İbni Sina, bugün olsa Nobelleri toplardı
Bugünkü Nobel ödüllerini çoğunlukla ABD ve Batı Avrupa ülkeleri topluyor, en iyi bilimi onlar yapıyor.. Ama İslam'ın bilimde önde olduğu altın çağında İslam bilimcileri belki de tüm Nobel ödüllerini toplardı!
cumhuriyet.com.trİbni Sina örneğin “Venüs Geçişi” üzerine yaptığı gözlem ve tıp araştırmalarıyla hem fizik hem de tıpta Nobel ödülünü almıştı! Bu arada, Anadolu bilimcileri de epey sayıda Nobel’i torbalarına koymuştu! M. E. Özel, Çağ Üniv. Uzay Gözlem ve Araştırma Merkezi
Bugün bilimin geliştiği ve yükseldiği ülkeleri, aldıkları bilim ödüllerinin konuları ve sayıları ile ölçebiliriz. Son 10 yılda verilen fizik, kimya ve fizyoloji(tıp)’de Nobel ve matematik’teki “Field Madalyası“ ödüllerinin dağılımına bakarsak, ödül sahiplerinin çok büyük bölümünün ABD’de (bir bölümü de diğer Batı ülkelerinde) yaşayan ve buluşlarını bu ülkelerde gerçekleştiren bilimcilerce kazanıldığını görürüz. Bunun nedeni, bilimsel çalışmaların büyük çoğunlukla Batı ülkelerinde yürütülüyor olmasıdır… Teknoloji olarak çevremizdeki buluş ve uygulamaların kaynağının da aynı ülkeler olması bir tesadüf değildir.
Nobel ödülleri 1000 yıl kadar önce de aynı anlayış ve koşullarla veriliyor olsaydı, bu kez, bu ödüllerin çok büyük bölümünün İslam ülkelerinde yaşayan bilimcilerce toplanacağından ve Batıdan bu ödüle adaylar bulunmasının büyük zorluklar taşıyacağından emin olabilirdik. Bu sonuca ulaşmak, o dönemlerden günümüze ulaşan eserlere bakarak kolayca mümkün. Nobel veya Field Madalyası alacağını düşünebileceğimiz İslam “bilimcileri” arasında El-Kindi, İbni Tufeyl, İbni Bacce, İbni Rüşd, Farabi, İbni Sina, Ömer Hayyam, Nasrettin Tusi, Uluğ Bey… ve daha onlarca isim sayılabilir.
Antik dönemde ve sonrasında bilim
“Nobel veya Field Madalyası alabilecek eski bilimciler” oyunumuzu tekrar 1500 yıl daha geriye, MÖ 500’lere götürdüğümüzde, bu kez, ödül sahiplerinin daha çok Anadolu’dan, Ege ve Akdeniz’i çevreleyen diğer ülkelerden (Yunanistan, İtalya, Akdeniz Adaları, Mısır…) çıkmış olabileceğini iddia edebilirdik…
Bu listemizde, Milas/Miletli Tales, Sisam Adalı Pisagor, Datça/Knidos’lu Evdoksus, okulunu Behramkale/Assos’ta açan ve orada evlenen Aristo (Aristotales), Lapseki/Lampsakos’lu Anaksagoras, Antalya/Pergeli Apollonyus, Sicilya/Sirakuzalı Arşimet, Batı Trakyalı Demokritos, İskenderiye’de çalışan Öklid ve Batlamyus, İznikli Hiparkos, İstanköylü Hipokrat, Bergamalı Galen… ve diğerlerini sayabilirdik.
Böylelikle, bilimin klasik antik dönemden günümüze kadar olan serüvenini, bu varsayımsal “ödül sahipliği” izlerinden de takip edebilirdik…
Yer merkezli evren modeli
Antik dönemin en önemli “buluş”larından biri, gökyüzündeki devinimleri çıplak gözle takip edilebilen Güneş, Ay ve “hareketli” “yıldız/gezegenler”i ve sabit yıldızları açıklayan “yer-merkezli dünya (evren)” modelidir. Bu görüş, ilk kez, Datçalı Evdoksus (MÖ 410-350)’ca öne sürüldü. Evdoksus, (bir çeşit bursla) zamanının Mısır, Babil gibi bilim merkezlerini dolaşmış, eğitim görmüş ve sonunda Erdek/Kzikus’da kendi okulunu kurarak öğrendiklerini ve bu arada “yer-merkezli dünya” (7-kat gökler) kuramını yaymağa, öğretmeğe girişmiştir.
