James Joyce'un 'Nora'ya Mektuplar'ı

Nilüfer İlkaya çevirisiyle yayımlanan “Nora’ya Mektuplar” kanlı canlı James Joyce ile yani edebiyatın ilk basamaklarını güçlükle tırmanmaya çalışırken bir yandan da hayatını adayacağı kadına tutkusunu mektuplarında dile getiren delikanlı ile tanıştırıyor okuru.

Fuat Sevimay

Biz Joyce’a, Joyce Nora’ya hayran
 
James Joyce iseniz şayet, yani bugün bildiğimiz, okuduğumuz, edebiyat tarihinin en büyük yazarlarından birisi diye anılan James Joyce iseniz, kurgu metinlerinizin, roman ve öykülerinizin farklı yorumlarla karşılanması, didik didik edilmesi, okurların hayranlığını kazanması anlaşılır. Hatta bu hayranlık öyle bir raddeye ulaşır ki edebiyat elitinin isminizin etrafında oluşturduğu büyülü hava ile birlikte, zor okunur, zor ulaşılır, zor anlaşılır bir kalem olduğunuz safsatası dolanır ortalıkta. Dünyanın en eğlenceli metinlerini yazmış olmanız, edebiyatı koca koca kahramanların boyunduruğundan kurtarıp sokakta dolaşan insana ulaştırmanız dahi etrafınızı kaplayan bu bulanık havayı dağıtmaya yetmez kimi zaman.

Öte yandan söz konusu yirmili yaşlarının başındaki Joyce ise, âşık olduğu kadına heyecanla mektuplar yazan, ilk öykülerini kaleme almaya başlamış, edebi açıdan henüz kimsenin umursamadığı Joyce ise kurgu metinleri, henüz gerçek kişiliğiyle okur arasına dağ gibi girmemiştir ve bu yaşlarda kaleme aldığı mektuplarda daha bizden, daha bizim gibi, tutkulu, şehvetli, öfkeli, aşk dolu ve kimi zaman arsız Joyce ile karşılaşır, insan Joyce’a temas ederiz.

Nilüfer İlkaya çevirisiyle yayımlanan Nora’ya Mektuplar işte bu kanlı canlı Joyce ile yani edebiyatın ilk basamaklarını güçlükle tırmanmaya çalışırken bir yandan da hayatını adayacağı kadına tutkusunu mektuplarında dile getiren delikanlı ile tanıştırıyor bizi.
 
“NORA, BİRİCİK SEVGİLİM...”
James Joyce, 1904’ün Haziran ayında, kendi sosyo-kültürel kimliğinden oldukça farklı bir aidiyete sahip Nora Barnacle ile tanışır. Nora, Joyce’un aksine eğitimsiz bir kadındır ve İrlanda’nın başkenti ve dönemin Britanya İmparatorluğu’nun en büyük ikinci kenti Dublin’de doğup büyümüş Joyce’tan farklı olarak, İrlanda’nın batısındaki, taşra kabul edilebilecek Galway’de doğup büyümüş, Anglosakson dünyaya pek bulaşmamış, safkan İrlandalıdır.

Nora’ya Mektuplar’da ilkin, bu tanışmanın hemen ardından tutkulu bir ilişkiyi dönüşen aşkın izlerini görüyoruz. Ve o tutkuyla birlikte Joyce’un dalgalı ruh hâlini, pişmanlıklarını seziyoruz. Satırlara sinen sözler, Nora’ya karşı duyulan hoş hisler kadar, dönemin bağnaz İrlanda toplumuna karşı duyulan öfkeyi de barındırıyor. Joyce bir mektubunda diyor ki “Bu gece seninle alaycı konuştum ama senin hakkında değil, dünya hakkında konuşuyordum. Sana değil, insanların şerefsizliğine ve dalkavukluğuna düşmanım. Tüm kılıklarımın arkasındaki yalınlığı göremiyor musun?”

Ve iki toy gencin aşkıyla birlikte, ilerde Sanatçının Delikanlılık Portresi’nde detayını göreceğimiz başkaldırının ayak izlerinden ilerliyoruz mektuplarda.

“Bana öyle geldi ki; senin için İrlanda’daki her dinsel ve toplumsal baskıya karşı savaşıyordum ve kendim dışında güvenecek hiç bir şey yoktu. Burada hayat yok, doğallık yok, dürüstlük yok. İnsanlar tüm yaşamları boyunca aynı evlerde yaşıyorlar ve sonunda -hiç olmadıkları kadar- birbirlerine uzak düşüyorlar.”

