Marx'ın hikâyesi
Felsefecilerin, düşünürlerin, hatta devlet adamlarının yaşamöykülerini onların düşünceleriyle birlikte anlatıp öğretmek bir seçenek. Barış Parkan'ın derleyip hazırladığı Marx adlı kitap, Marx'ın felsefesini onun yaşam hikâyesiyle birlikte sunması bakımından bu konuda örnek bir çalışma olarak karşımızda.
cumhuriyet.com.trAnonim bir sorudur, 'günümüzde' felsefenin ve felsefe yapmanın anlamının ya da değerinin ne olabileceği. Buna karşın Fransa'da patafizik koleji üyelerinin yıllarca, iki kere ikinin beş etme ihtimali üzerine düşündükleri ya da başka bir yerde felsefecilerin, müzikte, seslerin yanı sıra susların sakladıkları dünyanın bilinebilirliği-bilinemezliği üzerine yolculuk yaptıkları da doğrudur. Bunlar, felsefenin insana dokunmadığı, illa da onun 'kullanışsız' bir şey olduğu öngörüsüne yaslanmak zorunda değildir ama vardır. Diğer tarafta ise özünde 'kullanışlı' felsefeler vardır ve asıl mesele onları nasıl kullanışlı hale (siyasal hale) getireceğimizdir. Bunun bir örneği, felsefeyi hikâyeleştirmektir (Evet, aklınıza gelen isim). Zira sosyal bilimlerde ve özellikle de siyaset biliminde, pek uygulanmamış ama en azından dillendirilmiş bir öneridir, felsefecilerin, düşünürlerin, hatta devlet adamlarının yaşamöykülerini onların düşünceleriyle birlikte anlatmak, öğretmek.
Barış Parkan'ın derleyip hazırladığı Marx adlı kitap, Marx'ın felsefesini onun yaşam hikâyesiyle birlikte sunması bakımından bu konuda örnek bir çalışma olarak karşımızda. Elbette bir düşünürün, felsefesi ile yaşamı arasında her zaman bir tutarlılık, düşüncesi ve edimi arasında bir paralellik ya da çıkış noktası ile vardığı yer arasında bir lineerlik aramak zorunda değiliz ama bunu yakaladığımızda, anlamak dediğimiz şeyin de ötesine geçip -ya da berisine gelip ki belki ihtiyacımız olan da budur- hissetmeye, duyumsamaya ve bir yanıyla da görmeye başladığımız yadsınamaz (zira Althusser'e göre Marx'ı etkilemiş olan Spinoza, bu duygular siyasetine davet ediyordu bizi).
Hikâyeleştirmenin gücü
Düşüncenin bir (ya da birden fazla) anası babası olduğunu, her düşünülenin bir de düşüneni olduğunu kavramak, bunu akıldan çıkarmadan düşüncede gezinmek, aksi halinden daha etraflı, daha sağlam ve daha dünyalı veya gerçekçi bir dayanak sunmaktadır. Hem bu şekilde, Marx'ın kendi yöntemine de daha yakın bir çizgi tutturacağımız aşikâr; yoksa düşüncenin başına buyruk olduğunu, maddi belirlenimden bağımsızlığını (zira düşünme, kendi maddi sınırlarını aşabilen ama hâlâ maddeye temellenen bir pratiktir ve bu, 'kurgu'nun her türlüsü için bile, örneğin Stanislaw Lem için, yahut yok-ada peşindeki o pek nazik ütopyacılar için bile geçerlidir kanımca), felsefeyi de yalnızca bir meditasyon, bir tefekkür yahut bütünüyle mantıksal (ki temellenmesi için kendinden başka bir şeye gerek duymayan, bu anlamda da estetik bir dokunulmazlığı haiz) çerçevede düşünmemiz gerekirdi. Ama ne Marx için ne de felsefenin kendisi için durum böyle değildi; hiçbir zaman -Kapital'in Marx'ı da dahil- felsefeden uzaklaşmamış olan bu adam, düşüncenin gerçekleştirilmek için var olduğunu iddia etmiş ve herhangi bir idenin, ya da onunla varılabilecek en uhrevi menzilin bile, -en başta insani bir pratik olması dolayısıyla- insandan bağımsız olamayacağını öngörmüştü. Onun derdi, felsefenin duyumsanmasıydı, gerçekleştirilmesiydi. Hegelci idealizmle bir dönemi anlamak için onun sonunun gelmesini bekleyen, aksi halde bir yargıda bulunmaya çekinen, haliyle eyleme varmayan, 'gözünü dışa çevirmemiş' ve 'kullanışsız' kalmış felsefelerle olan derdi de bu minvalde anlamlıydı.
