Mollaların Gölgesinde/ 4
İran'daki Sünni mezheplerin nüfuzu Selçuklu ittifakıyla daha da belirginleşirken Şia da İslam coğrafyasının birçok yerinde iktidara geliyordu.
cumhuriyet.com.trİslam orduları İran’ı fethettiğinde burada eski ve güçlü Sasani İmparatorluğu vardı. Bu imparatorluğun bürokrasisi Abbasi halifelerinin hizmetine girdi. İslam dünyasına sonradan katılmış topluluklar Araplar tarafından “Mevali” olarak adlandırıldı ve kavmiyetçilik güdülerek dışlandı. İranlılar, İslam öncesi geçmişini ve kültürel bağlarını her dönemde korumayı başardı. Ancak İslam kültürünü de reddetmedi.
Abbasi hanedanlığı döneminde özellikle Bağdat, Yemen ve Mısır’da Şiiliğin çeşitli kolları ilk oluşum evresini yaşıyordu. Daha sonra İran’ın resmi mezhebi olacak “On İkinci İmam (İsnaaşeriyye)” topluluğunun doğuş yeri Bağdat’tı. Dokuzuncu ve onuncu yüzyıllarda Şiilik İslam coğrafyasının birçok yerinde iktidara geldi.
Buveyhiler, Karmatiler, Hamdaniler Şiiliğin o dönemdeki önemli kollarındandı. Buveyhiler, Bağdat’taki Şia’nın imamiye koluna destek verdiler. Fatimiler Kuzey Afrika’dan Horasan, Afganistan ve Maveraünnehir’e kadar ulaşan İsmaililerin destekçileriydi. Onuncu ve onbirinci yüzyılda Bağdat, Şii-Sünni çatışmasının odağı haline gelmişti.
Bu dönemde Bağdat Şiiliğinin derlenip toparlanması ve Şia’nın İsmaili kolunun İslam coğrafyasında yayılması, Sünniliğin de kurumsallaşmasını tetikledi. Sünni ekol içindeki Hanefilik, Irak’tan sonra Batı İran ve Maveraünnehir bölgesinde de yerleşti. Hanbeli mezhebi, Şiilik gibi Bağdat kökenli olmasına karşın Kuzey Irak ve Suriye’ye yayıldı.
Ancak İran’ın önemli şehirlerinde de taraftarları vardı. Başlangıçta Mısır’da gelişen Şafiilik, daha sonra Suriye, Bağdat, Batı İran ve Maveraünnehir bölgesine kadar ulaştı. Malikilik ise Mısır ve Kuzey Afrika’da kendine bir alan buldu.
Sünni Nüfuz ve ittifakı
Bu tablo gösteriyor ki İran’ın Batı bölgeleri ile doğuda Horasan ve Maveraünnehir bölgesinde Sünniliğin üç kolu da faaldi. Özellikle Nişabur, Sünni mezheplerin nüfuz mücadelelerinin olduğu bir merkez halini almıştı.
Selçuklular, 1055’te fethettikleri İran’da Şiiliği bastırmak için Sünni mezheplerle ittifak kurdular.
İran’da o döneme kadar bir tehdit unsuru olmamasına karşın Selçukluların Şiiliğe karşı amansız muhalefetini Ira M. Lapidus,“Sünni bir dayanışma duygusu yaratma ve gerçek İslam adına Selçuklu devletlerinin meşruiyetini arttırma konusunda kuvvetli baskı altındaydı” şeklinde yorumluyor ve özellikle ünlü Selçuklu veziri Nizamülmülk’ün devletin dini politikasını oluşturma sürecini şöyle anlatıyor:
“1063’te vezir Nizamülmülk, devlet desteği altında Şia’nın Fatımi ve İsmaili kollarının iddialarına karşı geniş bir Sünni cephe oluşturacaktı. Aynı zamanda Nizamülmülk, muhtemelen Sünni akım üzerinde devlet denetimini de hedeflemiş başlıca fıkhi ve itikadi mezhepleri kitleler üzerindeki siyasi nüfuz için araç olarak düşün- müştür. Nizamülmülk zamanından itibaren, Sünni dinsel faaliyetlere devlet desteği, Selçukluların sürekli siyasetinin bir parçası haline gelmiştir. Nizamülmülk, Sünni din kurumlarının himaye ve desteklenişiyle meşruiyet ve istikrar arayan bir devlet politikasını başlatmış oluyordu.”
