İstanbul'dan kaçış
Özlem Yavuzyılmaz Sökmen, 39 yaşında. Marmara Üniversitesi mezunu. 16 yıllık dişhekimi. Arya’nın annesi. 21 yıl sonra doğduğu topraklara geri döndü.
Hilal Köseİstanbul’a gelmek de İstanbul’dan gitmek de zordur. Hayat akıp giderken, her şey yolunda zannederken, şehrin karmaşasında kayboluverir insan. Son yıllarda giderek arttı, İstanbul’dan gitme isteği. Kime dokunsam, göçme planları yapıyor. Bir yandan hak veriyorum bu fikre, bir yandan da içim içimi yiyor. Yalnız kalmak fikri ürkütüyor. İçimde binbir telaşla arkadaşlarımı dinlerken, sol yanımdan vurdu beni Özlem Yavuzyılmaz. Yurt ve ev arkadaşım, eski dostum. Onun da gitmeyi kafasına koyduğunu hiç bilmiyordum.
Özlem, doğum günümü kutlamak için aradın, biz Zonguldak’a göçtük dedin. Beni şok ettin. Nasıl oldu bu iş? Vedalaşamadık bile...
Hilal ben de kendimi birdenbire Zonguldak’ta buldum. Ailemi ziyarete gelmiştik. Eşyaları toplamaya bile gidemedim. Mustafa halletti herşeyi. Seninle de İstanbul’la da vedalaşamadım. O yüzden bir tarafım çok buruk.
Ne olur gidelim ama nereye?
Herkes gitmeyi konuşuyor bugünlerde. Kimi zorunluluktan, korkudan, kimi kalabalıklardan kaçmak için... Sen niye gittin?
Biliyor musun Beşiktaş’ta ev fiyatları düştü. Çünkü insanlar gitti. Hani diyor ya şiirde ‘o güzel insanlar o güzel atlara binip gittiler’ diye, işte öyle. Çünkü İstanbul bizim geldiğimiz zamandaki gibi değil, bambaşka bir yer. Günde 10 saat çalışıyordum. İş çıkışı, yorgun argın bir iki saat de trafik çilesi çekmeyeyim diye genelde yürürdüm.Yürüyüş yolumu da son yıllarda, başıma birşey gelmesin diye, işlek olan ana cadde değil, daha sakin olan ara sokaklar olacak şekilde değiştirmiştim. Stadyumdaki patlamada, evimizde otururken deprem olurmuşçasına sarsıldığımız uzak bir geçmiş değil. Ağlaya ağlaya geçirdiğim 15 Temmuz gecesi sabahında ise ‘N’olur gidelim buradan’ dedim. Dedim ama nereye gidiyorduk ki? Eşim de ben de ‘İşimiz İstanbul’da’ kıskacında idik. Zonguldak’ta ne yapabilirdim? Burada hiçbir geçmişi olmayan eşimi buna nasıl ikna edebilirdim? Son zamanlarım hep bunları düşünerek geçti. Geçtiğimiz sene Arya’nın aramıza katılmasıyla aileme olan özlemim ve desteklerine olan ihtiyacım iyice arttı ve gemileri yaktım.
Uzun süredir dönmeyi düşünüyordum aslında. Ne zamandan beri? Arada ziyaretime gelen annemin ‘Sen bu şehirde nasıl yaşıyorsun?’ sorusuna ‘Çünkü ben bu şehri seviyorum’ diyemediğimden beri. Ben artık İstanbul’u sevmiyordum, Hilal. Çok yorulmuştum.
Beşiktaş’ta oturdun çok zaman. Beşiktaş, öğrencilik yıllarımızdan beri baya baya değişti...
İstanbul’u, Beşiktaş’ı gördükten sonra sevmeye başlamıştım. Sürekli gittiğimiz sahildeki çay bahçesini hatırlarsın sen de. Hiç yorulmadan saatlerce iki büklüm oturabilirdik o taburelerde. Kaç çay içtiğini sayan yoktu. Huzurluydu orası ve Beşiktaş’ın tümü. O yıllarda ‘başıma birşey gelir mi’ endişesi yaşamazdık. Saat kaç olursa olsun evimize dönebilirdik. Yıllar sonra evlenip, öğrencilik yıllarımdaki evimin bir iki sokak ötesine yerleştim. Ama herşey artık çok farklıydı. Sahildeki çay bahçesi yoktu, her yer kahve diyarı, şusu busu ile doluydu.Yaşamaya alan bul bulabilirsen.Ve tabii artık kadına yönelik şiddeti bu kadar yoğun yaşıyorken hep dikkat etmek zorundaydın, ‘evde olman gereken saatler’ vardı. Bakma yine bu anlamda Beşiktaş ‘kurtarılmış bölge’.