Bu model, daha sonra, Aristo tarafından da “müfredata” alınacak antik dönem okullarında “dünya modeli” olarak öğretilmeğe başlandı. MS 150 yıllarında Batlamyus (Ptolemaus) tarafından, “Mathematiki Syntaxis” (Matematiksel Sentez) adlı çalışmasıyla matematiksel temellere de oturtulan bu model, antik dönemin en sofistike Evren anlayışı haline geldi ve daha sonra, dini görüşlere entegre edildi. Tüm İlk Çağ boyunca zamanının en önemli bilgi ve öğrenim merkezleri olan İskenderiye’deki “Müze-Kütüphane”de ve Yunanistan’daki “Atina Okulu”unda [Not 1], Dünya-merkezli bu evren modeli öğretiliyor ve yayılıyordu. Gezegenlerin konumları hakkında öngörülere olanak veren yapısı ile, bu model, o dönemlerde Dünya etrafındaki Güneş ve gezegenler ve yıldızlar olarak, Evren’in en iyi açıklaması olarak kabul edilmişti.
Doğu Roma’nın (Bizans) İmparatorluğunun hristiyanlığı resmi dini olarak kabul etmesi (MS 330) sonrasında, bu düşünce önce rafa kaldırılmış, bu sırada antik birikimin en önemli merkezi olan İskenderiye Kütüphanesi yakılıp yıkılmış, son yöneticisi Hypetia, koyu dindar papazlar yönetimindeki kalabalıklarca öldürülmüştü (MS 415). Eflâtun (Platon)’dan beri tüm İlk Çağ boyunca ve Roma İmparatorluğu döneminde yaşamını sürdürmüş olan, zamanının en tanınmış bilim ve öğrenim görme merkezi Atina Akademisi de, İmparator Justinyen tarafından MS 527’de tümüyle kapatılmış ve Antik dönemden kalan her türlü bilimsel ve sanatsal birikimin öğretilmesi ve yayılması sona erdirilmişti; çünkü artık “her şey Kutsal Kitap’ta yazılıdır, başka bir şey bilmeğe ve öğrenmeğe gerek yoktur”.
İslam'ın yükselişi ve Rönesans
İslam, Hz. Muhammed’in çağrısı ile, MS 610’da (Atina Akademisi’nin kapatılması sonrasında) ortaya çıktı ve hızla yayılarak yükselişe geçti. İlk 50 yıl içinde Mısır, Suriye, Irak ve Iran’ı fethetti, buralardaki medeniyetlerle de etkileşerek, zamanla, yeni bir “medeniyetler sentezi” oluşturma misyonu içine girdi; Atina ve İskenderiye’deki bilim merkezlerinin kapatılmalarındansonra, İslam, zaman içinde, bağnaz din adamlarının ve yöneticilerinin baskıları ile susturulan antik bilim geleneğinin yeni ‘hami’si olarak ortaya çıktı.
MS 8. yüzyıl sonrasında, Abbasi, Endülüs ve Selçuklu hükümdarlarının bilimsel yaklaşıma kol kanat germesi ve “İnsan için, Tanrı’nın yarattığı Evren’i anlama çabalarının bir günah değil ancak bir görev olabileceği” anlayışı ile teşviki sonucu, hristiyanlıkça yıkılan Antik Dönem bilim geleneği tekrar dirilme olanağı buldu.
Abbasiler, Bağdat’ta eski Atina Akademisi’nin devamı bir “Dar-ül Hikme/Bilimler Evi” kurduları (MS 830) ve antik dönemin matematik, kozmoloji ve diğer birikimlerin açıklandığı (Atina ve İskenderiye’de yok olmaktan kurtarılabilen) papirüsler, parşömenler ve kitaplar hızla ve sistematik olarak Arapça’ya çevrilerek kaybolmaktan kurtuldu ve yayılma ortamı buldu.
Önce Bağdat ve Kurtuba’da, daha sonra Şam, Isfahan ve Buhara gibi merkezlerde, her dinden ve ulustan bilgi sahiplerinin birlikte çalışabileceği ortamlar yaratıldı.