(İslam Toplumları Tarihi. Cilt 1. Ira M. Lapidus)
Anadolu Türkleri’nin kurduğu devlet
Prof. Dr. Faruk Sümer’e göre Kızılbaşlık İran’a Anadolu’dan giden Türkmenler aracılığıyla gitti. Ancak Sümer, bu görüşü öne sürdüğü “Safevi Devletinin Kuruluşu ve Gelişmesinde Anadolu Türklerinin Rolü” adlı eserinde kendisiyle çelişecek şu bilgileri veriyordu:
“Esasen onlar Kızılbaş sözünü bizzat kendilerini ifade etmek için iftiharla kullanmışlar, devletlerini de (devleti-i Kızılbaş), hükümdarlarını (padişah-ı Kızılbaş) ve ülkelerini de (ülke-i Kızılbaş) diye tanımlıyordu. Başlıca vasfı Şiilik olan ve İran’ı içine alan bu âlem, varlığını, bilindiği gibi, zamanımıza kadar devam ettirmiştir. Bu konunun en dikkate değer tarafı, Şiiliğin İran’a Anadolu’dan getirilmiş olmasıdır. Şiiliği İran’a getiren unsur da Safevi devletini kuran ve Kızılbaş adı ile anılan Anadolu Türkleridir. Anadolulu Türklerin Safevi devletini kurmaları ve bu unsurun zor kullanarak Şiiliği İran’ın rakipsiz bir mezhebi haline getirmesi bugüne kadar ilim âlemince layıkıyla anlaşılamamış bir konudur.
Şeyh Cüneyd ve Şeyh Haydar zamanında, yani XV. yüzyılın ikinci yarısında İran’daki halkın çoğunluğu Sünni mezhebine salik idi. İsmail, buyruğundaki Anadolu Kızılbaş Türkleri ile kan ve ateş saçarak bu Kızılbaş Türklerinin Şiilik anlayışını İran’daki Sünni halka kabul ettirdi. Bilhassa Şah İsmail devrinde bu Şiilik İranlıların anladığı Şiilikten birçok bakımlardan farklı idi.”
Bugün “Alevi” diye isimlendirdiğimiz Kızılbaşların inancında elbette Şiilerle ortak motifler var. Özellikle İmamiye Şiiliğinde görülen On İki İmam ve Ali’ye bağlılık, İmam Mehdi inancı gibi motifler Alevilik ve Şiilikte ortak inanç öğeleridir. Ancak Kızılbaşların On İki İmam’a ve İmam Mehdi’ye yükledikleri misyon Şia’dakinden çok farklıdır. Bunun dışında Kızılbaşların inancının temel direğini oluşturan “Enel-Hakk” kavramını, Şii inancında görmek mümkün değildir. İslamın beş şartını eksiksiz yerine getiren ve buna bir de imamet şartını ekleyerek altıya çıkaran Şiiler ile bu şartlardan namaz, ramazan orucu ve hac farizasına itibar etmeyen Kızılbaşların aynı inanca mensup olduğu söylenebilir mi?
Faruk Sümer’in ve bazı Batılı araştırmacıların bu iddiası, şu sorulara yanıt vermekten uzaktır.
• Anadolu Türkmenleri madem Şii idi, o zaman kendilerini niye Şia değil de Kızılbaş olarak adlandırıyordu? Şah İsmail’in babası Şah Haydar’ın askeri gücünü oluşturan Kızılbaşlar on iki dilimli kızıl börk giydiği için Kızılbaş diye adlandırılırken Şiiler neden bu isimle tanınmadılar?
• Kızılbaş Türkmen oymakları neden Şah Abbas’ın “Mürşidlik” görevini icra etmeyeceğini açıklayınca saray önünde büyük bir gösteri düzenleyip, “Söyle imdi Şah, bizim Mürşidimiz kim olacak” diye bağırmışlardı? Alevilikte bulunan “Rehber-Pir-Mürşid” makamları Şiilikte var mı?
• Şah Abbas’ın kendilerine yüz çevirip Şii Farsları ordu ve bürokraside üst düzey görevlere getirmesiyle büyük bir kısmı Anadolu’ya geri dönen bu Türkmen oymakları, neden Şiiliği Anadolu’da yeşertmediler de bildiğimiz Aleviliği bugüne kadar getirdiler?
- Anadolu’da Şiilik madem bu kadar yaygındı da neden günümüze sadece Iğdır ve Tuzluca bölgesi dışında Anadolu’da Şii var mı?
• Türkmenler Şii idiyseler, bugün İran’da Şah İsmail’e bağlılıklarını hâlâ sürdüren soyca Türkmen olan “Ehl-i Haklar”ın Anadolu Aleviliğine çok benzeyen bir inanca sahip olmalarını nasıl açıklayacağız?
