'Kör ve sağır' çözüm arayışı
Kıbrıs sorununa herkesin özgün çözümü var. Kıbrıs'ta çözüm arayışlarının sayısı, içeriği, sonucu neredeyse anımsanmayacak kadar çok. Kosova'nın bağımsızlığına, İrlanda'nın AB'ye ret deyişine gösterilen anlayış dikkate alındığında dışarıdan getirilen 'çözüm' önerileri 'kör ve sağır' oluyor.
cumhuriyet.com.trYükseköğretim Kurulunun tez veri tabanında 'Kıbrıs' yazarak tez taraması yaptığınızda 421 tez çıkıyor karşınıza. Kıbrıs ve basın yazdığınızda 17 tez bulunuyor. Bunlardan iki tanesi yakın dönemde 'Türk basınında Kıbrıs' konulu, ancak metne erişilmesi için izin yok. Kitap aramalarında da 180'e yakın kitap göze çarpıyor. Kitaplar arasında, basında Kıbrıs konusunun nasıl ele alındığına ilişkin kitap göremedik. Bu arayışımızın nedeni yeniden başlayacak müzakerelere ilişkin merak... Acaba 1974 Barış Harekatı'ndan sonra kaç kez; 'Kıbrıs'ta çözüm', 'Müzakereler başlıyor', 'Kıbrıs için umut', 'Çözüm için yeniden', 'Kıbrıs'ta yeni dönem' ya da 'Kıbrıs satılıyor', 'Kıbrıs elden gidiyor', 'Kıbrıs'ta taviz' gibi başlıklar atıldı? Başlı başına bir müzakere tarihçesi olan sürece 'Kıbrıs satılıyor' veya 'AB ile müzakerelerde önümüz açılıyor' diyen taraflar nasıl bakıyor? Türkiye nasıl bakıyor? Türkiye'nin yaklaşımlarındaki değişim basına, dolayısıyla bize nasıl yansımış? Aslında böyle bir çalışma belki de AB ile ilişkilendirilerek önemli ipuçlarını da verebilir.
Bilindiği gibi konuya ilişkin sıcak gelişme, Mart ayından bu yana görüşmelerini sürdüren, en son 1 Temmuz ve 25 Temmuz 2008'de görüşen KKTC Cumhurbaşkanı Mehmet Ali Talat ile Kıbrıs Rum kesimi lideri Dimitris Hristofyas'ın ilke olarak 'tek egemenlik ve tek vatandaşlık' konusunda anlaşmaları, Kıbrıs sorunu için kapsamlı çözüm müzakerelerinin 3 Eylül'de başlaması kararı almış olmaları. Son gelişmenin haberindeki önemli bir husus da kapsamlı müzakerelere BM Genel Sekreteri'nin 'iyi niyet misyonu' çerçevesinde başlanacağı!
Basında bu kez ihtiyatlı bir haber veriş, ele alma yöntemi daha belirgin görünüyor. Çünkü dillendirilen çözüm ihtimalinde şimdiye kadarki temel yaklaşım ters yüz olacak gibi. Ayrıca önümüzdeki sürecin ortaya çıkaracağı çözüme yakın durmak ya da reddetmek daha keskin bir duruşun ifadesi olarak algılanmaya müsait. Hem iç siyasetin diş kovuğu doldurmayan kendi gündemi ile tarafları daha belirgin biçimde ayrıştırması, hem AB sürecinin neredeyse gelip Kıbrıs'a dayanması ve kimi kesimlerce AB ile müzakerelerin adeta hayati olarak nitelenmesi nedeniyle bu konuyla ilgili kalem oynatmaktansa daha ilgi çekici konularla oyalanmak mümkün. Kaldı ki KKTC yönetiminin konuyu sunuş biçiminde de bir değişim olduğu seziliyor. Neler olduğunu anlamaya çalışalım:
1 Temmuz'da varılan ilke anlaşması; bugüne kadar Türkiye'nin ve 2004 kısmi kırılmasına kadar KKTC'nin savunduğu 'eşit iki halk, iki egemenlik, iki devletten oluşacak bir ortak yapı' çözüm ya da kimilerine göre çözümsüzlük modelinin terk edildiği bir önerme.
Buna rağmen 20 Temmuz'da KKTC'de Barış Harekatı yıldönümüne katılan Başbakan Tayip Erdoğan, M. A. Talat'la da görüşmesinden sonra Türk tarafının ana kriterinin 'iki halkın olduğu, siyasi eşitliğin olduğu, iki kurucu devletin olduğu, adil, kapsamlı kalıcı bir Kıbrıs' olduğunu tereddüde yer bırakmayacak biçimde yeniden belirtti.
