Kahır Yüzünden Lütuf...

cumhuriyet.com.tr

Hukuka Giriş derslerinde okutulan eski Romalıların sorduğu ‘Cui bono’ sorusunu ayrık otlarını ayıklayıp soralım: Askeri darbelerden kim yarar sağlıyor? Sonuçtan sebebe doğru gidince görüyoruz ki, darbelerden en çok darbenin mağdurlarını sömüren kesimler yararlanıyor.


Deniyor ki: Askeri darbeler hep muhafazakâr sağcılara karşı yapılıyor. Muhafazakâr sağcılar askeri darbelerin kurbanı ve mağduru oluyor...

Düz mantık darbeye maruz kalanın darbeden zarar görmesi gerektiğini söylüyor.

Ama acaba öyle mi? İlliyet rabıtasını, yani sebep-sonuç ilişkisini biraz tersinden gidip “olmayana ergi yöntemi” ile düşünelim. Hukuka Giriş derslerinde okutulan eski Romalıların sorduğu “Cui bono” (Kime yarıyor) sorusunu ayrık otlarını ayıklayıp soralım: Askeri darbelerden gerçekten kim yarar sağlıyor?

Kime yarıyor?

Sonuçtan sebebe doğru gidince görüyoruz ki, darbelerden en çok darbenin mağdurlarını sömüren kesimler yararlanıyor.

Evet, 27 Mayıs 1960 darbesiyle başta Cumhurbaşkanı Celal Bayar olmak üzere Demokrat Parti’nin bütün önde gelen kadroları Yassıada’ya gönderildi. Başbakan Adnan Menderes, Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu, Maliye Bakanı Hasan Polatkan idam edildi. Fuat Köprülü, Samet Ağaoğlu dahil, Demokrat Parti’nin önde gelen bütün kadroları siyaseten yasaklandı.

Eğer Adnan Menderes ile yakın arkadaşları siyaset sahnesinden dışlanmasaydı, Celal Bayar’ın “Bizim Su Müdürü” diye küçümsediği Süleyman Demirel 41 yaşında henüz hiçbir parlamenter deneyimi yokken çabucak başbakan olabilir miydi?

Devlet kuşu

Menderes ve arkadaşları halkın erken lütfu yüzünden devletin kahrına uğrarken, Demokrat Parti’nin devamı diye ortaya çıkanlar “kahır yüzünden lütuf” görüyor, devlet kuşu bir anda başlarına konuveriyordu!

Şimdi RTE’nin meydanlarda “87 yaşında ayakta duramıyor” diye dil uzatmaya yeltendiği Süleyman Demirel 12 Eylül 1980 darbesiyle zorla Zincirbozan’a gönderilmeseydi, bu kez Demirel’in küçümser bir edayla “Bizim Planlama Müsteşarı” diye nitelediği Turgut Özal bir anda başa geçebilir miydi? Yasaklarla, vetolarla bütün deneyimli siyaset adamları dışlanırken Özal’ın genç ‘prensleri’ hemen bakanlık koltuğuna oturabilirler miydi?

Alparslan Türkeş “Fikirlerimiz iktidarda, ama bizler içerdeyiz” diye şaşkınlığını gizleyemezken, devrimciler, solcular zindanlarda işkence görürken, bir kez daha kahır yüzünden lütuf sonucu devlet kuşu bir sağcının, Özal’ın başına bu kadar kolayca konuverir miydi?

Yine o günlerde Vehbi Koç, Kenan Evren’e yazdığı 3 Ekim 1980 tarihli mektupta “DİSK’in kapatılmış olmasından dolayı bir kısım işçiler, sendikal münasebetler yönünden bekleyiş içindedirler... Türkiye Komünist Partisi’ne karşı uyanık olunmalıdır... Din işleri, bu defa, siyasi partilerin istismar edemeyecekleri şekilde düzene sokulmalıdır” derken, askeri darbeciler vargüçleriyle solun üzerine yüklenirken, bütün meydan yoksul halkın dini duygularını sömüren ‘Hocaefendi’lere kalabilir miydi?