- Sümer, yine aynı adlı eserinde Kızılbaşların, “Dede” adı verilen din büyükleri olduğunu belirtiyor. Şiilerde “Mürşid- Kamil” ve “Dede”lik kurumu var mı?
• Anadolu Kızılbaşları daha önceden “Mürşid”lik makamı olarak gördükleri Erdebil’i, İran Şiileştikten sonra neden boşlayıp Anadolu’da kendi içinde bir hiyerarşi oluşturup bu makamı da kendi içlerindeki bir ocağa verdiler?
Kızılbaş Türkmen Safevi Devleti’nin dönüşümü
Şeyh Safiyiyüddin’in torunlarından Şeyh Haydar’ın ortanca oğlu Şah İsmail, on beş yaşında oturduğu şeyhlik postunda dedesi Şeyh Cüneyt’in başlattığı devletleşme politikasını sürdürdü. Yani hem şeyh hem de hükümdarlığı bir koltuğa sığdırdı. Zaten İran coğrafyasında din ve krallık birbirinden ayrılmaz bir gelenekti. Sasani döneminden kalan, “Din ile krallık iki kardeştirler ve ikisi de birbirinden vazgeçemez” ilkesi bir kez daha tekerrür ediyordu.
Şah İsmail, 1501’de Tebriz’i işgal ederek Kızılbaş Türkmen Safevi devletini kurdu. On yıl içinde bugünkü İran’ın sınırlarına ulaştı. Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanlığı forsundaki Türk devletleri arasında gösterilmese de resmi dili Türkçe olan, hanedanı Türk olan Safevi devletinin kurucu unsuru, Anadolu’dan göç eden Kızılbaş Türkmen oymaklarıydı.
Türkmenlerin İnaçları
Dini açıdan “Mürşit” olarak kabul ettikleri Şah İsmail’e destek vermek ve onun hükümranlığı altında yaşamak isteyen Anadolu Kızılbaşları katar katar göç yoluna dizilip Tebriz’in yolunu tutuyordu. Anadolu’nun Kızılbaş bölgeleri neredeyse boşalıyordu. Ustacalu, Şamlu, Tekelü, Zülkadir, Kaçar, Afşar ve Türkmen gibi büyük Türk oymaklarının yanında Varsak, Çepni, Arapgirli, Turgutlu, Bozcalu, Acirlu, Hınıslı, Çemişkezekli, Karmanlı, Sadlu, Baharlu, İspirlü ve Bayburtlu gibi küçük oymaklar Anadolu’dan Tebriz’e göçen oymaklardan bazılarıydı.
Kemalpaşazade, Anadolu’dan Tebriz’e olan göçü şu dizelerle anlatıyor:
“Türkler terk ittiler diyarların
Yok bahaya sattılar davarların.”
Ignaz Goldziher, Kızılbaş Türkmenlerin inançlarını şöyle tanımlıyordu:
“ Anlaşıldığına göre, medresenin tesiri dışında kalan köylü ve göçebelerin mühim bir kısmı sathi bir İslamiyet’in görünüşü altında Orta Asya’dan getirdikleri eski dini inanç ve telakkilerini devam ettiriyorlardı. Onların dini hayatlarında ‘dede’ unvanlı şahıslar hâkimdi. Safevi devleti kurulduktan sonra da bu dedeler, İran’a gelen Moğolların Kam ve Şamanları gibi, hanedan nezdinde de ehemmiyet kazanmışlardır. Şah İsmail ve Tahmasb’ın oğullarından her birinin lalası olduğu gibi dedesi de vardı.”
Şah, 'mürşit' Olarak Görülüyor
Anadolulu Kızılbaşlar, Safevi devletinin kuruluşunda harçları olduğundan kısa sürede devletin askeri ve idari gücünü eline geçirdi.
Oymak reislikleri şeklinde örgütlenen Kızılbaş Türkmenler, sahip oldukları geniş topraklar ve askeri güç nedeniyle, Safevi devletinin elit kesimini oluşturdu.
Oymak reisleri, resmi konumları nedeniyle piyade tahsisatları, vergi gelirleri ve Anadolu’dan gelen yardımları kontrol ederek ekonomik gücü de ellerine geçirmişlerdi. Ancak önemli bir güç haline gelmeleri yerel halktan tüccar, köylü, kabile ve dini grupların tepkisini çekiyordu.
