Körleşmenin Dayanılmaz Aymazlığı
cumhuriyet.com.trHer sabah; evet her sabah ve ne yazık ki yıllardan beri kirli bir karanlıkta, içi irin ve kan dolu yaranın göbeğinde uyuyup uyanıyoruz. Yalnızca bizim değil çocuklarımızın da böylesine bir yazgıyı paylaşmaları; gencecik yaşlarında hüzün dolu yüzleri ile babalarını, analarını savunmaları nasıl bir duygu? Hiç etkilenmiyor mu kimse? Ne doğanın devinimi ne de sürüklenen hayatın farkındayız… Dedim dedi. Yalan dolan. Yıkım talan. Kuşku ve korku.
İnadına cehalet ve ihanet. Bir de üstüne üstlük çirkef olan her şeye, avuçlarını patlatırcasına alkış. Arenada boğaya saldıran matador gibiyiz… Hep birlikte, “Oleeey!” Ve ekranlarda bu seyre ilaveten icazette bulunanlar: Koltuğa keyifle yayılıp sırıtarak (gülümsemeyi de beceremeyen) bundan tat alanlar. Her şeyi biliverenler. Evlerine döndüklerinde horul, horul uyuyanlar… Mümtaz Soysal’ın tanımı ile; “İçine ‘virüs’ atılmış öyle bir ülkedeyiz ki artık, ne tutsanız elinizde kalıyor, ne söyleseniz gırtlağınızda düğümlenip nefesiniz kesiliyor.” (26 Ocak 2013/Cumhuriyet). Oysa bu görkemli coğrafyada, sonsuz mavisi ile gökyüzüne açılan ve tuzlu dalgalarla boğuşup Artemis’in doğusunu düşlemek de yazgımız olabilirdi; neftiden çim yeşiline ve karanlığından sıyrılıp aydınlanan günde, serçe ve kumruların sesi ile uyanmak da yazgımız olabilir iken… Yıllar önce, Bakırköy Akıl Hastanesi’nde çalışan psikolog arkadaşıma, “Hayallerin işsizliğine akıl hastalığı diyorum ben” notunu yazıp uzatmıştı bir deli. Hayallerimiz ise şimdi işsiz… Üstüne üstlük, 12 bin yıllık bu topraklardan nice şairler, destan yazarları, nice çalgıcılar, korolar, sahne sanatçıları, dansçılar, ressamlar, heykeltıraşlar, mimarlar, taş ustaları ve bilgeler gelip geçmişti. Hadi, didiklemeyelim onları. Ama Karakalem ve Veli Can gibi ressamlar, Sinan gibi mimarlar, Karahisari gibi hattatlar, Karamemi gibi süslemeciler. Yunus, Mevlana, Pir Sultan, Karacaoğlan ve niceleri de gelip geçti... Tabii ki sultanlar da; birçoğunun adını hatırlamadığımız! Doğrusu, yazdıkları ve çizdiklerinden hiçbiri de ödün vermedi. Onlar doğaya, insan olana saygılıydılar; yeşeren ve aydınlanan her şeye.
Tanrı aşkına, gönlümüz elvermese de bu topraklara yüreğini bırakmış günümüzün ustalarını şimdilik kendi direnişlerinde bırakalım… “Dünya üç beş bilgisizin elinde/ Onlarca her bilgi kendilerinde/ Üzülme eşek eşeği beğenir/ Hayır var sana kötü demelerinde” diyebilen (oysa eşek ne şirindir) 12. yüzyıldan Ömer Hayyam ve “Dört kitabın ma’nisi/ Bellidir bir elifte/ Sen elifi bilmezsin/ Bu nice okumaktır” diyebilen 13. yüzyılın yalın sesi Yunus Emre’yi elimizden gelse Hitler’in toplama kamplarına göndereceğiz; hayatta olsalardı tabii ki… Yüzyıllardan beri Yunus ve Bach gibi izi silinemeyen Mimar Sinan adına dikilmek istenenlere bir bakın; hem de kutsallık adına. Oysa Sinan, doğanın olağanüstü yorumcusuydu. Sesi, sessizliği yani ilahideki durakları, çinilerdeki mercan kırmızısının, bahar dallarının ve aynı zamanda kilit taşının gizemini bilen biriydi. Hiç mi Sinan’ın Selimiye ve Süleymaniye camisini görüp anlamadınız? Hangi kültür? Bir de “yapılsın mı, yapılmasın mı” diye tartışıp duruyoruz. Hangi sanat anlayışı, hangi çizgi, renk ve ses? Topkapı Sarayı ve Türk ve İslam Eserleri Müzesi’ndeki arşivlere girseler yeter! Kendi coğrafyasının, kendi ustalarının, kendi bilgelerinin farkında bile olmayanlar, üstelik her şeyin üzerinden buldozer gibi geçenler, aslında 12 bin yıllık bu topraklara ihanet ediyorlar. Belki de en önemlisi; yalnızca yok edilen bilgi, bilgeler, onur, güven, umut, erdem ve hangi gelecek değil artık: Toplumsal çözülme, güvensizlik ve travmaların yollardan irin gibi akmasıdır. Yaşanan olgu ise; aslolan kültür ve sanatın neredeyse tüm kurumlarca, yok sayılma arzusudur.
Ahlaki mektuplar
Günümüzden 2 bin 400 yıl önce Seneca, Sicilyalı dostu Lucilius’a adadığı ahlaki mektupların birinde, “Biz doğduğumuzdan daha kötü göçüyoruz. Bu suç doğanın değil, bizim suçumuz” diyor. Uzak bir çağrışım da olsa yaramızın ağzı ile Bekir Coşkun’un, “Aferin ey halkım” dediği gibi. (25 Ocak 2013/ Cumhuriyet) Ama gene de üşenmemiş Seneca; sanki günümüze göndermeler de bulunuyor: “İyi nedir? Bilgidir. Kötülük nedir? Bilgisizlik. Filozofla sanatçı yerine göre, kimi bilgileri fırlatıp atar, kimilerini seçer alır. Ama attıklarından korkmaz. Seçtiklerine hayran olup kalmaz, yeter ki ulu, yenilmez bir ruhu olsun. Senin yerlere serilmene, ezilmene karşıyım, desin. Çabayı geri çevirmen yetmez: İste o çabayı.” Acı olan da bu! İnsan olmanın alıcısı yok: Bilerek, görerek yaşadığımız yoksulluk. İster adına “korku, isterse çıkar ilişkisi” deyin. Bu bir çözülmenin sokağa dökülmüş halidir…