Haberlerde; Başbakan Erdoğan'ın 'Bu yıl Kıbrıs'ta çözüm mümkün', 'Cezalandırılan iki ülke var; Kuzey Kıbrıs ve Filistin. Şu anda da Kıbrıs'ta Türkler cezalandırılıyor. Ama ister istemez sonunda, inanıyorum ki Kıbrıs Türk Devleti kesinlikle kurulacaktır. Siyasi eşitlik olacak, Kıbrıs Türk Devleti olacak. Hükümetimizin bunun dışındaki bir şeye evet demesi mümkün değil' ifadelerine de yer veriliyor.
Bu arada, Dışişleri Bakanı'nın, bakanlığın da Talat'a tam destek açıklamaları var.
Talat ile Hristofyas'ın 21 Mart görüşmesinden sonra başlayan yeni sürecin geldiği aşama bu.
Dışarıdan yansıyanalar
Bir de dış tepkilere/değerlendirmelere göz atalım:
ABD'nin Avrupa ve Avrasya'dan sorumlu Dışişleri Bakan Yardımcısı Daniel Fried; 'Kıbrıs'ta tek millet, tek vatandaşlık ve bölünmemiş bir ülke görmek istiyoruz'.
AB Komisyonu Başkanı Jose Manuel Barroso; 'Kıbrıs'ın yeniden birleşmesine izin verecek, tarafların kabulleneceği bir çözüm yolunda çok önemli bir adım atıldı'.
ABD Dışişleri Bakanlığı sözcülerinden Gonzalo Gallegos; 'Bu müzakerelerin, hem Kıbrıslı Rumların hem de Kıbrıslı Türklerin meşru hak ve çıkarlarını koruyacak şekilde Kıbrıs sorununa karşılıklı olarak kabul edilebilir bir çözüm bulunması olarak belirtilen amacını kuvvetle destekliyoruz.'
BM Genel Sekreteri Ban Ki-mun da, Kıbrıs'ta iki liderin çözüm için kapsamlı müzakerelere yeniden başlama kararından büyük memnuniyet duyduğunu açıkladı.
Gelişmelerin böylesine bir memnuniyet halesi yaratması sevindirici ve çözümü (!) etkileyici bir ortam da yaratacaktır mutlaka.
Şimdi şunu mu anlayalım?
Rumlar, Annan Planı'na yüzde 75 Hayır oyu vermelerine karşın tek başlarına AB'ye girdiler. Çok değil, aradan 4 yıl geçti, AB'ye Türk tarafı ile girmediklerine pişman oldular. Devlet Başkanlığı seçiminde 'çözüm yanlısı' Hristofyas'ı seçtiler. Çözüm taraftarı Hristofyas'ın yüzde 53 oranında oy alması bunun göstergesi. O halde Rumlar çözüm istiyor. Hangi Rumlar? Ada'daki nüfus değişmediğine göre aynı Rumlar.
Nasıl bir çözüm? Önerdikleri çözüm.
Yeni çözüm önerisinde siz neredesiniz? AB'ye girmek için bekle denilen yerde.
Türkiye olarak getirilip Kıbrıs konusunda sıkıştırıldınız.
KKTC olarak 'yok'lukla AB arasında.
Dünyanın hangi bölgesinde, hangi anlayış, hangi çözüm arayışı, hangi yaklaşım bu derece kör, sağır oldu ya da olabilir? 35 yıllık bir mücadele dünyanın neresinde görmezden gelindi?
Daha dün Kosova'ya karşı gösterdikleri anlayışa 'Kuzey Kıbrıs aslında 40 yıldır bağımsız. Niye tanımıyorsunuz? Avrupalılar bundan utanmıyor musunuz?' diyen Putin'e, Hayır deyip kestirip atan İrlanda'ya, kendilerini kullandıklarını bile bile Rumlara bir şey diyemeyen AB özellikle 1990'dan bu yana bizi nasıl bu noktaya getirdi?
Ne anlama geliyor?
1963'ten bu yana tüm gelişmelerin en genel özeti; Rumların hiç vazgeçmediği, fikir ve amaçları düzeyinde taviz vermediği, Rum Kesiminin Ada'nın tek ve meşru temsilcisi olduğu konusunda süreklilik gösteren bir politika izlediği, Türklerin ise sürekli bir şeylere razı olduğu nasıl görmezden gelinebilir? Gelinen aşamanın basit ifadesi; 'istediğimiz gibi çözerseniz, limanları açarsanız, GKRY'ni adanın tek ve meşru yönetimi olarak tanırsanız, biz ne zaman, nasıl istersek, hangi koşullarda istersek ancak o koşullarda çözüme razı oluruz' değil midir? Annan Planı'na 'evet' demeniz yetmez, daha fazlasına razı olmalısınız, aksi takdirde kıstırıldığınız yerde havasızlıktan boğulursunuz demek değil midir?