İslam medeniyetinin en parlak dönemine girmesini sağlayan ve “İslam Rönesansı” devrinde, İslam ülkelerinde yaşama imkânı bulan ve bilimsel konularda Müslümanlarla birlikte çalışmaya davet edilen Hristiyanlar, Süryaniler, Yahudiler, Hintliler… yanında, İslam’ı kabul etmiş olan İranlılar ve Türkler arasından çıkan “âlim”ler, yükselişe önemli katkılarda bulundular.
Zamanın bilimsel birikimini ve evren görüşünü geliştirmeye ortam hazırlayan en önemli eserlerden biri, Batlamyus’un “Mathematiki Syntaxis” oldu. Batı’ya da Arapça çevirilerinden ulaştığı için, bu eser, daha çok, “Almagest/El-Majesti” (“En Büyük Kitap”) adıyla tanınmış; İslam “bilimci” ve filozoflarınca çok yakından incelenerek, üzerine defalarca şerhler/açıklamalar yapılmıştır. Bu şerhlerde, ana fikir olarak ileri sürülen “7-kat gökler” anlayışının genel hatları ile Kur’an ile de uyuştuğu belirtilmiş, “Tanrı’nın Evren’i incelememiz ve anlamamız için yarattığı, bu nedenle doğayı ve gökleri gözleme ve incelemenin günah olamayacağı” yorumu geliştirilerek, İslam’daki her türlü araştırma, doğayı anlama ve sorgulama amaçlı çabaların da temelleri oluşturulmuştur.
İbni Sina'ya Nobel
Geçmiş dönemlerin olası Nobelleri listesindeki isimlerden biri de muhakkak, Horasan’da doğup yetişmiş olan İbni Sina (980-1037) olurdu. Hem de olasılıkla “birden fazla konuda Nobel almış olabilecekler” listesine ismini yazdırarak! En tanınmış kitabı olan Kitabı “Tıp’ta Kanun” (El Kanun fi’t-Tıb) nedeni ile, Tıp biliminin kendisinden sonra yüzlerce yıl sürecek temel kitabına ve bu kitapta ortaya koyduğu ilke ve uygulamalara dayanarak bir “fizyoloji-tıp” Nobel’i taşıyor olabileceği kolaylıkla savlanabilir. (1909 gibi yakın bir tarihte bile, Brüksel’deki Üniversite, İbni Sina’nın kitabını temel alan bazı dersler veriyordu Nogales, 1981). Bunu hak ettiğine itirazı olacak çok az Doğulu ve Batılı bilimci olurdu.
İbni Sina’ya vereceğimiz 2. Nobel Ödülü’nün nedeni ise, gözlemlerini yaptığı yolunda kayıtların bulunduğu 24 Mayıs 1032 tarihli (Güneş’in önünden) Venüs Geçişi olayıdır. İlk kez, teleskop-sonrası bir tarihte, İngiliz J.Horrox tarafından 1639’da gözlendiği bilinen bu olay, Güneş’in ve Venüs’ün yere olan uzaklığını belirlemede ve giderek Güneş sisteminin gerçek boyutlarını kavramada kilit görevi görmüştür. Ancak İbni Sina döneminin problemi bundan biraz farklı idi: Dönem öncesinin bazı “âlimleri”, Batlamyus modeline itiraz ediyorlar, Güneş-altı bölgedeki cisimlerin sadece Ay, bazıları da Ay ve Merkür olduğunu, Güneş önünden geçişini gözleyemedikleri Venüs’ün ise büyük olasılıkla Güneş-üstü âleme ait olduğunu ileri sürüyorlardı [not 2].
İbni Sina, yaptığı hesaplar ve “Güneş’in önünden geçen Venüs” gözlemi ile [not 3], Venüs’ün Güneş-altı bölgede olduğunun yeni ve mutlak bir kanıtını vermiş, klasik Batlamyus modelini bir anlamda “kurtarmıştır”. Bu türden önemli gözlemsel kanıtların bugünkü Nobel ile ödüllendirildiğinin örnekleri çoktur. Bu günlerde CERN’de gözlenmesi için yoğun uğraşlar verilen Higgs Parçacığı için de durum buna benzerdir: Parçacık gözlenebilirse, parçacık ve kuvvetlerin Standart Modeli “kurtarılmış” olacaktır! Bunu gerçekleştirenlere Nobel ödülü verileceği de günümüz parçacık fizikçilerince kesindir!.
