İlber Ortaylı: Osmanlı'da düşük profilli sadrazam yoktu

"Osmanlı'da sadrazamı arzu ettiği çalışma arkadaşlarından ısrarla mahrum bırakan bir hükümdara pek rastlanmaz"

cumhuriyet.com.tr

Başbakan ve AKP Genel Başkanı Ahmet Davutoğlu'nun Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan'la yaptığı görüşmenin ardından kongre kararı almasıyla başlayan 'düşük profilli başbakan' tartışmalarını değerlendiren tarih profesörü İlber Ortaylı, "Bütün Osmanlı tarihi boyunca sadrazamı arzu ettiği çalışma arkadaşlarından ısrarla mahrum bırakan veya arzu etmediklerini onun yanı başına koyan bir hükümdara pek rastlanmaz" dedi. Ortaylı, "İşlemleri dolayısıyla sık sık suçlanan, müdahale gören, düşük profilli denilebilecek bir sadrazama Osmanlı devlet geleneğinde pek rastlanmaz" görüşünü dile getirdi.

İlber Ortaylı'nın Hürriyet'in bugünkü (15 Mayıs 2016) nüshasında yayımlanan yazısı şöyle:

Bütün Osmanlı tarihi boyunca sadrazamı arzu ettiği çalışma arkadaşlarından ısrarla mahrum bırakan veya arzu etmediklerini onun yanı başına koyan bir hükümdara pek rastlanmaz. 'Vekil-i Mutlak'ın bir tür özerkliği vardır ve ona saygı göstermek padişahın da kendi devlet anlayışına uygun bir hareket ve ananeye sadakat demektir.

Osmanlı başvezirleri ile Türkiye Cumhuriyeti’nin başvekilleri hiç şüphesiz ki kurum olarak birbirinin devamıdır. Hatta bilindiği gibi, Ahmet Vefik Paşa’nın unvanı ‘Sadrazam’ veya ‘Başvezir’ değil, ‘Başvekil’ idi. Bu kısa uygulamadan sonra tekrar ‘Sadrazam’ ismine dönüldü. Osmanlı sadrazamlarını, biz kolaylıkla kellesini kaybeden adamlar olarak hatırlarız ama Padişah’ın mührünün bir eşini (tatbik mührünü) taşıyan bu üst görevlinin, Padişah’ın ‘Vekil-i Mutlak’ı olduğunu da hemen akla getirmeliyiz. Osmanlı sadrazamı, padişah mührünü alınca, koynundan pek çıkarmazdı. İsteği hilafına bir tek Zenta Bozgunu’nda suda boğularak şehit düşen Elmas Mehmet Paşa’nın koynundaki mühür düşmanın eline geçmiştir. Sadrazama bağlı ‘nişancı’ dahi padişah adına nişan ve tuğra çektiği halde görevini padişaha bağlı olarak yapmaktan çok sadrazamın emrindeydi. Sadrazamlar kaleler fetheder, padişaha fethi haber verirdi. Hele sefere çıktığı zaman ‘Serdar-ı Ekrem’ olarak resmen bir ‘Roma Diktatör Konsülü’ gibiydi.

Padişah emriyle ölüm

Bir sadrazam elbette ki padişahın emriyle tayin ve azil edilirdi; birtakım işlemleri tabii ki onunla görüşerek yerine getirirdi. Hiç de az olmayan sayıda sadrazam, ilki Çandarlı Halil Paşa olmak üzere, padişahın emriyle katledilmiştir. Çandarlı’nın katline kadar Osmanlı vezirleri adeta bir aile hâkimiyeti halinde padişahın mutlak vekilliğini yerine getirdiler. Fatih Sultan Mehmet’ten beri bu eğilim şiddetle ve kanla sonlandırıldı. Tek istisna, çocuk padişah IV. Mehmet devrinde ‘saltanat naibesi’ olan Valide Terhan Sultan tarafından bu mevkie tayin edilen Köprülü Mehmet Paşa’nın bundan sonra çocukları Fazıl Ahmet Paşa ve Fazıl Mustafa Paşa, damadı Merzifonlu Kara Mustafa Paşa’nın ve kuzenleri Amcazade Hüseyin Paşa’nın bu görevi yürütmesidir. II. Mustafa Devri’nde bu gibi bir sadaret hanedanı kurma projesi, Edirne vakasıyla kanlı bir şekilde sona erdi; Nevşehirli Damat İbrahim Paşa’nın böyle bir uygulamaya geçmesi de Patrona Halil İsyanı ile bitti.

