Jason Goodwin ile İstanbul ve kitapları üzerine...

Türk(iye) dostu yazar, şair ve sanatçılardan biri de Jason Goodwin. İngiliz yazar Goodwin’i bundan kısa bir süre önce yayımlanan romanı “Yeniçeri Ağacı” ile tanıyor Türkiye’deki okurlar. Roman, 1836’da, Yeniçeri Ocağı’nın ortadan kaldırılmasından on yıl sonra işlenen bir takım cinayetlerin perde arkasını aralıyordu. Goodwin’le romanından yola çıkarak İstanbul'u, şehre olan ilgisini ve yapmak istediklerini konuştuk.

Selçuk Altun

‘Bir bakıma İstanbul’la evlendim’
 
 
- Kitaplarınızda İstanbul ile hep yakın temas içindesiniz. Nasıl doğdu bu ilgi? Şehirle ilişkiniz neye ya da kimlere dayanıyor? Tarihi ve bugünüyle nasıl hissediyorsunuz İstanbul’u?

- Beni İstanbul ile İrlandalı büyük şair W.B. Yeats tanıştırdı. Kendisi Ravenna’nın doğusuna bile gitmemişti. Ama onun için Konstantinopol; sanat ile eylemin, duygu ile düşüncenin kavranabilir bir Gerçek’e dönüştüğü bir Kutsal Kent idi. “O ülkede yaşlılara yer yok…” demişti Yeats, “Bizans’a Yolculuk” adlı şiirinde. İnancının İstanbul ile bir ilgisi yoktu ama bir yabancının görüşü diye de göz ardı edilemezdi. İstanbul daima bir nebze hayal ürünü olmuştur. İmparator Konstantin 330 yılında kurduğunda onu Yeni Roma olarak düşündü. Oysa kentin Grekçe konuşan liderleri, 1100 yıl sonra Romalıları düşmanları olarak karşılarında bulacaklardı. Dördüncü Haçlıların enerjilerini 1204’te Konstantinopol’e kanalize eden kaba Frenk şövalyelerine göre kent süslü bir fahişe, Venediklilere göre bir tür Kaliforniya idi. Vikingler ona Micklegard (Büyük Kent), ona ilk kez 668 yılında saldıran Müslümanlar ise Kızıl Elma derlerdi. Torunlarının 1453’te ele geçirdiği kent, Osman’ın düşlerini süslerdi.

Bugün bile Balkanlar ve Orta Doğu’daki eski cami ve konakların duvarlarında o; tepelerin, köşklerin, anıt ağaçların ve minarelerin zarafetle yükseldiği bir yerdir; parlayıp sönen bir yeryüzü cennetidir. Bu hayallerin kimisi, kentin gerçeklerinde yansımış olabilir.

“Gençlik kollarında biri birinin…” demişti Yeats, “Bizans’a Yolculuk” adlı şiirinde.
- Peki böylesi imgelerle anlattığınız İstanbul’u ziyaret etme şansını ilk kez ne zaman yakaladınız ve bu ziyarette şehre dair dikkatnizi neler çekti?

- İstanbul’u ilk kez, bir gençlik macerası olarak Doğu Avrupa’da kişisel Hac seferimi yaparken, Baltık’tan Boğaziçi’ne yürüdüğümde görmüştüm. Yirmi altı yaşındaydım. Aya Sofya’nın kubbesi altında, “Cennette mi yoksa yeryüzünde miyiz?” diyen eski zaman büyükelçileri gibi dikilmiştim. Dışarıda, kahvelerdeki yaşlı adamlar bizi masalarına davet ediyorlardı. Ekmek taptazeydi, balıkçı motorlarından taze balık geliyordu, Kapalıçarşı’dan yükselen naneli piliç kokusu, aylarca yemek zorunda kaldığımız Sovyet usulü yemeklerin pasını siliyordu. Avrupa’yı yürüyerek geçmek bir peri masalı gibiydi, Topkapı bir peri masalı sarayıydı ve İstanbul’un taşı toprağı altından gibiydi. Âşık olmam kaçınılmazdı. Yolculuğumu paylaşan kızla evlendim, bir bakıma ben İstanbul’la evlendim.
 

“OLAĞANÜSTÜ ŞEYLERİN GERÇEKLEŞMESİNİ SEVDİM”

- İstanbul’u kitaplarınıza davet edebilecek denli bilgi sahibi olduğunuz tanıma süreci nasıldı?

- Öyle bir kentti ki o; tarihine dokunabilir, lezzetli yemekler yer, vapur veya tramvaya binip bir uygarlıktan diğerine on adımda giderdiniz. İstanbul’u tanımam bu anlamda biraz zaman aldı. İşe kıskanç bir koca gibi başladım, geçmişi ince ince araştırırken, insanların anlattığı hikâyeleri de dikkatlice dinledim. “Şafağın Efendileri: Osmanlı İmparatorluğu’nun Tarihi” diye bir kitap yazma düşüncem bana yardımcı oldu.

