İdlib’de silahsız bölge: Rusya neden rahat, Türkiye’nin önündeki riskler neler?
Soçi'de Cumhurbaşkanı Erdoğan ve Rusya lideri Putin arasında varılan mutabakat büyük ölçüde Ankara açısından bir diplomatik ve stratejik zafer olarak yansıtıldı. Mutabakatı BBC Türkçe'ye değerlendiren Rusya uzmanı Dr. Kerim Has ise anlaşmanın uzun vadede Türkiye için yeni riskleri beraberinde getirdiğine dikkat çekiyor.
BBC Türkçe17 Eylül 2018'de Rusya'nın Soçi kentinde Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ile Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin arasında varılan İdlib mutabakatı, kısa vadede taraflara sağladığı manevra alanı bir yana bırakılırsa, orta ve uzun vadede bölgedeki güvenlik risklerinin Türkiye'ye doğru ötelenmesini öngören bir uzlaşma olarak dikkat çekiyor.
Rusya ve İran destekli Suriye ordusunun uzun süredir hazırlıklarını yaptığı İdlib operasyonunun ertelenmesi pek tabii olası bir insani trajedinin de ertelenmesi anlamına geliyor. Bununla beraber, sivil vatandaşların hakları mahfuz, Türkiye'nin sınırlarının dibindeki İdlib'in Suriye'deki en radikal cihatçı grupların toplandığı bir alana dönüşmüş olması haddi zatında bu ertelemenin ne derece yerinde olduğu sorularını da karşımıza çıkarıyor.
Günün sonunda yapılması kaçınılmaz olan bir operasyonun insani trajediye dönüşmemesi için aslında "ince işçilikle" atılması gereken birçok siyasi, diplomatik, askeri adım vardı. Ancak bunun yerine Ankara'nın, operasyonun ertelenmesi için çalışması hem geçen zaman içinde bütün bu "sakıncalı" grupların sahadaki eylemlerinin sorumluluğunu tek başına kendisinin üstlenmesi, hem de vakti geldiğinde bu operasyonun ağır yükünün maliyetini bu sefer büyük ölçüde Türkiye'nin ödemesi gibi bir neticeyi doğurabilir.
Rusya'nın rahatlığı
İdlib mutabakatında Kremlin'in memnun olmayacağı neredeyse hiçbir şey yok.
İdlib çevresinde rejim güçleri ile radikal gruplar arasındaki temas hattı üzerinde 15 Ekim'e kadar 15-20 km genişliğinde silahlardan arındırılmış bir tampon bölgenin kurulmasıyla her şeyden önce Hmeymim ve Tartus'taki Rus hava ve deniz üslerinin güvenliği sağlama alınmış olacak.
Bölgedeki radikallerin ve yine Heyet Tahrir el-Şam (HTŞ) gibi örgütlerin ağır silahlarını bırakıp İdlib içlerine doğru çekilmelerini sağlama görevi, yani işin zor ve kirli kısmı, Ankara'nın. Rus üslerine yönelik bölgeden gelebilecek tehditlerin -17 Eylül öncesinden farklı olarak- şimdi birinci derecede sorumlusu da Ankara olacağından, daha önceki saldırılarda olduğunun aksine Moskova artık "konunun muhatabını" bulmakta zorlanmayacak.
Öte yandan, operasyona bugün dahi başlansaydı Rusya destekli rejim ordusu muhtemel ki 15 Ekim'e kadar İdlib'de 10 km kadar bile bir mesafe ilerleyemezdi.
Gerçekleştiği takdirde, HTŞ ve radikal grupların geri çekilmesiyle 15-20 km'lik bir alanın her halükârda "temizlenecek" olması haddi zatında Moskova-Şam-Tahran üçlüsünün silah çekmeden mevzi kazanması anlamına geliyor.
Yine, İdlib üzerinden geçen ve cihatçıların kontrolünde olduğundan uzun süredir kapalı bulunan, ama aynı zamanda rejim açısından stratejik nefes boruları mahiyetindeki Halep-Lazkiye (M4) ve Halep-Hama (M5) otoyollarının Ankara tarafından güvenliğinin tesis edilerek yıl sonuna kadar yeniden trafiğe açılacağı taahhüdünün verilmesi Şam yönetimi için "tek kurşun" sıkmadan elde edilen kazanımlar arasında yer alıyor. Otoyolların açılmasıyla Ankara-Şam arasında doğrudan iletişime dair Kremlin'in Türk yetkilileri "teşvikçi" bir tavır takınması da kolaylaşacak.
İdlip dosyası raftan inebilir
İşler 15 Ekim'e kadar yolunda gitmediği takdirde ise Moskova'nın İdlib dosyasını kısa bir süre sonra yeniden raftan indirmesinin önünde ise fazla bir engel yok.
