Kefen Giyenler / Kefen Giydirenler
cumhuriyet.com.trİlhan Selçuk için yazılan yazılara bakınız. Hemen tümü, bu “cani terörist”in, azgın ve kızgın, iflah olmaz bir aydınlanmacı olduğunu yazdılar.
Derisi yüzülecekti, ama ömrü vefa etmedi. Ziverbey Köşkü’nde ellerinden ve kollarından yatağa zincirlenmiş, Alaman kurt köpeğiyle dalaştırılmış ama durmamış, dingin ama derinden, -Vecihi Timuroğlu’nun sözleriyle- Kemal Atatürk’ün aydınlık duvarı Sol’u duraksamaksızın örmüştü.
Şimdi İlhan Selçuk yok. Ben, ikinci, dindirilemez mutsuzluğumu yaşıyorum. Hemen her gün önümüze konan, gizli ve gizlenmiş, kimisi hileden döllenmiş “çözümler”le ülkenin büyüyen ve üst üste yığılan sorunları ortasında yerimizi, yörüngemizi yitirmiş olmanın boğuntusuyla boğuştuğumuz için. Özgür olmasak da özgürleşmek için üstünde savaşım verdiğimiz yurdumuzu şurasından burasından yitirmeye yargılandığımız, ulusal iradenin içerden ve dışardan tutsaklaştırıldığı bir sürece kilitlendiğimiz ve her gün biraz daha körleştiğimiz için. Gün gün yoğunlaşan bir karanlıkta, İlhan Selçuk’un her sabah Pencere’sinden doğan güneşin, bir daha ışımamak üzere “boğulmuş” olması gibi bir boğulma bu.
Yineleyebilirim:
“Bunca bunaltılı ortamda, insan, kimi zaman kendini mutlu duyumsayabilir. İlhan Selçuk’la aynı çağda, aynı ülkede yaşamış olmanın içten duyumsattığı bir mutluluktur bu. Kederli, bunaltılı, sıkıntılı, yorgun da olsak, zihnimizdeki ışıltı, içimizdeki belirsiz sevinç, yüzümüzdeki gülüş biraz odur, o olduğu içindir.”
Ekmekçi-Çelenk-Selçuk yok
24 Şubat 1989’da, Dedeman Otel’de, Çağdaş Gazeteciler Derneği’nin 1989 Onur Ödülü’nü İlhan Selçuk adına aldığım törende yaptığım konuşmanın son satırları bunlar. İlhan Selçuk’un Onur Ödülü plaketini almak için beni görevlendirdiği masayı anımsıyorum. Masada: İlhan Selçuk, Halit Çelenk, Mustafa Ekmekçi ve ben. Dört kişiyiz.
Şimdi Ekmekçi yok.
Halit Çelenk yok.
İlhan Selçuk yok.
Onlarla aynı çağda, aynı ülkede yaşamanın ve aynı masada kadeh değdirmenin içten duyumsattığı mutluluk, bugün bana acı veriyor. Onları yitirmenin, yitirmiş olmanın değil, yalnız kalmanın değil, karanlıkta kalmanın acısı bu. Aydınlanma aydınlığının, “ışık”la, “ampul” ile karartılması gibi bir körleşme de denebilir buna.
Bu süreç şöyle de sürdürülebilir:
12 Haziran (2011) akşamı, “Balkon Konuşması”nda yineleyecektir yola çıkarken giydiği gömleği. Oylarını yüzde ellinin üstünden aşırmış olmanın coşkusuyla, “Beyaz gömleğimizi giydik, öyle çıktık bu yola!” diyor, aynı coşkuyla ve aynı amaçla, yığınlar alkışa boğuyordu onu.
Kaç kez işitmiştik. “Beyaz kefenimizi giydik, bu yola öyle çıktık!” diye. Balkon’da, beyaz kefen giydirilmiş olan Menderes’i, Zorlu’yu, Polatkan’ı biraz kısık sesle anmış olsa da kefen giyip yola çıkmanın ne olduğunu, “beyaz gömlek”in, kefen olduğunu duyumsatmıştı kendisini coşkuyla alkışlayanlara.
Hemen ertesi gün, sözcü bakan, “kefen” yerine ikame edilen “gömlek”in “beyaz” söylemini açıklayacaktı. Belleğimde kaldığı kadarıyla, “Şimdi ‘bizim’ anayasamızı çıkaracağız” diyordu. Bundan önceki anayasaların, “bizim” (yani kendilerinin) anayasası olmadığını duyurarak.
Şeriat hukukuna uyarlı\t\tbir anayasa
Irak’ın ABD tarafından işgaliyle “mükellef” olanların, Türkiye’de uygulanmaya koydukları “sanal” anayasa, şeriat hukukunun belirlediği bir anayasaydı. Zamanının ABD Dışişleri Bakanı olan Powell, Türkiye ve Pakistan’daki İslam Cumhuriyetleri gibi, “Irak’ta da bir İslam cumhuriyeti olacağı”nı söylemiş, Türkiye ve Pakistan’daki gibi Irak’ta da “anayasanın şeriat hukukuna göre, Kuran hukuku çerçevesinde olacağını” sözlerine eklemişti. (Aktaran: Prof. Dr. Zeki Arıkan, Cumhuriyet, 20 Haziran 2004.) Bir başka anlatımla, var olan anayasa, laik olsa da uygulanan anayasa, Powell’ın açıkladığı gibi, laik değil, şeriat hukukuna uyarlı bir anayasaydı.