İbni Sina 980’de Buhara yakınlarında Efşene köyünde doğdu. Babasının önemli bürokratik görevi sayesinde iyi bir eğitim görme olanağı buldu. Zamanın tıp ve felsefe bilgilerini az zamanda özümseyerek çevre hükümdarlara tıp hizmetleri vermeye başladı ve bu kişilerin sahip olabildiği kütüphanelerde çalışma olanağı buldu. Kısa sürede şöhreti yayıldı.
O kadar ki, bir süre sonra “Şeyh-ül Muallimin” (Öğretmenlerin Başı) ve “Muallim-i Sani/ (Aristo’dan sonra) İkinci (en büyük) Öğretmen” gibi unvanlarla tanınır oldu. Yazdığı eserler, zamanla, her yerde, bu arada, Batı’da (o dönemlerde, kısmen “İslam Medreseleri”ne öykünerek açılan) üniversitelerde, en çok okutulan kitaplar durumuna geldi. Burada üzerinde duracağımız olay, onun (tıp ve felsefe yanında) astronomi ve kozmoloji üzerinde de söz sahibi olduğunu göstermektedir.
1032 Venüs geçiş olayı ve özellikleri
İbni Sina’nın Venüs gözlemine ilişkin ilk kayıtlar dolaylıdır. Ondan yüzyıl kadar sonra yaşamış olan Nasrettin Tusi (Maraga Rasathanesi kurucusu ve “müdürü”), kendi yazdığı Almagest şerhinde (Tahrir Al Majesti, Kitap IX) yaptığı bir derkenar açıklaması şöyledir: “Ben [Nasrettin Tusi], El Şeyh-El Reis Abu İbni Sina’nın, kitaplarından birinde Venüs’ü Güneş’in üzerinde bir nokta olarak gördüğünü yazdığını biliyorum….”.
Bunun üzerinde İbni Sina’nın kendi orijinal kitaplarında da böyle bir kayıt aranmaya başlandı ve sonunda, Paris’teki Biblioteque National’deki “Avicenna’s Compendium of the Almagest” (İbni Sina’nın El Majesti Derlemesi) kaydı bulundu (Goldstein, 1969). Burada İbni Sina (gezegen kürelerinin sırası ile ilgili açıklamalarının başında) “Venüs’ü Güneş’in yüzeyinde bir nokta olarak gördüm” diye yazıyordu. Bu Nasrettin Tusi’nin ona atfettiği ibare ile aynıdır. Ancak, İbni Sina’nın bu gözlemi için herhangi bir başka kayıt bulunamamıştır. Diğer taraftan, İbni Sina’nın 1037’de öldüğü bilindiğine göre, onun görebileceği tek Venüs Geçişi olayı 24 Mayıs 1032 tarihlidir. Ancak, bu olay, İbni Sina’nın o dönemde yaşadığı yerlerden gözlenebilirliği açısından denetlenmesi gerekmektedir.
NASA’nın 1000-4000 yılları arasındaki tüm Venüs Geçişleri için hazırlattığı bilgisayar hesaplarına dayanan tablolarda (Espenak, 2004), 1032 olayı için verilen gözlem sınırları, İbni Sina’nın o yıllarda yaşadığı Isfahan civarında, Güneş’in batışı öncesinde Venüs’ün Güneş diskine girerek batışa kadar geçecek bir süre yüzeyde ilerleyen, küçük fakat gözle seçilebilir bir leke olarak gözlenebileceği ortaya çıkmaktadır. Gün batışına yakın bir zaman, Güneş’e bakışı da kolaylaştırmaktadır [not 3]. Tüm bunlar İbni Sina’nın ‘olayı gözledim’ kaydını desteklemektedir.
Böylelikle, İbni Sina, söz konusu gözlemi gerçekleştirerek, “Venüs’ün Güneş-üstü kürede döndüğü” hipotezini çürütmüş ve Batlamyus kuramını “kurtararak” ve kayıtlı ilk Venüs geçişi gözlemini gerçekleştirerek, fizik dalında bir Nobel’e de hak kazanmıştır!
Ortaçağ’da Batı’da Kilise’nin “bilime, araştırmaya ve meraklı olmaya düşman” anlayışı, gel-gitlerle 16. yüzyıla kadar sürdü. İslam tarafından 8. yüzyıldan başlayarak koruma altına alınan ve daha da geliştirilen “antik bilimsel gelenek”, hem İspanya yoluyla, hem de 11. yüzyılda başlayan Haçlı Seferleri sonrasında Avrupa’ya taşınmaya ve bağnaz dinsel geleneği “geriletmeye” başladı. İslam ülkeleri ise, 12. yüzyıldan başlayarak, El-Gazali ve takipçileri, Kuran’ı ve dinsel kuralları tutucu bir yoruma tabi tuttular; giderek yayılan bir “bilime soğukluk ve bağnaz bir din anlayışına dönüş” sürecini başlattılar.