Parkan'ın söz konusu kitap için seçtiği yöntem ve pedagoji, bir düşünceyi (burada Marx'ın düşüncesini) 'hikâyeleştirebilmek' bakımından tam da böyle bir şeyi mümkün kılacak güçtedir. Zira hikâyeleştirme, düşüncenin aslında bir deneyim olarak yaşanmasını ve öylece değer kazanmasını, elbette bir duyumsama ile paralel gitmesini ve de anlatılanların, hafızamızda unutmayacağımız bir derinliğe inmesini doğrudan ya da dolaylı olarak becerir. Bunun yanında hikâyeleştirme, anlatılanın kılgısal ve uygulanabilir ya da tekrar edilebilir olduğunu da benimsetir. Hatta ilerlemeci tarih anlayışının (Hegel) karşısına konumlanan -ya da öyle yorumlanan- olumsal ve kesintili tarih anlayışı da (Marx'ın gözünü göz edinebilmiş Foucault), böyle bir ihtimali dizgelemektedir. Yani bir şey, hikâyeleştirilebildiği ölçüde görselleştirilebilir, görünür kılınabilir, sürekli bir varoluşun içine sokulabilir, yani siyasallaştırılabilir. Herhangi bir düşüncenin, bir düşünce döneminin, bir felsefenin yahut bir ideolojinin 'artık geride kalması' gibi bir şeyin söz konusu olmadığı, tarihin geri dönüşler, kırılmalar ve yarılmalarla dolu olduğu ve aynı şekilde mevcut düşüncelerin yahut bu düşünceler temelinde kurulmuş hâkim maddi-manevi üretim ilişkilerinin de 'süregideceği' fikrinin geçersizliği, bu anlayışın uzantılarıdır. Bu, düşünsel yahut fiili bir gerçekliğin olgusal hakikatini, tarihsel karanlığın içinde yok olmaktan kurtarmanın da bir yoludur.
Bizim bağlamımızda, Parkan'ın anlattığı da bir hikâyedir, yani aslında bir deneyimdir, eğip bükülemeyecek bir yaşanmışlıktır. Varmak istediğim yer ise şudur: hikâyeleştirilmiş biçimiyle bir anlatı, dinleyeni içine çekmesi bakımından da kıymetlidir ve bu noktadan sonra, dinleyeni -dinlediklerini başka birine anlatma ihtimali bakımından- aktif hale getirecektir. Hikâyeleştirerek anlatmanın, deneyime atfeden ve siyasallığı açığa çıkaran boyutu da burasıdır. Bütün derdi siyasallaşma olan bir düşünürün muhtevasını, bu şekliyle sunmanın güzelliği de budur.
Düşünce ve eylem adamı
Elbette söz konusu kitaptan, öncelikle Marx'ın düşüncelerine yabancı olanların öğreneceği çok şey vardır. Zira Parkan, Marx'ın doktora tezinden başlayarak son dönem eserlerine kadar bütün külliyata değiniyor, tanıtıyor, açıyor, yorumluyor ve bu eserlerin hepsini, Marx'ın hayatıyla birlikte, ne zaman, nerede, nasıl, neden ya da neyin üzerine yazıldığının notlarını da düşerek tarihsel bir akış içinde veriyor. Bu bağlamda Marx'ın temel kavramları, derin dertleri ve emek, yabancılaşma, özgürleşme, tarih, demokrasi, ideoloji, din, aile üzerine geliştirdiği fikirlerle felsefe, ekonomi ve siyaset dünyasına kazandırdığı dolu düşünceleri önümüze seriliyor.