Cumhuriyet ise bugün de, Saidi Nursi’nin söylemiyle, “şekil ve resim olan Cumhuriyet” değil, asrı saadette, yani halifeler döneminde olduğu gibi dindar manada bir İslam cumhuriyetiydi.
Kemal Atatürk’ün Türkiye Büyük Millet Meclisi toplantı salonunda yer alan “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir!” sözü, 23 Nisan Ulusal Egemenlik Bayramı’nda (2004) yerden yere vurmuş olan Tayyip Erdoğan’ın Başbakan olmadan önce, “Tutturmuşlar, laiklik elden gidiyor… Bu millet istedikten sonra tabii elden gidecek, sen bunun önüne geçemeyeceksin ki…” (aktaran: Işık Kansu, Cumhuriyet, 30 Haziran 2003) sözleriyle birlikte değerlendirildiği zaman, bugün “bizim” diyecekleri anayasanın “laik” değil, teokratik bir anayasa olacağı açıktı.
İmamhatiplilerin, Kuran kursu öğrencilerinin, tarikat ve cemaat üyelerinin sayılarına oranla oylarını arttırmış olması nedeniyle, belirtelim ki, seçmen, oyunu, bir dinin, mezhebin, tarikatın ya da cemaatin üyesi olarak değil, ulusun (milletin) üyesi olarak verir.
Bu oy, öznel bir isteğin değil, nesnel bir iradenin, ulusal iradenin ürünüdür, dolayısıyla ulusun ulus olarak varlığının korunması ve geleceğinin güçlendirilmesi amacıyla milletvekillerine devredilmiş siyasal bir iradedir. Bu irade, seçen açısından olduğu gibi, seçilen açısından da anayasa ve yasalarla belirlenmiş ve sınırlandırılmış bir irade devridir. Bunun, bir dinin, bir mezhebin, bir tarikat ya da cemaatin ulus üzerinde egemenlik tesisine olanak veren bir yetki olarak kullanılması, yalnızca laik sistemden teokratik sisteme geçişin değil, demokratik sistemden faşizme geçişin de kapısını aralayacağı gözlerden uzak tutulmamalıdır.
Bunun, hukuk dilinde, yetkin söylemi, 2004 yılında, Çankaya’dan gelmişti. 19 Mayıs mesajında, “devletin siyasal, sosyal, hukuksal, ekonomik hiçbir alanının din kurallarıyla düzenlenemeyeceğini” belirten Cumhurbaşkanı Sezer, “egemenlik hakkı” ile “milletin verdiği yetki”nin mutlak (sınırsız) bir yetki olmadığını açıklama gereğini duymuştu.
Hukuk’un Çankaya’dan ayrılmasıyla başlayacak olan süreç, bir gece, sabaha doğru, İlhan Selçuk’u yatağından alacak elleri-kolları bağlı güvenlik birimlerinin önüne koyacaktı.
Bugün daha iyi anlıyoruz ki, “terör”ü, somut anlatımıyla, Kürt etnik ayrılıkçı hareketin, yani PKK’nin döktüğü kanı durdurmak amacıyla oluşturulan ve Türkiye’yi bir bütün olarak tek bir savcının kapsam alanına alacak olan özel yargılama yasası, özel savcı, özel yargıç, özel yargı, özel yargılama, özel cezaevi ve özel uygulama ile ve Powell ile yapılmış gizli anlaşmalarla, PKK bilinçli olarak söndürülmeyecek, aklın ve bilimin egemenliği yolunda güçlenen “laik”lik prangalanacaktı. Öteki adı aydınlanmaydı, aklın ve bilimin aydınlığında insanlığı aydınlatanlardı “terörist” olarak söndürülecek olan...
Özel yasa, özel yakalanma emriyle, ilk kez, ilk önce, gece yarısı, özel yasanın özüyle özdeş baş teröristi, İlhan Selçuk’u yatağında yakalayacak, evinden alınan el bombaları, Kalaşnikoflar, bir adet atom bombası, üç makineli tüfek, Hizbullah’ın bodrumda unuttuğu üç çürümüş cesetle, güvenlik güçleri tarafından sorguya çekilecekti.
Beyaz kefenleriyle yola \t çıkanlar
İlhan Selçuk için yazılan yazılara bakınız. Hemen tümü, bu “cani terörist”in, azgın ve kızgın, iflah olmaz bir aydınlanmacı olduğunu yazdılar. Derisi yüzülecekti, ama ömrü vefa etmedi. Ziverbey Köşkü’nde ellerinden ve kollarından yatağa zincirlenmiş, Alaman kurt köpeğiyle dalaştırılmış ama durmamış, dingin ama derinden, -Vecihi Timuroğlu’nun sözleriyle- Kemal Atatürk’ün aydınlık duvarı Sol’u duraksamaksızın örmüştü.
İlhan Selçuk’un bu son yolculuğu olmuştu. Ne için alındığını, niçin sorgulandığını bilen olmadı. Ama Silivri her şeyi apaçık aydınlatmaya yetti. O zaman da yazdım: İlhan Selçuk ölmedi, öldürüldü diye.
Şimdi de eklemek isterim: İlhan Selçuk’a kefen giydirenler, beyaz kefenleriyle yola çıkmış olanlardı.
Muzaffer İlhan Erdost- TİHAK / Türkiye İnsan Hakları Kurumu Başkanı