O kitabı Osmanlıları kendime anlatmak için yazdım. Krakow’da, Viyana Kuşatması sırasında ele geçirilen savaş çadırlarını, Macaristan’da tozlu bir kasabadan geçerken zarif bir minare görmüştüm. Kimdi bu Osmanlılar? Nereye gitmişlerdi? Bu basit sorulara yığınla yanıt olduğunu da keşfetmiştim.

- Bu sorulara kendi yanıtlarınızı vermek için neler yaptınız?

- Dört yıl boyunca kitaplarla yatıp, kitaplarla kalktım. Osmanlı’nın üslubundaki zarafet ve ihtişamdan etkilenmiştim. Eski Yugoslavya dağılırken, oradaki Osmanlı yerleşme merkezlerinin daha duyarlı ve belki daha merhametli bir duruşu olmuştu. Nice hikâyemin kaynağı İstanbul’da değil de, Londra’nın gözde semtlerinden Piccadily’deki bir özel kütüphaneydi. Milyonlarca ciltli kitap arasında gezgin ve diplomatların tozlu anılarını yeğlemiştim. Kimi saf, kimi nüktedandı.

Charles White, 1846’da kentin tanıtımını üç cilde sığdırırken Ahmet Vefik Paşa’nın desteğini görmüştü. Edmondo De Amicis Konstantinopol’u (1878) yazarken İstanbul’da yalnızca altı hafta kalmıştı. İstanbullu pek umursamazdı ama onlar kentin günlük yaşam dokusunu kayıt altına aldılar. Çoğumuz Londra’yı Dickens veya Sherlock Holmes’tan okumuşuzdur, İstanbul’un bu tür bir tarihçi şansı olmadı. O yabancılar gördükleri her şeye şaşırdı, gözlemlerini gelecek kuşaklara aktarmak için yazıp fotoğraf makinesinin henüz keşfedilmediği dönemde sözcüklerle fotoğraf çekti. Ben onlardan okuduğum dünyevi detaylarla İstanbul’u tanımaya başladım. 

- Bunlar İstanbul’u başka gözlerden okumalarınızın yanıtı. Detaylı bir araştırma süreci görülüyor verdiğiniz yanıtlarda. Ya sizin gözlemleriniz...

- İstanbulumu diğerlerinin değil de kendi gözlerimle de keşfettim tabii. Her yıl üç, dört kez geliyor, yeni dostlar ediniyor, yeni yerler görüyor ve kent sokaklarında uzun yürüyüşlere çıkıyordum. Dostlarım beni, Belgrad Ormanı’ndaki Sinan bentleri gibi, varlıklarını hayal bile edemeyeceğim yerlere götürdüler. Vapurları sevdim; Pera’da, unutulmuş eski Ceneviz duvarlarını, hamam peştamallarını (hamamları değil), yorgun hanları, İstanbul Modern’i, taksilerde sigara içilmesini ve durduğum yerden on metre ilerde, belki de göremediğim, olağanüstü bir şeylerin gerçekleşmesini sevdim.

“HER ŞEY, DAİMA BİR TUTAM DA HAYAL ÜRÜNÜDÜR”

- Şehir üzerine yazmaya nasıl başladınız peki?

- İstanbul’un enerjisini sevdim. Galiba o enerji bana bulaştı: Kitaplardan öğrendiğim kent hakkında kitap yazmaya başladım. Kahramanım dedektif Yashim II. Mahmut dönemindeki bir suikastı ve Topkapı Sarayı’ndaki bir cinayeti araştırdı. Kurmaca bana İstanbul’a bir değişik açıdan bakma ve bir Osmanlı hikâyesini değişik şekilde anlatma olanağı sağladı. Yeniçeri Ağacı, en iyi roman dalında Edgar Allan Poe Ödülü’nü kazandı. Bu bana yeni kitaplar yazma şevki verdi, Osmanlı İstanbulu’nu tüm dünya okurları için yeniden yaşatmaya çalıştım.

- Bildiğim kadarıyla sadece roman yazmadınız Osmanlı İstanbulu üzerine. Bir de yemek kitabınız var...

- Bunun bir yolu da yemekten geçiyordu. Yashim düşünmeye gereksinim duyduğu zamanlar, evine gider ve Osmanlı mutfağından kolay yemekler yapardı. Derken okurlarım benden yemek tarifi ister oldular, ben de onları bir araya getirdim, geliştirdim ve yenilerini ekleyerek bir İstanbullu dedektifin yemek kitabını hazırladım: “Yashim’in İstanbul Yemek Kitabı”. Böylelikle, ben İstanbul’da değilsem bile onun tadına varır ve düş görmeye devam ederim.
Her şey, daima bir tutam da hayal ürünüdür.