Bilimsel uyanışın Batı’daki kuluçka dönemi 17. yüzyıldan başlayarak hızla meyvelerini vermeye başladı. İlk önemli kıvılcım, 1543’te, Polonya’lı bir papaz olan Kopernik’in, ölüm döşeğinde iken basılması iznini verdiği “De Revolutionibus” (Gök-kürelerin Dönüşü) isimli kitabı oldu. Kopernik, Evren’in merkezinin Dünya değil Güneş olmasının daha uygun olacağını, bunun büyük kolaylıklar sağlayacağını ileri sürüyordu. Kilise ile çelişmekle birlikte, bu görüş (Kopernik’in kitabının basımı için ölüm döşeğine kadar izin verememesinin de nedeni), o dönemde yaygınlaşan matbaa nedeniyle hızla yaygınlık kazandı. Ancak, güneş-merkezli görüş, zamanla temel Hıristiyanlık doktrininin bir parçası haline gelmiş olan “Dünya’nın Evren’in merkezi olduğu ve her şeyin ancak Dünya çevresinde dönebileceği” düşüncesi ile çatışmaktaydı.
Güneş-merkezli sistemin yaygınlaşması, başka gelişmeler de desteklenmiştir: Bunlar arasında (1) Galileo’nun Yer-merkezli sistemin, yeni icat edilen teleskopla yapılan gözlemleri açıklayamadığını göstermesi ve bu nedenle Güneş-merkezli sistemin kesinlikle kabul edilmesi gerektiği yolundaki popüler yayınları [not 4], (2)Tycho Brahe’nin dikkatli gözlemlerini matematiğe dökebilen Kepler’in, gezegenlerin hareket yasalarını ilanı (1610-1630) ve (3) Newton’un göklerdeki ve yeryüzündeki hareketleri birleştirerek “her şeyi açıklayan” (bu arada, Kepler yasalarını masa başında matematiksel sonuçlar olarak doğrulayan) Evrensel Çekim Yasasını ve (Aristo’dan çok farklı olan) hareket kanunlarını ilan etmesi (1687) sayılabilir.
Yer-merkezli Evren görüşünün geniş ölçekli şekilde terk edilmesi için, Rönesans ve Reform hareketlerinin geniş ölçekli başarılar kazanması gerekiştir.
Sonuç
İslamdaki yükseliş döneminin yaratıcıları arasında olan İbni Sina ve benzeri düşünürlerin görüşleri, daha sonraki dönemlerde, kendi ülkelerinde giderek gözden düştü. İslamın, araştırmaktan, öğrenmekten, sorgulamaktan ve merak etmekten korkmayan “filozof-bilimcilerinin” geleneği yerine, bağnaz dinsel görüşlerce ileri sürülen kaderci ve “bilim öğrenmek beyhude bir uğraştır; bu dünyada her şey kararlaştırılmıştır, yapılabilecek bir şey yoktur, bari öbür dünyayı kurtaralım” şeklinde özetlenebilecek umutsuzluk aşılayan görüşler giderek ağırlık kazandı.
Bu görüşlerin, dönemin koşullarının da etkisi ile, giderek yayılması ile, zamanla tüm İslam ülkelerinin Batı karşısında “tutunamaz” duruma geldiğini, bu ülkelerin Batı tarafından sömürgeleştirildiğini ve son örnek olarak da, bu tutumun Osmanlı’nın yıkılışını hazırladığını biliyoruz. Batı’nın, İslam’ın yarı yolda bırakıp terk ettiği araştırma, merak etme ve öğrenme anlayışına ve yaklaşımına sahip çıkarak, kendi düşünürlerinin yollarını daha da genişletip aydınlatarak bugünkü üstün konumlarına erişmiş olması gerçeği düşündürücüdür.
Bu çarpıcı ve ironik durum, yani İslam ülkelerinin geriliğinin temelinde, 13.yy’dan başlayarak terk ettikleri fakat Batı’nın kaparak geliştirdiği merak, öğrenme ve araştırma ruhunun olması, İslam ülkelerince alınacak (fakat ısrarla alınmayan) derslerin neler olduğu konusunda da bize yeni ipuçları vermektedir.
