Makyavelli ve Prensleri...
cumhuriyet.com.trMakyavelli ve Prensleri...
Özgün adı Prens olan eseri Hükümdar diye çevirmekle doğru yapmışız.
Çünkü prens, hükümdarın yerini alacak veliahtı çağrıştırıyor. Oysa Makyavelli’nin hedefi prensleri eğitmek değil, onların ilerde yöneteceği kitlelere seslenmekti. Mutlak güçlü krallar ve papazlar iskambil kâğıtlarında kaldı. Çağdaş yöneticilerin çevrelerinde kadın ve çocuk haklarından sosyal güvenliğe, küreselleşen dünyadan çevre sorunlarına, modadan medya denetimine, diplomasiden gençlik ve spor politikasına, çok sayıda güçlü “prensler” var.
İtalya’da doktora yaptığı söylenen tarih öğretmenimiz Samih Nafiz, “Aman çocuklar, tarihi anlamak, dünyayı tanımak için Dante’nin İlahi Komedya’sı ile Makyavelli’nin Hükümdar’ını okuyunuz” derdi. Mezun olduğumuz gün, bahçede toplanıp tarih kitaplarımızı törenle yaktık. Okuduğumuz mu yoksa okumadığımız için mi, bilemiyorum. Ama bu konuda Cumhuriyet’e birkaç kez yazdığımı hatırlıyorum.
Roma’da 1969 yılında yapılan Dünya Sosyoloji Kongresi. Ev sahibi Gini Enstitüsü başkanı, delegeleri şöyle bir soruyla karşıladı: Her konunun kongresi yapılır da “Neden sosyoloji, neden Roma?” Sonra bir ipucu verdi: Bu kongreyi Roma’da düzenledik çünkü ilk sosyal bilimci bir İtalyandı. Bilin bakalım kimdi?
Makyavelli ‘makyavelist’ değildi
İmparatorluktan Rönesans’a, Bruno’dan Gramsci’ye birçok ünlü bilgin vardı ama aralarında sosyolog yoktu. Konukların sabrını tüketmeden açıkladı: Makyavelli! Delegeler homurdanarak ayaklandılar: Şu makyavelist Machiavelli mi? Evet o; ama Makyavelli “makyavelist” değildi; o günlere değin toplumların nasıl yönetilmesi gerektiğini söyleyen sosyal (idealist) filozoflara karşı toplumların gerçekte nasıl yönetildiğini yazan bir düşünürdü. Süregelen homurtular üzerine başkan şöyle bitirmişti açış konuşmasını: “Çoğunuzu ikna edemediğimi görüyorum; eve dönünce kitaplığınızdaki Hükümdar’ı şöyle yeniden ve dikkatle okuyunuz.”
İtalyan Hoca haklıydı. Makyavelli, “gaye vasıtaları meşru kılar” demiyor; böyle düşünen çoğu hükümdarlara karşı, yönetilen kitleleri uyarıp uyandırmaya çalışıyordu.
Yıllar sonra, Selahattin Hilav’ın özenli Türkçesinden Ansiklopedi’nin seçilmiş bölümlerinde Diderot’nun “Makyavelcilik” maddesine rastlamıştım (YKY 1996, 239). Bilge yazar, Makyavelli ile makyavelcilik arasındaki önemli farkı yakalamış ve açıklamıştı. Modern sonrası çağın ansiklopedi okumayan sosyalbilimcileri adına utandım. Fırsat düştükçe yeniden yazıyorum.
Özgün adı Prens olan eseri Hükümdar diye çevirmekle doğru yapmışız. Çünkü prens, hükümdarın yerini alacak veliahtı çağrıştırıyor. Oysa Makyavelli’nin hedefi prensleri eğitmek değil, onların ilerde yöneteceği kitlelere seslenmekti.
Bu uzun ve tarihi girişten sonra sözü Prens’e değil, “prenslere” getirmek istiyorum. Mutlak güçlü krallar ve papazlar iskambil kâğıtlarında kaldı. Çağdaş yöneticilerin çevrelerinde kadın ve çocuk haklarından sosyal güvenliğe, küreselleşen dünyadan çevre sorunlarına, modadan medya denetimine, diplomasiden gençlik ve spor politikasına, çok sayıda güçlü “prensler” var.
Bir bölüğü kadrolu, maaşlı yardımcılar, kalanı gönüllü danışmanlar. Genellikle rızaları alınmadan atanır ve haber verilmeden görevden alınır, bir üst rütbeye yükseltilir ya da atılırlar. Futboldan sorumlu direktörler ise düpedüz kovulurlar.
Başarı hükümdarındır
Medyadaki haber ve yorumların büyük bölümü, hükümdarların prenslere verdiği talimatlarla ilgilidir. Genel kural olarak başarının onuru hükümdara, başarısızlığın sorumluluğu ise prenslere aittir. Parlayan prensler üst sıralara yükseldikçe rekabet artar. Güçlü rakip hükümdarın kendisidir.
Oyunun kuralı böyledir. Yönetim sanatı, tarihsiz istifa dilekçelerini önceden alır ve dilediği tarihte parlayan prensi kapının önüne koyar. Onun iradesi tartışılmaz. Fransızlar “Kıral öyle istiyor” derler. Günümüz “beyfendi”leri bu yetkiyi kullanmaz, prenslerden birine kullandırır. Kurbanı kurtarmaya çalışır görünür ama kurtaramazlar. Nöbet değişikliği deler.
Böyle bir ortamda prenslerin işi zordur. Yükselmek için manşette kalmak isterler ama patronu ya da “beyfendi”yi rahatsız etmeden. Aristo onun için “homo politikus” demiştir. Siyaset meydanı acıması, merhameti olmayan, kanlı bir can pazarıdır. Bu pazarda, “gayeye varmak için her şey mubahtır” yani bağışlanır. Aslında kimin kazandığı, kimin yenildiği pek belli değildir. “Galip sayılır bu yolda mağluplar” sözü bir teselliden çok siyasal gerçeğin kendisi gibidir.
Kalıcı çözüm olarak ortak aklın geleceğimize yol göstermesini bekleriz. Sıradan vatandaşlar olarak, hükümdarı değil onun prenslerini yargılarız. Oysa prensleri kim seçmiştir? Tarihi gerçek öyledir ki, insan toplumlarının yaşaması için yönetilmesi şarttır ama bunun güvenilir yolu yordamı henüz bulunmamıştır.
Demokrasi, yönetim sorumluluğunun, seçmen ile yöneten arasında belirsiz kaldığı özürlü bir düzendir. Daha iyisi bulunamadığı için bel bağlamışızdır. Yönetenleri ve prenslerini değiştirebiliriz ama seçmenleri nasıl değiştireceğiz? Asıl soru ve sorun sanırım buradadır!
Sanki ateşböceklerine benzeriz, akşam sular kararırken yakılan “fenerler”in yanıp sönen ışıklarına doğru koşarız; daha önce koşanların ardından ve biraz üstünden. Küçük bir çıkarımız, geçici bir prenslik uğruna dönmeyeceğimiz dava, sapmayacağımız kavşak var mı? İnsan dediğin aklını kullanmalı, esnek olmayı, eğilmeyi bilmelidir.
Dünya, Cihan Padişahı Kanuni Sultan Süleyman Han’a bile kalmamıştır. Ama siz yine de...
Umutsuzluğa kapılmayın, sabırla bekleyin. Davalar yargıya intikal etmiştir. Gerçekler acı da olsa er geç ortaya çıkacak, hak yerini bulacaktır. Hiç şüpheniz olmasın...