Yalan başlıca neden

Bu kadar güçlü bir devlet görevlisinin padişah emriyle, hatta fetva bile alınmadan siyaseten katlinin sebebi nedir? Fatih, emirlerine karşı geleni değil, sormadan iş yapanları katlettirdi. Çandarlı Halil’in, Mahmut Paşa’nın (Veli) ve Rum Mehmet Paşa’nın akıbeti budur. Yalan, bir başvezirin katli için başlıca nedendir. Padişahtan sorunları gizleyen, çözüm üretemeyişini saklayan veya tayinlerinde rüşvetten çok bir hâkimiyet merkezi yaratmaya çalışanın işi bitirilir. Eğer padişah, IV. Murat’ın çocukluk dönemindeki gibi iktidara sahip değilse, bu gibi vezir zorbalıkları ayyuka çıkar. Ama aynı padişahın, rüştüne erdikten sonra nasıl kudret sahibi bir ejderha olduğunu da unutmayalım. Bu kudretli genç hükümdarın ilk kurbanı Topal Recep Paşa oldu. Sultan İbrahim, yalancılık töhmetiyle Yusuf Paşa’yı katlettirdi.

Yalan, bir kapris değildir; ürkütücü bir olay ve gelişmedir. Hiçbir suç, ne liyakatsizlik, ne de rüşvet, tahtın sahibini, olayları gizleyen, işlemlerini kendi başına yapan vezir-i azam kadar ürkütür. Öte yandan ne 18’inci yüzyıl sonuna kadar ne de Tanzimat Dönemi’nde sadrazamlar, padişah karşısında işlemleri devamlı denetlenen ve de kararları tasdik edilmeyen yüksek görevliler olarak muamele gördüler. Tanzimat’ın başvezirleri, Bâb-ı Âli diktatörleriydiler. Genç Abdülmecid Han -bu sistemi Kraliçe Victoria kadar gönülden kabul etmiş görünüyor- zeki bir hükümdardı. Sultan Abdülaziz, diktatör eğilimlerine rağmen Mehmet Emin Ali Paşa ve Keçecizade Fuat Paşa’nın kararlarına temelden müdahale etmemiştir. Hatta ‘müstebit’ dediğimiz II. Abdülhamid Han, Said Paşa ve Kamil Paşa ile devamlı çekişmesine rağmen, sadaret makamına karşı bir yerde ölçülü hareket etmiştir. Tunuslu Hayreddin Paşa Bâb-ı Âli’nin hâkimiyetine karşı Yıldız Sarayı’nı güçlendirmeye çalışan II. Abdülhamid’i alenen tenkit ederek istifa etti. Bu dönemin ünlü bilgin ve münevveri Müşir Ahmet Cevat Paşa’nın sadareti de benzer neden ve tavırla sona erdi.

İstediğiyle çalışırdı

Osmanlı tarihi boyunca sadrazamı arzu ettiği çalışma arkadaşlarından ısrarla mahrum bırakan veya arzu etmediklerini onun yanı başına koyan bir hükümdara pek rastlanmaz. ‘Vekil-i Mutlak’ın bir tür özerkliği vardır ve ona saygı göstermek padişahın da kendi devlet anlayışına uygun bir hareket ve ananeye sadakat demektir. İşlemleri dolayısıyla sık sık suçlanan, müdahale gören, düşük profilli denilebilecek bir sadrazama Osmanlı devlet geleneğinde pek rastlanmaz. Siyaseten katledilmek başka şeydir, örselenip tahkir edilmek başka bir şeydir. Günümüzde Fransa devlet başkanlarının, başbakan üzerindeki hâkimiyetleri de bu yukarıdaki modele benzer. Bu sistem yürütülemediği takdirde, zaten başbakana dahi lüzum olmayacağı açıktır.

17’nci asra kadar sadrazamların resmi makamları kendi konaklarıydı. Bunların çoğu, bugün ortadan kaybolmuştur; tek kalan At Meydanı’ndaki (Sultanahmet) bugün İslam Eserleri Müzesi olan Pargalı (Makbul) İbrahim Paşa’nın kâgir konağıdır. Bina kâgir olduğu için, sanatların ve zenginliğin imparatorluktaki Rönesans temsilcisi olan bu devlet adamının konağı bize bu devirden kalan tek örnektir. 17’nci asırdan itibaren bugünkü Bâb-ı Âli, Osmanlı sadrazamlarının konağı oldu. Arka bahçedeki hazne-i evrak yani başvekalet arşivi de bu Tanzimat Devri’nden kalmadır.