Kaldı ki, özellikle Kasım ayı itibariyle Moskova'da Ankara-Washington hattının daha fazla ısınacağı beklentisi hâkim.
İran'ın petrol ihracatına yönelik ABD'nin yeni yaptırım paketinin Kasım başında devreye girecek olması, ham petrol ithalatının yarıya yakınını bu ülkeden yapan Türkiye için Washington ile gerilimin artabileceği anlamına geliyor.
Pentagon'un da yine Kasım ortasında ABD Kongresi'ne Türkiye'nin almayı tasarladığı Rus S-400'leriyle ilgili olarak F-35'lerin kaderiyle ilgili sunacağı rapor da ilişkilerin yeni çalkalanmalara girmesine neden olabilir.
Bu listeye, ABD'deki Halkbank davasıyla ilgili olarak bazı Türk bankalarına gelebilecek para cezası, Zarrab dosyasının ABD'de yeni davaların açılmasını tetikleyebilecek olması, Pastör Brunson krizi gibi hususlar da eklenebilir.
Dolayısıyla, muhtemel ki zaman ilerledikçe Türkiye-ABD hattında tansiyonun artması Ankara'nın Moskova'yla ilişkilerinde daha hassas davranmasını da beraberinde getirecektir. Bu durum, ertelenen İdlib operasyonuna dair vakti geldiğinde Moskova'nın atabileceği kapsamlı adımlara karşı Ankara'nın verebileceği tepkinin düşük düzeyde kalması gibi bir avantaj da ekleyeceğinden Rusların İdlib'de şimdilik neden "stand-by" (hazır durumda) modunu tercih edilir bulduğunu da açıklıyor.
Türkiye için riskler yumağı
İdlib mutabakatından Ankara'nın payına düşen ise en başta "teröristlerin temizlenmesi" ihalesinin kendine verilmesi,
Her şeyden önce Suriye'de bütün dünyanın "terörist" olarak kabul ettiği grupların etkisiz hale getirilmesinden neden tek başına Türk ordusunun yükümlü tutulduğu sorusu izaha muhtaç.
Suriye'de siyasi çözüm sürecinin ve yeni anayasanın konuşulmaya başlandığı böylesi bir ortamda askerî açıdan olası bir yıpranmanın masada Türkiye'ye kazanım sağlamayacağı açık. İşin bu kısmı neresinden bakarsanız bakın Ankara'nın üzerine aldığı güvenlik risklerinin farkında olup olmadığı sorusunu karşımıza çıkarıyor.
Pek tabii bu mutabakatın "şeytanın gör dediği" türünden Türkiye için farklı birçok çatallı yanları da mevcut.
Birincisi, tampon bölge kurulurken Ankara'nın HTŞ ve radikal grupları bir aydan kısa bir süre içinde İdlib içine geri çekilme ve ağır silahlarını bırakma gibi konularda "ikna etmesi" gerekecek. Bu ise Türkiye için ciddi bir ikilem.
İkna edebildiği takdirde bu durum, ileride uluslararası düzeyde Suriye'de savaş suçları dosyaları açıldığında, "Madem bu gruplar üzerinde bu kadar etkindin, niye bu nüfuzunu terör bu seviyeye varmadan önce kullanmadın?" veya "Bu gruplar üzerindeki nüfuz gücün nereden geliyor?'" gibi Ankara'nın başını epey ağrıtabilecek oldukça zor sorularla karşılaşmasına yol açabilir.
Yine iknada başarılı olunduğunda bu grupların Türkiye sınırlarına 15-20 km daha yakınlaşmaları ve buraya yığılmalarının Türkiye'nin kendi ulusal güvenliğini daha fazla riske sokacağı da görülüyor.
Moskova A planına dönebilir
İkna edemediği takdirde ise İdlib mutabakatından yeniden Moskova'nın A planına, yani operasyon seçeneğine dönülecek ve Ankara'nın içeride kullandığı, "insani krizin ve göçün önlendiği" yönündeki söylemleri geçerliliğini yitirecek. Üstelik bu sefer, Türk tarafının "son uzatma" ısrarının da sonuç vermemesi dolayısıyla muhtemel ki Moskova'nın Tahran ve Şam'la birlikte Ankara'nın çekincelerini ve endişelerini fazlasıyla göz ardı edebileceği daha kapsamlı bir operasyonu gündemine alması söz konusu olacak.