Özellikle Marx'ın Hegel ile olan düşünsel münasebetinde kafamızın karıştığı yerler, -özünde fenomenolojik olan, bilinç yöneliminin özgür olduğu fikrine dayanan, fakat bugün türlü yollarla bu bilincin yönlendirilmesi mümkün olduğu için artık şüphe götürür bir iddiaya dönüşmüş olan- Hegel'in özgürlük felsefesinin Marx'ı etkilediği yerler bir bir açık ediliyor veya Marx'ın Hegelci idealist çerçeveyi tarih bağlamında nasıl aştığı, gerçek özgürleşmenin neden emeğin özgürleşmesine temellendiği, bu noktada proletaryanın neden tikel bir sınıf olmadığı, buna karşın Marx'ın yabancılaşmış emekle kastettiği şeyin ne olduğu, emeğin ve emekçinin siyasal bir boyut kazanabilmesi için bu yabancılık mefhumunun neden çok iyi anlaşılması gerektiği gibi ayrıntılara da giriliyor.
Fakat bunun yanında, Marx'ı bilen sayanların da Marx'ın dünyasına, içine bir yerlere girecekleri ve onu hissedeceklerini düşünüyorum. Örneğin Marx'ın Engels'le olan dostluğunun onun hayatındaki yeri ve buradan düşüncelerine yansıyanlar; Engels'in cömertliği fakat bunun karşısında Marx'ın bu kadim dosta günün birinde 'ayıp etmesi'; Marx'ın, günümüzle kıyaslandığında pek bir siyasal duran ve yılmadan sürdürdüğü gazeteciliği; Marx'ın -siyaseten sakıncalı görüldüğü için- göçebe yaşama mahkûm edilmesi, bunu takip eden yoksulluğu ve Paris, Brüksel, Londra maceraları, Almanya'ya dönüşü, bu göçebelik sırasında karşısına çıkan ilginç deneyimlerden biri olan 'odun hırsızlığı yasası'nın onun iktisadi düşüncesinde açtığı yollar; dönemin komünistlerinden oluşan bir grup arkadaşıyla gerçekleştirdikleri komün deneyimi ve bunun yalnızca bir iki hafta kadar sürmesi; Marx'ın, dönemin liberallerine ya da anarşistlerine laf yetiştirmek adına -Parkan'ın deyişiyle- ne çok vakit harcadığı; düşünceyi ve eylemi bir arada götürmeye çalışan bu umut dolu adamın, nerelerde takılıp kaldığı ya da bu konuda önüne çıkan engeller; Marx'ın, diğer işçi hareketlerinde olduğu gibi Birinci Enternasyonal'deki eylemciliği ama Paris Komünü sırasında göze çarpan esrarengiz hantallığı; sonra Marx'ın tuhaf babalığı, tuhaf kocalığı ya da Marx'tan sonra, eşleriyle birlikte intihar eden -kimisi aldatılan- kızlarının tuhaf hikâyeleri, benim aklımda kalanların bazıları. Burada yapılmak istenen, asla meşhur bir adamın mahremini magazinleştirmek değildir; Marx'ın yaptığı gibi, düşünceyi göklerden yere indirmektir; Marx'ın bir mit ya da bir hayalet gibi öte-dünya hallerimizde dolaşmasından ziyade, aramıza bir yere yerleşmesini sağlamak, bizim gibi biri haline getirmektir; bunun yansıması bizim de illa onun tıpkısı olmasak da, yanına bir yerlere ilişebileceğimizdir. Başa dönecek olursak bu anlatı, Marx'ın felsefesini 'kullanışsızlığa' terk etmektense, elle tutulur - dile gelir ve (en azından birileri için) yaşanır hale getirmektir.
Marx/ Barış Parkan/ Say Yayınları/ 352 s.