İran’ın iç bölgelerinde Türkmenlerle yerel kabileler arasında çatışmalar yaşanıyordu. Estereban, Gilan, Mazandaran, Azerbaycan ve Afganistan’da yerel kabileler Kızılbaş Türkmenlere karşı isyan başlattılar.
Yerel hanedanlıklar üzerinde merkezi bir otorite kuramayan şah, ordusunun da hâkimi olan Kızılbaş Türkmenlerin güç odağı haline gelmesinden endişe duyuyordu.
‘Sahip Zaman Mehdi’
Kızılbaş Türkmenler, “Mürşid” olarak gördükleri Şah İsmail’e büyük bir aşkla bağlıydılar. Şah İsmail, kendisine duyulan bu bağlılık ve on beş yaşında tahta geçmesine karşılık on yıl içinde devletinin sınırlarını Diyarbakır’dan Semerkant’a, Erivan’dan Bağdat’a kadar uzanan geniş bir coğrafyaya ulaştırmasının verdiği özgüvenle kendisini yedinci imam Musa Kazım’ın soyuna bağladı ve beklenen “Gizli İmam Mehdi” olarak ilan etti. Şiilikte olduğu gibi Kızılbaş inancında da güçlü bir şekilde var olan Mehdi kültü, İsmail’i ilahlaştırdı.
Anadolu’daki müritleri de dahil Kızılbaş Aleviler, İsmail’in On İki İmam’ın soyundan gelen “Seyyid” muhtemelen de “Sahip Zaman Mehdi” olduğuna inanmıştı. Bu inanışı Pir Sultan Abdal’a ait olduğu iddia olunan (Asım Bezirci ve Sebahattin Eyüboğlu, Pir Sultan’a ait olduğundan şüpheli) yandaki şiirde de görmek mümkün:
Mendiliği Sorgulanıyor
Ancak Çaldıran Savaşı’nda Yavuz Selim’e yenilmesi onun “Mehdi”liğinin sorgulanmasına yol açtı.
Öyle ya İsmail gerçekten beklenen “Mehdi” olsa Osmanlı’ya yenilir miydi hiç?
Ancak Çaldıran’dan önce başlattığı ordu komutanlıklarına yerli kabile reislerini atamayı, tahtını devrettiği oğlu Tahmasb da sürdürünce Kızılbaş Türkmenlerin ordudaki gücü törpülendi.
Safevilerin Çaldıran’da ateşli silahlara ve düzenli bir orduya sahip olan Osmanlı’ya yenilmesi, Kızılbaş devletinde de yapısını kökünden değiştirecek bazı reformları dayattı.
Rehberim Ali’nin devri yürüye
Ali kim olduğun bilinmelidir
Alay alay gelen gaziler ile
İmamların öcü alınmalıdır
Yeryüzünü kızıl taçlar bürüye
Münafık olanın bağrı eriye
Sahib-i Zaman’ın emri yürüye
Mehdi kim olduğun bilinmelidir
Pir Sultan’ın eydür ey Dede Dehmen
Kendine cevret de ondan gel heman
İstanbul şehrinde ol Sahip-Zaman
Tac ü devlet ile salınmalıdır
Kehl-Bodrogi'nin anlatımıyla
İlk kurulduğunda Kızılbaş Türkmen Devleti’nin sonradan Şiileşmesini Kehl-Bodrogi şöyle anlatılyor: “Sünnilik Osmanlı devletinde güçlendikçe, eski inançlarına ve geleneklerine sadık kalanlar sosyal ve dinsel açıdan da merkezi Osmanlı toplumundan giderek daha fazla soyutlandılar. Aynı zamanda o döneme kadar bağlı oldukları Safevilerin resmi Şia’ya dönüşünü icra etmeyen -daha sonraki zamanlarda Alevi diye adlandırılan- bu insanların Safevilerle olan ilişkisi sona erdi. Sünni ve Şia ulema tarafından aynı şekilde dışlanılan ve Rafızi olarak değerlendirilen Aleviler 17. yüzyıldan itibaren yalnız bölgesel olarak değil, sosyal ve dinsel bakımdan da marjinal ve izole durumda idiler.” Türkmenler, devletlerini “Devlet-i Kızılbaş”, hükümdarlarını “Padişah-ı Kızılbaş”, ülkelerini ise “Ülke-i Kızılbaş” olarak tanımlarken, bu Kızılbaş ülkesinin hükümdarı Şah İsmail de Kızılbaşlığı; “Yüreği dağ olmayınca bağru kanlu la’l-tek Heç kimin haddi yoktur kim Kızılbaş olmağa” gibi dizeleriyle yüceltiyordu.