Gözlem noktalarında askeri tahkimatını pekiştiren Türk ordusu ise ya İdlib'den çekilmek ya da bölgede iki ateş arasında kalma pahasına artan çatışmalardan en az hasarla çıkabilmek için tarafını seçmek zorunda kalacak. Radikallerle Moskova-Şam-Tahran hattı gibi sadece iki seçenek olduğu göz önüne alındığında, hangi yönde olursa olsun, her halükârda bu tercihin içeride ve dışarıda farklı komplikasyonları beraberinde getireceği net.
İkincisi ise, tampon bölgenin başarılı bir şekilde kurulacağı -ki oldukça düşük bir ihtimal- varsayımından hareket edilerek ileride gerçekleşebilecek senaryolar. Velev ki HTŞ ve radikal gruplar "ikna süreci" sonunda İdlib içlerine geri çekilsinler, o zaman da bölgedeki Türk ordusunun karşısındaki seçeneklerin her biri yine birbirinden sorunlu.
TSK'nin önündeki sorunlu seçenekler
Öncelikle Türk ordusunun, İdlib içindeki bu grupların silah bırakmalarını sağlaması gerekecek ki bu, hiç de kolay görünmüyor. Silahlarını bıraktıkları takdirde ise önemli bir kısmı yabancı olan bu "eski teröristleri" Rusya olsun, Avrupa olsun, Çin olsun, bu ülkelerin bir şekilde geri alacağını beklemek saflık olur.
Arzu edilmese de bu insanların ciddi bir yekununun Türkiye topraklarına gireceği öngörülebilir. Bir kısmının ise muhtemel ki Ankara destekli "makbul" muhalifler safına katılması. Neticede, Türk ordusu ile toplumunun uzun vadede bu "eski teröristlerle" bir çeşit "birlikte yaşam modeli" geliştirmesi gerekecek.
Bu durum da tampon bölge için HTŞ ve radikallerin "ikna sürecine" benzer şekilde, Türkiye'nin uluslararası imajına ve pek tabii bölgedeki rolüne dair oldukça zarar verebilecek bir tablo ortaya çıkarabilir.
Ankara'nın bu grupları muhaliflere entegre ederek ileride Fırat'ın doğusunda tasarladığı operasyonlarda kullanma ihtimali ise her ne kadar olası gözükse de sahadaki diğer güçlerden ciddi tepki alabilir.
Ne Washington'ın ne de Moskova'nın "terör örgütü" olarak değerlendirmediği PYD/YPG'ye karşı Ankara'nın "eski teröristleri" sahaya sürmesi pek muhtemel ki ABD-Rusya ikilisinin henüz müzakereler yoluyla halletme seçeneğini öncelediği Fırat'ın doğusu işini içinden daha çıkılmaz hale getirebilir.
Öte yandan, İdlib'in içlerine çekilen HTŞ ve radikaller silah bırakmadıkları takdirde de bu grupların tasfiye ihalesi yine büyük ölçüde Türk ordusu üzerine yıkılabilir.
Kısa vadede taktik kazanım, orta ve uzun vadede güvenlik riskleri
Fırat Kalkanı Harekâtı sırasında IŞİD'den 3 bin militanın etkisiz hale getirilmesine mukabil Türk ordusunun 72 kayıp verdiği ve bununla ilgili olarak İdlib'de en az 30 bin HTŞ mensubunun bulunduğu dikkate alındığında, böylesi bir ihalenin Türkiye üzerinde oluşturacağı gereksiz yükün ne tarz stratejik yanlışlarla örülü olduğu daha rahat görülebilir. Ancak bununla beraber, uzun vadede Türkiye sınırlarının dibinde bir çeşit "cihatçı emirliği"ndense bu tehdidin bertaraf edilmesini sağlamak durumunda olan Türk ordusunun, silah bırakmadıkları takdirde bu gruplarla savaşmaktan başka çaresinin kalmayacağı da açık.
Neresinden bakılırsa bakılsın, Soçi'deki İdlib mutabakatı Ankara'nın, kısa vadede iç politikada elde edeceği taktik kazanımları orta ve uzun vadede Türkiye'nin karşısına çıkabilecek stratejik güvenlik risklerini engellemeye öncelediği yönünde bir tablo ortaya koyuyor.
Şurası çok net ki, 17 Eylül öncesine göre bugün Türkiye için İdlib'den kaynaklı güvenlik riskleri daha da artmış durumda. Soçi'deki İdlib mutabakatıyla Ankara, İdlib'e operasyonu erteletip, olası bir insani krizi ve göçü sadece zamanlama açısından ötelemiş olurken, "Suriye'deki terörün Türkiye'ye ithalinin" önünü de bilerek veya bilmeyerek, isteyerek veya istemeyerek açmış oldu. Görünen o ki Ankara, İdlib'de kimi kimden neden ve nasıl savunacağı yönünde bir kafa karışıklığı yaşıyor.