Kalem-Kılıç Tutanlar...
cumhuriyet.com.trGözünüz hiç boş yere yollarda kalmasın.
Söylemiştim, bende duygusallığa yer yok, diye. Ben gitmeden önce düşünecektiniz. Atasözünüzde yok mu sanki: El mi yaman, bey mi yaman?
Adlarımız bir olsa da, üçümüz ayrı ayrıyız. İlkimiz, beş parmaklı. Onun tutma özelliği, insanı hayvandan ayırır. İkincimizin imajı, doğrusu hoş değil. Ne de olsa, yabancılık var içinde. Üçüncümüz ben, yani devlet. Kendimden söz etmek hoş değil, biliyorum. Benim de hoşluk ile başım hoş değil. Çünkü hoşluk, sonuçta olunca, güzel. Yoksa çok gördüm, hoş olan şeylerin ardındaki boşluğu.
Bağışlayın ama bensiz olmuyor. Bu konuda, eski yeni sayısız örnek gördüm. Ama ben görülmem, yaşanırım. Değerim, yokluğumda anlaşılır.
Buna bir büyük örneği Almanlar yaşadı. Birinci Dünya Savaşı bitmiş, orduları yenilmiş. Kayzer, Hollanda’ya kaçmış. Bir yanda Almanlığın kılıcı, Fransız Mareşal Foch’e sunuluyor. Öbür yanda, yenilgi imzalanıyor. Almanlar şaşkın, üzüntü içinde. Bir aydın haykırıyor: “Askerlerin yarattığını, diplomatlar öldürdü!”
Gerçek el değil
Benim, kanım canım yok. Yok da, ben doğarken de, ölürken de, çok kan akar. Çünkü beni isteyenler, sınırlarını kanla çizer. Siz bakmayın, cetvel pergel ile çizilenlere. Onlar, gerçek el değil, sömürge eli. Ya da aldırmayın, kuzen ilişkisi ülkelere. Sermaye elidir. Silah, kan ve gözyaşı ile gelirim, yine öyle giderim. Bu yüzden, göbeğimi kesen de, son duamı eden de askerdir. Siviller, yönetici.
Şimdiye dek en çok Türkler ile karşılaştım. Onları da bir türlü anlayamadım. Bir bakıyorum bana, baba diyorlar. Öte yandan, torun ilgisini çok görüyorlar. Bunu da nerden mi çıkardım? Cumhurbaşkanlığı forsundan. Sanırsınız ki, Guinness Rekorlar Kitabı’na girecekler. Övünürler, 16 kez bana kavuşmalarına. Ama bilmezler sanki, 15 kez tanık olduğum; ölüm, gözyaşı ve göçlere.
Duygusal insanlar. Önce gönlünü alın, sonra da her şeylerini. Bu yüzden de, her defasında, yeniden başlarlar. Batılılar mı? Her konuda, özellikle de benim için, virgül değiştirtmez. Bilirler ki konularım, duygusallığı kaldırmaz. “Adalet mülkün temelidir” güzel söz elbet, Türkler yanlış yere asıyor. Çünkü bana gereken adalet, mahkeme koridorlarındaki değil. Kimsesizlerin kimsesi olmakta, Süleyman’ın mühründe.
Eskiden beni, din konusunda anlaşanlar yaşatırdı. Fransız devriminden sonra, ulusal çizgidekiler. Gelecekte ise, dünya yurttaşlarım olacak, ayrısız gayrısız. Bu boyutta, kutuplardaki bir parça buz, erimeden önce, ekvatordaki kelebeği düşünecek. Acaba kanatlarını incitir miyim diye. Bu süreci, engellemek isteyenler olabilir. Kimi ota, kimi suya çekebilir. Aldırmayın, onlara. Öncekiler de, aynı düşüncedeydi.
Gün olur başım ağrır, kimi kez midem bulanabilir. Bunun suçu, benim olmamalı. Söyleyin lütfen, yemem içmem mi var sanki? Bana nasıl bakılırsa o görülür.
Türkler ile son kavuştuğumda, Ziya Gökalp’in büyük özlemi gerçekleşti: “Bir ülke ki toprağında başka elin gözü yok.” Bu buluşmayı, efendiler küçümsedi. Onlar, kendilerine göre haklıydı. Boşuna mıydı onca çaba; politika, asker, para? Türkiye’de yaşatılacağıma inanmayıp, La Fontaine’in karıncası oldular. Kurucu Atatürk kızmadı. Biliyordu ki, kızmak duygusallıktır ve bende duygusallığa yer yok. Batılı örnekte ilkeler koydu benim için. 10 yılda yapılanlar, 15 kez yaşanan acıları bildiğinin kanıtıydı, bence.
Yedi düvele sorun
Bu arada unutmadan söyleyeyim, Türkler iyi askerdir. Ama siyaset bilmezler. Bu yüzden de, savaş meydanında kazandığını siyaset masasında kaybederler. Koskoca 600 yıllık Osmanlı’yı 36 padişah yönetti de, iki siyaset ustasını gördü. Açılım sürecinde Fatih Sultan Mehmet’i, kapanışta II. Abdülhamit’i. İlki zehirlendi, ikincisi devrildi. Mustafa Kemal Atatürk mü? Onu yedi düvele sorun.
Hep kendimden söz edip durdum. Unuttum, öteki adaşlarımı. Bencilliğimi bağışlayın. Oysa Türklerin güzel bir sözü var: “Kendini öveni koy kaç, eli öveni al kaç.”
Kültürel anıt
İlk adaşım, iyi iş işlerse, öpülesi olur. Vereni, alandan üstün. Mevlevi semazenlerin, sağ eli yukarı, solu aşağıya bakmaz mı? Hakktan aldığını, halka. Adaşım yanlış yaparsa, adalet parmağını keser, acımasa da. Ama duyumsanmayan acılar kitlesel sancıya dönüşünce, ben giderim. Çünkü artık ikinci adaşım gelmiştir.
Adlarımız aynı olsa da sevmeyiz birbirimizi. Ne de olsa yabancı, yaban davranır. Bana inat, yaptığımın tersini yapar. Hani denir ya: “Elden gelen öğün olmaz, o da vaktinde bulunmaz.” Her yeni gün, yeni yük bindirir omuzlara. Ayaklar yetmez olunca, iş ilk adaşıma düşer. Ve bu düşüş, onun elden ayağa düşüşü de olur. İsterseniz en başa dönelim. El, ben, yani devlet. Gün yani kün ise halk. Bu iki kavram, 4 bin 500 yıllık kültürel anıt. Son söylenişini, duygusal bir şarkıda buluruz: Ele güne karşı yapayalnız böyle de olmaz ki / Nasıl da gittin insafsız böyle bırakılmaz ki / Unuturum sanmıştım güzelim / Gözüm yollarda kaldı.
Gözünüz, hiç boş yere yollarda kalmasın. Söylemiştim, bende duygusallığa yer yok, diye. Ben gitmeden önce, düşünecektiniz. Atasözünüzde yok mu, sanki: El mi yaman, bey mi yaman?