerek Basın Kanunu’nda (Bas. K, md. 19), gerekse Türk Ceza Kanunu’nda (TCK, md. 285) ayrı ayrı belirlenmiştir. Bu durumda, “yayın yasağı” adıyla verilen kararların; zaten “suç” olarak belirlenmiş bir davranışın önlenmesine dair bir karar niteliğinde olduğu görülmektedir. Bu ise, örneğin “hırsızlık” kanunumuzda suç olarak belirlenmiş iken, savcılarımızın önceden belli kişi ya da gruplar için “hırsızlığın önlenmesi” şeklinde bir talepte bulunmasına ve mahkemenin de “hırsızlığın önlenmesine” karar vermesine benzemektedir.
Kanun bir hususu “suç” olarak düzenlemiş ve suçun işlenmesi halinde uygulanacak yaptırımı da belirlemiş ise, artık kanun ile düzenlenmemiş bir önlemi icat ederek, “bu suçun önlenmesine” karar verilemez. Böyle bir mahkeme kararı olamaz. Olursa da, hem hukuken yok hükmündedir, hem de zaten uygulanabilir bir hüküm değildir. Velev ki, böyle bir kararı geçerli ve kanuna uygun saysak bile, ihlali halinde ne yapacağız? TCK md. 285’in dışında bir uygulama mümkün müdür?
Gazeteler, bugüne kadar bu anlamsız “yayın yasağı” kararlarına karşı, böyle bir karar verilemeyeceği yönünde yüzlerce kez itiraz ettiler. Ama, ne yazık ki bir sonuç alamadılar.
Kamuoyunda “Kozmik Arama” adıyla bilinen ve Seferberlik Tetkik Dairesi Ankara Bölge Başkanlığı’nda yapılan arama nedeniyle, “yayın yasağı” konusu bir kez daha gündeme geldi. Soruşturmayı yürüten Ankara Özel Yetkili Cumhuriyet Savcısı, alışılageldiği şekilde yine “yayın yasağı” kararı verilmesini istedi. Nasıl olduysa oldu, bu defa talep kabul edilmedi. Üstelik, tam da “hukuksuzluk mahkeme kapısından döner” dedirtecek nitelikte bir gerekçeyle. Vurgulamakta yarar var: Eğer hukukta “yayın yasağı” şeklinde bir kurum veya tedbir söz konusu olsaydı, herhalde “devletin güvenliği açısından gizli kalması gereken bilgi ve belgelerin pek muhtemel olduğu” bu somut vaka açısından gündeme gelmesi beklenirdi.
İşte yeni faaliyete başlayan Ankara 12. Ağır Ceza Mahkemesi, yeni yıla girerken medya ve halkın bilgilenme hakkı açısından son derece yanlış ve hatalı bir uygulamanın artık biteceği anlamına gelen önemli bir karara imza atmış oldu. Karara imza atanları, hukuk devleti ve hukukun üstünlüğü ilkesi bağlamında kutluyoruz. 31 Aralık 2009 tarihli bu kararda, medya için önemli bir hatırlatmaya da yer verildiğini, mahkemenin bu anlamlı kararının gazetecilerin yasal ve etik sorumluluklarına uygun habercilik anlayışıyla taçlanacağını da belirtmek gerekiyor. Mahkemenin kararındaki şu saptama herkes için uyulması gereken rehber niteliğindedir: “Yasal düzenlemeler ile düşünceyi açıklama ve basın hürriyetine ilişkin sınırlamalar getirilmiştir. Ancak, bu sınırlamalar içerisinde yayının önceden durdurulması şeklindeki bir tedbire yer verilmemiştir. Esas itibarıyla burada görev kamusal bir alanı kullanan medya yöneticilerine ve mensuplarına düşmektedir. Zira düşünceyi ifade özgürlüğü ve basın özgürlüğü; beraberinde sorumluluk boyutunu da getirir. Bunu belli çerçeveler dahilinde medyanın kendi kendini kontrol etme mekanizmalarıyla sağlaması basın ilke ve ahlakı gereğidir. Ancak, buradan medyanın zorunlu birtakım yasal uygulamalardan muaf tutulması anlamı da çıkarılmamalıdır. Medya ‘dördüncü güç’ olarak ‘denetleme’ yetkisini üzerinde toplarken kamusal bir görevi yerine getirdiği gerçeğini de gözden kaçırmamalı ve sorumluluk bilinciyle hareket etmelidir.”
Medya organları, olaylarla ilgili halkı bilgilendirme görevini yerine getirirken, temel kurallara uygun davranmalıdır. Özellikle de adil yargılama ilkesini ve bu ilkenin ayrılmaz özü olan masumiyet karinesini göz ardı etmemeli, olayları nesnel ve yansız olarak kamuoyuna aktarma özeni içinde davranmalıdır.