Madalyonun Diğer Yüzü

cumhuriyet.com.tr

“Üst kavram olarak İslamın iki alt öğesi vardır. Bunlardan birincisi kültürel öncelikli İslami hareketlerdir, siyasi yönü yoktur, İslamın yüceliğini vurgular. Nurculuk, Süleymancılık, Fethullah Gülen hareketi buna örnektir. İkinci alt öğe, siyasi öncelikli İslami hareketlerdir ki, bunlar devlet yönetimini ve karar merkezini ele geçirerek toplumda değişiklik sağlamaya yönelik hareketlerdir, örnek Refah Partisi’dir.”

Bu sözler şimdi Milli Eğitim Bakanı olan önceki Başbakanlık Müsteşarı Sayın Ömer Dinçer’e aittir. 1995 yılında Başbakanlık Müsteşarı iken bir sempozyuma sunduğu ve “21. yüzyıla girerken dünya ve Türkiye’nin gündemindeki İslamın durumu” başlıklı bu bildiride İslamı bir hayat tarzı ve hayatın bütün yönlerini kapsayan bir sistem olarak tanımlamakta ve “üst kavram” olarak İslamın iki alt öğesi bulunduğunu belirterek yazımın başına aldığım analizi yapmaktadır.

Sayın bakanın bu irdelemesinde “siyasal İslam”ın temsilcisi dediği RP, 28 Şubat sürecinde iktidar ortağıdır, bir bakıma iktidardır. Siyasal İslam, aynı analize göre, devlet yönetimini ve karar merkezini ele geçirerek toplumda değişiklik sağlamaya yönelik hareketlerdir. Bu hareketlerin neler olduğu, neyi içerdiği, aynı bildirinin bir başka bölümünde gayet açık ve net olarak ifade edilmiştir: “Türkiye Cumhuriyeti’nin başlangıçta ortaya koyduğu laiklik, cumhuriyet ve milliyetçilik gibi birçok temel ilkenin yerini daha katılımcı, daha ademi merkezci, daha Müslüman bir yapıya devretmesi”ne yönelik hareketler.

İşte 28 Şubat madalyonunun diğer yüzü budur. Madalyonun bu yüzü görülmeden, ters tutularak, görmezden gelinerek 28 Şubat olayı objektif olarak değerlendirilemez. 28 Şubat’ta sayın bakanın kültürel İslamın değil, siyasal İslamın temsilcisi saydığı Refah Partisi iktidardadır.

Siyasal İslamın hedefinin ise devlet yönetimini ve karar merkezini ele geçirerek toplumu dönüştürmek olduğu bakan tarafından sunulan bu bildiride açık ve seçik olarak ifade edilmiştir.

28 Şubat sürecinde iktidarda olan Refah Partisi’nin devlet yönetimini ve karar merkezini ele geçirerek toplumu dönüştürme amacı güden siyasal İslamın temsilcisi olduğu hem de en yetkili ağızdan bir kez kabul edilmişse, artık o süreçte demokrasinin başına gelenleri yalnız askeri girişimler açısından değil, sivil siyasetin demokrasiyi erozyona uğratan söylem ve uygulamaları açısından da ele almak, siyaset ve fikir ahlakının bir gereğidir.

Sorun din değil

Hemen belirtmek gerekir ki, Türk toplumunun dinle bir sorunu yoktur. Türk ulusu dindardır. Dindar olmayanı da “profan”dır. Latince “fanum” kelimesi “mabet” anlamına gelip profan insan, mabedin dışında fakat mabede karşı olmayandır. Türk ulusu siyasetçi karışıp karıştırmadıkça dinini bütün sadeliği ile bütün açıklık ve arıklığı ile gönlünde yaşar.

Dini gösteriş aracı yapmaz. Sorun, dindarlığın sınırlarını zorlayan, İslamı bir hayat tarzı olarak hayatın bütün yönlerini kapsayan bir sistem olarak gören ve sonuçta “devlet yönetimini ve karar merkezini ele geçirerek toplumu dönüştürme”ye yönelik bir güç olarak algılayan siyasetçidedir.

Şimdi, 28 Şubat sürecinde iktidar ortağı olan RP’nin İslamın alt öğesi olan “siyasal İslam”ı temsil ettiği, siyasal İslamın ise “devlet yönetimini ve karar merkezini ele geçirerek toplumu dönüştürme” hareketi olduğu MEB ve önceki Başbakanlık Müsteşarı Sayın Ömer Dinçer tarafından da kabul edildiğine göre, o günlerde demokrasi adına ortaya konulan söylem ve uygulamalarla demokrasinin değerlerinin nasıl erozyona uğratıldığını hatırlamakta, sağlıklı düşünebilmek ve objektif sonuçlara varabilmek için yarar vardır.

Bakalım o günlerde sandıktan çıkmayı demokrasi için yeterli sayan sandık siyasetçileri neler söylemiştir:

“Bu parti (yani Refah Partisi) İslami cihat ordusudur. Müslümansan bu orduya asker olmaya mecbursun. Sen Refah’a hizmet etmezsen, hiçbir ibadetin kabul olmaz, Refah bir ordudur, bu ordunun büyümesi için çalışmazsan, patates dinindensin.”

Bu sözler, partinin genel başkanına aittir. “Laik, demokratik cumhuriyet, küfür düzenidir.” “Sapına kadar şeriatçıyım, kan dökülmesini istiyorum, demokrasi böyle gelecek, fıstık gibi olacak.” Demokrasiyi şeriata indirgeyen ve onun da kan dökülerek geleceğini savunan bu sözler aynı partinin en yetkili kişilerinin sözleridir.

“Vatan bizim, rejim ve Kemalizm başkalarının” diyen milletvekili, aynı “siyasal aforizma”nın bir başka temsilcisidir. O yıllara ait gazete arşivlerini karıştıranlar demokrasiye çok da yakışan bu sözlerin sekiz sütuna kara puntolarla yüzlerine haykırdığını göreceklerdir.

Hırsızın hiç mi suçu yok?

Şimdi vicdanı kararmamış, sağduyusu yosun tutmamış, aklını ihtiraslarına ipotek etmemiş herkese sormak gerekir: Demokrasi bu mudur? Demokratik siyasi hayatın vazgeçilmez unsuru sayılan siyasi parti olmak bu mudur? Kandan, cihattan, Müslüman ordusundan söz edilen çok partili rejime Batı demokrasisi anlamında demokrasi denilebilir mi? 28 Şubat sürecinde Türkiye bunları yaşamış, bunları görmüştür. “Ancak hafızai beşer nisyan ile maluldür.” Demokrasinin değerleri yalnız topla, tüfekle değil, “milli irade” efsanesi ile de aşındırılabilmekte, ama ilginçtir, Türkiye’de onlar “demokrasi kahramanı” sayılmaktadır.

Hem evi soyulup hem de insafsızca eleştirilen hoca sonunda dayanamayıp “İyi analadık, hırsızın hiç mi suçu yok” demek zorunda kalmıştır. Bütün bu olup bitenler karşısında Türk halkı, “İyi anladık, peki, milli irade goygoycusunun hiç mi suçu yok” sorusunu sorma noktasına gelmedikçe, hoca misali daha çok nasihatlar, nutuklar dinleyecektir. Ama Şinasi Nahit’in dediği gibi “bu memleket uzun laftan batmıştır.”