6 Haziran 2012 günü, İbni Sina’nın gözlem koşullarına yakın bir şekilde (Güneş ufuk çizgisine çok yakın bir konumda iken) sabah saatlerinde gerçekleşecek son Venüs Geçişi olayı, umarız bu “bilime karşı” gidişten uyanışın ve bağnaz din anlayışını terk edişin başlangıcı, eski başarıları hatırlama ve nedenleri üzerinde düşünmenin vesilesi olur….
Referanslar
M. Rahmi, “Küçük Felsefe Tarihi”, (sadeleştiren Ö.Tolgay),İnsan Yayınları, 1995, İstanbul.
R. Jackson, “İslamda 50 Önemli İsim” (Fifty Key Figures in Islam), Çev. N.Koltaş, Ayrıntı Yayınları, 2012, Istanbul,
O.Höffe, “Felsefenin Kısa Tarihi”, 2008, Çev. O. N.Aytolu, İnkılapK., İstanbul.
B. R. Goldstein, 1969, “Some Mediveal Reports of Venus and Mercury Transits”, Centaurus, 14, s.49-59.
F.Espenak, 2004, http://eclipse.gsfc.nasa.gov/transit/catalog/VenusCatalog.html
C.Sagan, “Cosmos”, 1980, Random House Inc., New York.
S.G.Nogales, 1980, “How Ibni Sina became Avicenna” UNESCO Courrier, Oct., p. 32-39.
NOTLAR
[1] Antik dönemin 3. önemli bilim merkezi bugünkü Bergama kentimiz idi. Kralların korumasındaki Bergama Kütüphanesi ile İskenderiye Müzesi arasında, yazma eserleri toplama ve kopyalama konusunda sıkı bir yarış vardı. Bu amaçla, Mısırlılar, papirüsün ülke dışına çıkışını yasaklamışlar, Bergamalılar, bugün de “parşömen” (Bergama–işi) olarak bilinen, koyun ve keçi derilerinden daha uygun bir yazma ortamını geliştirerek, “kapaklar arasında parşömenden yapraklar yerleştirmek” şeklindeki “kitap” dönemine giden yolda önemli bir gelişme sağlamışlardı. Ancak, Tarihçiler, “Anadolu Romalıların eline geçtikten sonra, Roma İmparatoru Antonyus ile Tarsus’ta buluşan ve daha sonra evlenen Kleopatra’nın, düğün hediyesi olarak Bergama Kütüphanesi’ni istediği ve buradaki 200 000 civarındaki yazma eseri (MS 30) İskenderiye’ye taşıyarak, bu ‘eser toplama yarışı’nı Mısır lehine sonuçlandırdığını” yazıyor!
[2] Mesela Endülüslü El-Bitruji’ye göre, sadece Ay ve Merkür Güneş-altı bölgededir, Venüs ise Güneş-üstü bir kürede dönmektedir (Goldstein, 1969, s. 52)
[3] İbni Sina bu gözlemini, Güneş’in batmak üzere oluşundan da yararlanarak, çıplak gözle gerçekleştirmiş olabilir. Ancak, Türkçede “İğne Deliği Kamerası” olarak bilinen ”Camera Obscura” veya “Pinhole Camera” o dönemde de bilinen ve kullanılan bir optik cihazdır. Parlak Güneş’in karanlık bir odaya (kutuya) açılacak bir ‘iğne deliği’ yardımı ile Güneş’in görüntüsünün tehlikesizce ve rahat bir şekilde gözlenmesi, o dönemlerde de Güneş lekeleri ve diğer gözlemler için kullanılıyordu. İbni Sina’nın bu yöntemi kullanıp kullanmadığını bilmiyoruz. Ancak, bu tür bir gözlemin 6 Haziran 2012 olayında denenerek bu konuda daha iyi fikir yürütme olanağına kavuşmayı umuyoruz.
[4] Galileo Galilei’nin bu yöndeki en önemli eseri olan ve Yer merkezli dinsel model ile Güneş merkezli Kopernik modellerini karşılaştırdığı “İki Dünya Görüşü Hakkında Dialog” adlı kitabı, 400 yıl sonra, Türkçeye de kazandırıldı (T.İş Bnk. Yayınları, 2009, Çeviri: Reşit Aşçıoğlu).