'Çözümün bir parçası olmak', 'çözüm isteyen taraf olduğumuzu göstermek' adına, diplomatik manevralarla süreci bir adım daha ileri (!) taşıyabilmenin bizi nereye getirdiğini göremiyor muyuz?
Sonuçta konu gelip iki kritik karara dayanıyor:
Türkiye'nin AB süreci ve KKTC'nin varlık yokluk mücadelesi, Kıbrıslı soydaşlarımızın bu bedelle AB'ye girmesi.
Başka bir deyişle, Türkiye Kıbrıs'ta Rumların istediği biçimde bir çözüm olmadan AB vizesi alamayacaktır.
O halde ya gerçekten KKTC'nin varlık mücadelesini destekleyecek ve bunun gereklerini sızlanmadan, söylenmeden ve yıllardır 'yok' bir topluma efelenmeden yerine getirecektir ve AB'ye benim sınırım burasıdır, Kıbrıs benim vazgeçilmezimdir diyecek ya da KKTC kendi kararını versin deyip bu kararı saygıyla karşılayacaktır.
Onurlu davaya omuz
Lütfen, bir kez olsun AB'ye, diplomasinin karmaşık söylemlerini bir yana bırakıp; KKTC'nin varlığını, devamını zedeleyecek herhangi bir gelişmeye asla razı olamayacağımızı, AB'ye girmek istediğinizi ancak bunun her şeye rağmen olmadığını, geçmiş 50 yılın görmezden gelinemeyeceğini, 35 yıldır Ada'daki ayrılığın tarafları, özellikle Rum tarafını nasıl konumlandırdığının Annan Planı oylamasında görüldüğünü açıkça söyleyin. AB'ye geç girme, hatta bu tutumlarını, duyarsızlıklarını sürdürdükleri takdirde girmeme pahasına da olsa bunu diyebilme cüretini gösterip, dik durabilmenin, onurlu bir davaya omuz vermenin huzurunu da hissedin.
Bu tarihi ayakları üzerinde duruşun sonucu kimi 'çağdaş, dünyayı anlayan'ların söylediği gibi tabii ki AB sürecinin sekteye uğraması olacaktır. Ancak sırf bu nedenle demokrasimizin yeterince gelişmeyeceği, çağdaşlaşamayacağımız gibi temelsiz, duyarsız, geçmişten ve gerçek dünyadan kopuk söylemleri sürekli gündemde tutanların önce ABD'nin dünyanın en ücra köşelerinde neden bulunduğunun, İngiltere'nin Kıbrıs'taki üslerini muhafaza için ne gibi diplomatik çabalar gösterdiğinin cevabını vermeleri gerekir. Küreselleşme denilen virüsün henüz Jeopolitiğin, jeostratejinin temel yaklaşımlarının sırtını yere getirmediğinin örneklerini görmemiz sağlanabilir. Demokrasinin, hukuk devletini içselleştirmenin, çağdaşlığın sadece AB ile mümkün olduğunu iddia etmenin aynı zamanda uygar dünyanın değerlerinin artık ulusal bir çerçeveye hapsedilemeyeceği gerçeği ile çelişebileceği kuşkusunun tartışılması mümkün olabilir. Nihayet, AB çılgınlığının bu koşullarda nelere mal olabileceğinin sağduyu ile sorgulanması fırsatı da yaratılmış olur.
KKTC'li soydaşlarımız da; yıllardır mücadele etmenin yorgunluğundan, 'yok' sayılmanın, hapsolunmuşluğun tehevvüründen, AB'ye bir an önce girmenin, sadece geçici bir yanılsama ile tanınmanın pırıltısından sıyrılıp geleceği geçmişin sağlam, elle tutulur, gözle görülür verileri ile değerlendirebilirler.
Ya da geçmiş size defalarca ders verdiği, örnekler gösterdiği halde, tarihin sizi affetmeyeceğini bile bile, 'çözüm' diye bir 'yok'luktan başka bir 'yok'luğa, bu defa geleceğinizi de bir belirsizliğe sürüklediğinizin ne yazık ki farkında olarak, tarihe 'referandum' ya da 'self determinasyon' kavramlarının olumsuz örnekleri olarak geçeceğinizi, KKTC'deki yurttaşlarınız üzerinden AB'ye girmenin kahrını taşıyacağınızı bile bile bu 'çözüm'ü kabul edin.
Anlamaya çalışırken kafamız mı karıştı?
Belki de istenen budur!