Dahası, 1998’deki “postmodern” darbeyle Necmettin Erbakan başbakanlıktan uzaklaştırılmasaydı, AKP kurulabilir, Erbakan’ın çömezleri (öğrencileri) daha kongre bile yapmadan bir çırpıda hükümet olabilirler miydi? 2007’deki elektronik muhtıra olmasaydı, RTE ve taifesi yüzde 47’lik oy oranını düşlerinde görseler inanabilirler miydi?

Ya devlet başa, ya kuzgun leşe!

Siyaset dikenli bir yoldur... Ya devlet başa, ya kuzgun leşe! Siyaset bazen lütuf yüzünden kahır getirir... Bazen de kahır yüzünden lütuf... Kurduğu beş siyasi parti hep kapatılan Profesör Necmettin Erbakan bu kadar uğraşıp da bir türlü iktidar olamaz, ucundan tutunduğu iktidarda kalamazken, Aksaray İktisat ve Ticaret Yüksek Okulu’nu ancak 27 yaşında bitirebilen dünkü tilmizi (öğrencisi) ‘Hoca’nın yerini bu kadar kolay kapabilir miydi?

Bu epeyce acıklı, biraz da komik olaylara neresinden bakmalı?

Birincisi, askeri darbelerden en başta işçi sınıfı, bütün emekçiler, dürüst aydınlar zarar görürken, görünüşte darbeye uğrayan kesimlerin arkada fırsat gözleyen ikinci sınıf elemanları yarar sağlıyor. Askeri darbeler egemen sınıfın önde gelen ve seçimle gitmeye pek niyetli olmayan kadrolarını zorla bir kenara itiyor. Cuntacılar siyaset alanında akıllarınca bir “mıntıka temizliği” yapıyorlar. Bu arada kenara itilen ekibin bıraktığı boşluğu doldurmak için, öne çıkan fırsat düşkünleri arasından bir parti çırpıştırılıveriyor. Bazılarının hayalinden bile geçmezken bir anda başına devlet kuşu konuyor. Sonra da kendi öncüllerinin mağdurluklarını sömürerek parsayı toplayıveriyorlar.

İkincisi, askeri darbelerin başlıca sorumlusu, dediğim dedik, çaldığım düdükçü, siyasi ortamı aşırı gerip bir türlü uzlaşmaya yanaşmayan çatışmacı sivil hükümetler değil mi? Suçu sadece darbecinin üzerine yıkıp darbeye yol açan sivil hükümeti aklamaya kalkışmak ne ölçüde akla uygun?

Üçüncüsü, belki de en önemlisi, büyük para ve sermaye sahipleri kendi egemenliklerinin kılına dokundurmadan, son kullanım tarihi bitince siyasi sözcülerini bir mendil gibi buruşturup bir kenara atıveriyor... Onların siyasi sözcüleri zaman zaman değişiyor ama sermayenin egemenliği ve sömürüsü daha da ağırlaşıp sürmüyor mu?

Siz hiç televizyonda büyük sermaye sahiplerinin, dün Koç’ların, Sabancı’ların, bugün 12 Eylül 1980 darbesinin “Yürü ya kulum!” dediği Ahmet Çalık, Remzi Gür, Etem Sancak, Akın İpek, Fettah Tamince, Ahmet Albayrak gibi ahir zaman zenginlerinin bu tartışmaların içine doğrudan girdiğini görüyor musunuz?

Yandaş televizyon kanallarında Mehmet Metiner’ler, Mümtaz’er Türköne’ler, Şamil Tayyar, Önder Aytaç, Emre Uslu, Cemil Erten’ler, “Yetmez ama evetçi” endişesiz liberaller, para babalarının pamuk ellerini yakmasına hiç gerek kalmadan onlar adına kestaneyi zahmetsizce ateşten çekiveriyorlar zaten...