‘Her gün şükrediyorum’
İstanbul’un en çok neresini sevmiştin Beşiktaş’tan başka?
Ah o İstiklal Caddesi.. Oranın yeri ayrıdır. Çünkü ‘İstanbul’daki başka hiçbir yere benzemez. Taksim sınıfsızdır’ derdik. Zengini de fakiri de, yaşlısı, genci, öğrencisi, işadamı da, herkes vardı orada. Şimdi ise sanırım çok insan benimle aynı şeyi düşünüyordur, yabancı bir ülkeye gelmişsin de sokaklarını geziyorsun gibi. Çalan müzikler bile değişti. Bize ait birşey kalmadı orada. En son gittiğimde vedalaştım İstiklal’le, daha da gitmedim.
Şimdi nasıl hissediyorsun?
Her gün şükrediyorum. Sakin hayatımda o kadar huzurluyum ki. Ailem her ihtiyacım olduğunda yanımda. Şu ara tek işim Arya’yı büyütmek. Aile bütçesine bir süre daha katkım olmayacak sanırım ama küçük şehirde yaşamak maddi anlamda çok daha kolay. Deniz manzaralı bir ev kiraladık, Beşiktaş’taki evimizin yarı fiyatına. Annemin bahçesinden gelen organik sebze, meyvelerden bahsetmeyeceğim. O artık kalanlara haksızlık olur.
Babam üniversitedeyken, bütün telefon konuşmalarımızda ‘Para kazanma hırsın olmasın kızım’ derdi. Böylebüyüdüm. İstanbul’u yenme arzum hiç olmadı. Ben huzur arıyordum, geldim.
‘Yalnızlık iyi gelmedi’
Gideceğini bilseydim seni daha çok ziyaret ederdim. Bu şehir insanı birbirinden de uzaklaştırıyor sanırım artık... Yoksa bizimki tembellik miydi?
Ayda yılda bir görüşür olduk. Sevgi hep baki, ona birşey diyemem. Ama hep birlikte yorulduk, kendi hayatlarımıza öyle yoğunlaştık ki, birbirimizi ihmal ettik. Kendine zaman ayıramadığın bir şehirde, sevdiğin bir arkadaşını bir çay içimi görebilmek saatlerini alıyor bazen. Şehir bütün enerjini emiyor. Bir tatil günüm vardı benim ve yapmak istediğim çok şey. Karar verene kadar yarısı geçerdi zaten.
Günler öncesinden plan yapmadan dostlarımızla görüşemez olduk genel olarak...
Evet Hilal,o buluşmalara ve birbirimize çok ihtiyacımız var aslında. Bu yalnızlık kimseye iyi gelmedi.
Gitmekle kalmak arasında kalanlara bir tavsiyen var mı?
Artıları ve eksileriyle iyice tartmalılar. İstanbul’un pek çok cazip yanı da var. Bir kere o ‘boğaz’ başka hiç bir yerde yok. Kültürel aktiviteler desen İstanbul’la yarışacak bir yer olduğunu sanmıyorum. Ama işte bunları ne kadar yaşayabiliyorsun? Sana ne katıyor? Neler alıp götürüyor? Bu bir öncelikler meselesi. Ne için yaşıyorsun? Neleri bu uğurda feda edebilirsin?