Joyce külliyatına aşina okur, o kurgu metinlerde okunanların esasen gerçek hayattan süzülüp geldiğine şahit oluyor. Mektupları okuyup Joyce romanlarını bu gözle irdelemek veya romanları okuyup ardından mektuplarda aynı izleğe rastlamak müthiş bir keyif ve deneyim. Sanatta estetik kaygısı çok yüksek bir yazar olan Joyce’un, Nora’ya yazdığı mektuplardaki şu satılar gibi;
“Nora, biricik sevgilim, sen ve ben, belki de sanatta sevgimiz için bir teselli bulacağız. Sanatta ince, güzel ve soylu ne varsa, senin onlarla kuşatılmanı diliyorum. Sen, dediğin gibi yoksul ve eğitimsiz bir kız değilsin. Sen benim gelinim, sevgilimsin ve bu hayatta verebileceğim her zevki, her mutluluğu sana yaşatmak istiyorum.”
 
DEV ÇINARIN FİDE HÂLİ
Ancak hemen belirtmeliyim ki mektuplar, büsbütün sanatsal derinlik kaygısıyla kaleme alınmış metinler değil. En nihayet, tutkulu bir aşkın dile gelişinden bahsediyoruz. O nedenle en hafifinden, “Hatırlıyorum da Pola’daki ilk gecemizde, sarılmalarımızın heyecanı içinde bir sözcük kullanmıştın. Kışkırtıcı ve davetkâr bir sözcüktü ve sözcüğü mırıldanırken, yüzün benim yüzümün üstündeydi (o gece üzerime çıkmıştın). Gözlerinden de delilik okunuyordu. Ve bana gelince, hemen sonra cehennemi boylayacağımı bilsem bile, kollarımı senden alamazdım,” diye başlayan satırlar, Trieste yıllarında yazılanlarla birlikte, kaleme alanın Joyce gibi kural tanımaz bir adam olduğu gerçeğini unutmaksızın, yer yer erotik boyutlara ulaşıyor.
James Joyce metinlerinde kadın imgesi çok güçlüdür. Dublinliler’deki öykülerde felçli toplumun sıkışmış kadınlarına rastlarız ancak Sanatçının Delikanlılık Portresi ile birlikte kadın, aydınlanmanın yolunu açan unsur olarak metne sızar. Ulysses ve Finnegan Uyanması’nda ise son sözler hep kadına verilir ve her iki romanın kadın karakterleri, yani gerek Molly gerekse Anna Livia Plurabella, bir nevi aklıselimin, sağduyunun sesidir.

Joyce metinlerindeki kadınların rol modellerinin kısmen Nora ve Joyce’un hayatında temas ettiği diğer kadınlar olduğu çok barizd. ‘Ölü’ öyküsünde, kocasının Dublinli ailesi tarafından hor görülen ve kocası tarafından bile anlaşılamamış Galwayli Greta’nın esin kaynağını uzaklarda aramamak gerekir. Aynı esin kaynağı bir yandan da büyük sanatçılık yolunda adım adım ilerleyen James Joyce’un, özellikle toplumun baskısından bunaldığı anlardaki nefes alanıdır. Tam da şu mektubun satırlarında olduğu gibi;
“İrlanda’dan ve İrlandalı olan her şeyden tiksiniyorum. Onların arasında doğmuş olmama rağmen, sokakta dik dik bakıyorlar bana. Belki de gözlerimden onlara duyduğum nefreti okuyorlar. Ne yana baksam zina işleyen rahiplerin, onların uşaklarının ve düzenbaz kadınların imgesi dışında bir şey görmüyorum. Buraya gelmek ya da burada olmak, bana iyi gelmiyor. Sen yanımda olsan belki de bu kadar acı çekmem.”

Mektuplarda bir yandan da James Joyce’un, henüz saygı duyulan büyük edebiyatçı olmamışken, kitaplarının yayımlanması ve kabul görmesi yolunda yaşadığı sıkıntıları okuyoruz.

Benim Joyce çevirilerine nasıl başladığım çokça sorulur. Ve bu sorular karşısında hep aynı şeyi yineleyerek derim ki, ilk çevirdiğim Joyce metinlerinin Eleştiri ve Deneme Yazıları olması, o metinlerde kurgu dışındaki Joyce ile temas etmiş olmak benim için büyük şanstı. Benzer hisleri bir kez daha, bu sefer okur sıfatıyla, Nülüfer İlkaya’nın yetkin ve keyifle akan çevirisiyle -James Joyce’un hayat arkadaşı Nora’ya yazdığı mektupların birkaçını daha önce, Richard Ellmann’ın hazırladığı Joyce biyografisinde, Zafer Avşar çevirisiyle de okumuştuk- karşımıza çıkan Nora’ya Mektuplarda yaşadım. Büyüyüp dev çınara dönüşecek yazarın fide haliyle karşılaşıp, o saf tazeliği hissettim.
Ve o tazelikten bana bakiye kalan his, James Joyce’un Nora’ya tanrıça misali taptığı ve hayranlığıdır. Hayır, bunu ben söylemiyorum, bizzat Joyce dile getiriyor; “Nora, eğer beni terk edersen, sonsuza dek senin hatıranla yaşayacağım. Benim için hatıran, Tanrı’dan daha kutsaldır. Senin ismine yakaracağım.”