Hukuk Devleti Kıskacında Yiten Adalet
cumhuriyet.com.trBeccaria, 1764 yılında yazdığı eserinde açık bir tehlikeyi tanımlar ve şöyle der: “Eğer bir kral buyurtularla yargıçlara (ve savcılara) görkemli ve şatafatlı bir yaşamla birlikte, vazgeçilmez törenleri ve katı yöntemleri cömertçe tanıdığı halde; baskı gördüğüne inanan bir kimsenin, ister haklı ister haksız olsun yasal yakınma ve karşı çıkma haklarına izin vermezse, yurttaşlarını yasalardan çok yargıçlardan ve savcılardan korkmaya sürükler ve alıştırır. O zaman yargıçlar ve savcılar, bireysel ve kamusal güvenliğin kazandırdıkları sonuçtan çok, bu korkudan yararlandıkları için, söz konusu güvenlik kolayca çöker.”
Egemenliğin demokratik yöntem ve araçlarla kullanıldığı 21. yüzyılın modern anayasal devletinde, bu tehlikeli olasılığın ortadan kalkmış olduğu söylenebilir mi? Ülkemiz gündemini oluşturan, özellikle Silivri Cezaevi’nde devam eden Ergenekon davası yargılamaları, Mısır Çarşısı davası kapsamında üç kez beraat kararı verilmiş olmasına karşın Pınar Selek hakkında verilen ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası, yaygın ve sistematik uygulamalarla gözaltına alınanlara ilişkin yargılamalar, Fazıl Say, parasız eğitim isteyen öğrenciler, Hopa’da Metin Lokumcu’nun öldürülmesini protesto eden kişiler hakkında açılmış davalar ve süren yargılamalar, bu tehlikeli olasılığın gerçekliğe dönüşmekte olduğunun örnekleri değil midir?
Hukuk iktidarı örgütler
Öğreti ve pratiğin temel kuramlarına göre modern anayasal devlette, devlet organlarını ve erklerini belirleyen, onların birbirinden farklılaşmasını sağlayan hukuktur. İktidar hukukla, hukuka başvurarak örgütlenir. Server Tanilli’nin deyimiyle “Hukuk; bir yandan iktidarı örgütler, kurumlaştırır, yönetilenler gözünde meşru da göstermeye yarar.” Dolayısıyla modern anayasal devlette iktidar, hukuku ve hukuk uygulamasından doğan yargı işlevini belirle(ye)mez ve denetle(ye)mez. Tam tersine, iktidarın işlevleri hukuk tarafından belirlenir ve denetlenir. Bu ilke, politikanın hukuku “çelik ağların arasına alma” girişimlerine karşı şeffaf, meşru bir koruma zırhı oluşturma anlamı taşır ve demokrasi açısından bir gerekliliği vurgular. Zira bu gereklilik, iktidarın hem yürürlükteki pozitif hukuka uygun olma ölçüsünde kanuniliğini hem de toplumda belli bir zamanda yaygın olarak kabul gören “evrensel normlara” uygun yönetim biçimi olma ölçüsünde “meşruluğunu” sağlar. Biri hukuksal (kanunsallık), diğeri sosyolojik (meşruiyet) olan iki koşulun bir arada gerçekleşmesine olanak yaratır. F. Pollock, iktidar açısından hukukun bu oluşturucu/kurucu ve sürdürücü özelliğini “Vücut için kemikler neyse, siyasal kurumlar için de hukukun önemi odur” şeklinde tanımlar. Pollock hukukun siyasal, ekonomi-politik özelliğini açıklarken de “Hukuk, bir bakıma toplumun egemen ideolojisini hem yansıtır hem de bekçiliğini yapar. Birey, grup ve sınıflararası ekonomik, sosyal ve siyasal çıkar çatışmalarının bir sonucu, daha doğrusu geçici dengesidir” der. Bu gerçeklik karşısında şu soruları sormak kaçınılmaz değil midir? Hukuk böylesine önemli bir denge ise, bu denge (Deniz Feneri yargılamalarında olduğu gibi) iktidar eliyle bir kısım bireyler, gruplar veya sınıfların lehine veya aleyhine bozulursa ne olacaktır? Ya da “ekonomik ilişkilerin yansıdığı bir iradeler ilişkisi olan hukuksal ilişkide” bu iradelerden biri sürekli belirleyici olmak istiyor ve bunu gerçekleştiriyorsa, nasıl bir sonuç ortaya çıkacaktır?
Bu durumda modern anayasal devletin bir “hukuk devleti” kavramıyla birlikte gelişmiş olduğu, bu yapısıyla da söz konusu “olası tehlikelere karşı” kimi koruyucu güvence ve mekanizmalar geliştirdiği öne sürülebilir. Hukuk devletinin “hukuk güvenliğini” sağlayıcı bu ¦mekanizmaları işletilmez, ihlal edilir ve hukuk/ yasalar iktidar tarafından politik amaçlarla araçsallaştırılırsa, bu koşullarda hukuk devletinin değil “kanun devletinin” varlığı söz konusu olacaktır. İki kavramın tanımladığı koşul ve ilkelerdeki büyük ve esaslı farklara karşın, pratikte bu kavramlar yanlış ve tehlikeli bir şekilde, benzer anlamları ifade etmek üzere kullanılıyor.
Oysa kanun devleti “her şekil ve koşulda, ne pahasına olursa olsun kanunu mutlak gören ve yalnızca kanuna uygunluk”tan ibaret bir hukuk anlayışı ve uygulamasının hâkim olduğu bir yapıyı tanımlar. Kanun devletinde usulüne göre kabul edilmiş ve yayımlanmış bir kanun, pozitif hukukun kapsamına girer girmez geçerli olur. Kanun düzenlemelerinin “adaletin gereği olup olmadığı” bu geçerliliği etkilemez, başka deyişle kanun düzenlemesi ile ahlak arasında zorunlu bir bağ olması aranmaz. Dolayısıyla hukukun, düzen ve sosyal ihtiyaçları karşılama gibi toplumsal işlevlerinin yanı sıra adalet değerini gerçekleştirmek gibi kültürel temel bir işlevi olduğu gözetilmez, hatta bütünüyle unutulur.
Ülkemizde, toplumsal adalet bilincini ve algısını parçalayan bir süreç yaşanıyor; bağımsızlığı tartışılır hale getirilen mahkemelerde yürüyen yargılamaların çoğunda kanun devleti/hukuk devleti kıskacında hukukun üstünlüğü yok sayılıyor ve adalet yitiriliyor. Beccaria, yüzyıllar öncesinden günümüze seslenmeye devam ediyor.
* Dr. Neval Oğan BALKIZ Hukukçu/Akademisyen