Neden bu kaçış? Uzman psikolog Nazım Serin, insanların İstanbul’dan gitme isteğini, gazetemize değerlendirdi. Durumu Rus şair Andrey A. Voznesenski’nin dizeleriyle özetleyen Serin, “İstanbul, yaşattıklarıyla ‘kendimizle temasımızı’, yani kendimizle bağlantımızı kesiyor” diyor. Ruh sağlığını bozuyor İstanbul’dan göç konusu sosyolojik, ekonomik, siyasi, çevresel ve psikolojik boyutları olan geniş kapsamlı bir olgudur. Psikolojik boyut ise bu göç olgusunun önemli bir kısmını oluşturuyor. İstanbul’da yaşamak, zaten 15 – 20 yıldır insanlar üzerinde giderek ağırlaşan ve belli bir noktadan sonra çekilmesi zor hale gelen bir “ruhsal yük” oluşturmaya başlamıştı. Bu durum, özellikle son üç yıldır giderek belirginleşen ve istatistiklere de yansıyan bir “İstanbul’dan göç” olgusunu ortaya çıkardı. İstanbul’da yaşamanın getirdiği ruhsal yük; aşırı stres, yoğun endişe, kalabalıklar içinde yalnızlık, iç gerilim gibi insanın ruh sağlığını zorlayan, hatta bozabilen faktörlerden oluşuyor. Sahil kasabası hayali... Trafik, betonlaşma, gürültü, insan ilişkilerindeki yüzeysellik, hayat pahalılığı gibi fiziksel, çevresel ve ekonomik faktörlerin yarattığı aşırı stresin bile tek başına insan psikolojisi üzerinde büyük tahribatlar yaratabilme potansiyeli bulunuyor. Bu tahribat, insanlarda tahammülsüzlük, uyku sorunları, zihin yorgunluğu, alkol – sigara kullanımı, sosyal ilişkilerden kaçınma, “psikosomatik bozukluk” dediğimiz tıbbi nedeni olmayan hatalıklar, cinsel sorunlar gibi çeşitli belirtilerle kendini belli ediyor. İstanbul’da sosyal ilişkilerde yaşanan yüzeysellik, coğrafi mesafeler, iş yoğunluğu gibi faktörlerin arkadaşlık ve dostluk ilişkilerini baltalaması, varoşlardaki köylü – akraba dayanışmasının dışında kalan, nitelikli “beyaz yakalı” kesimin kendilerini kocaman bir kentte yapayalnız hissetmelerine yol açıyor. Bu da bir sahil kasabasında kafe açma veya butik otel işletme fantazisi kurarak kenti terk etme motivasyonunu besliyor. Kendimizle temasımızı da kesiyor Diğer yandan İstanbul’da yaşam çoğu kişi için hep bir “Ne olacak?” sorusunun içerdiği endişe ile karakterize hale geldi. “İşim ne olacak?”, “Filanca kişiyle ilişkim ne olacak?”, “Çocuğumun eğitimi ne olacak?”, “Geleceğim ne olacak?”, “Karşılayamadığım şu ihtiyaçlar ne olacak?” gibi onlarca kaygı yaratan soru, insanların zihnini kemirdikçe, belki de bir zamanlar ideallerini gerçekleştirmek için gelinen bu kenti bir an önce kaçılmak istenen bir kent haline dönüştürüyor. İstanbul, yaşattıklarıyla “kendimizle temasımızı”, yani kendimizle bağlantımızı kesiyor. Her insanın kendini “özüne ait ihtiyaçlarıyla”, gerçek duygularıyla, var olan potansiyelleri ve yetenekleriyle ifade etmeye ihtiyacı vardır. Buna “kendini yaşamak” diyebiliriz. Bu kavram, sosyal hayatta başkalarını dikkate almadan, kurallara aldırış etmeden, gelişigüzel yaşamaktan çok farklıdır. Bu tarz bir yaşam zaten sağlıksızdır. Biz burada “kendin gibi olabilmeye ve yaşayabilmeye yeterince fırsat bulabilmekten” söz ediyoruz. Rus şairin dizelerindeki gibiyiz Bu şekilde yaşamak, kendi yaşamından doyum alabilmek, anlam üretebilmek; kısacası “kendini gerçekleştirebilmek” için temel koşuldur. Dolayısıyla, kendi gibi olabilmek ve yaşayabilmek de “kendisiyle teması” süren insanın harcıdır. İstanbul, karmaşasıyla ve kendimizi yaşamaya zaman bırakmayan özellikleriyle ne fiziksel ve psikolojik ihtiyaçlarımızı, ne duygularımızı, ne de düşüncelerimizi dinginlik içinde tam olarak duyumsamamıza, algılamamıza ve fark etmemize izin veriyor. Tam bir “hengame içinde” ünlü Rus şair Andrey A. Voznesenski’nin dizelerinde dile getirdiği duruma düştük. Şöyle diyor şair: İşte, ekonomik koşulları iyi olsa da tüm özlemlerini, acı ve sevinçlerini, sevdalarını, hayallerini geride bırakıp İstanbul’u terk edenlerin psikolojisi özetle böyle bir tablo arz ediyor. |
|