Hıfzı Topuz Nâzım'ı anlatıyor / 1
Yaşamını sürgünler, cezaevleri, yasaklar, sansürlerle geçirip çok sevdiği Anadolu'ya Rusya'da veda eden büyük ustayı, ölümünün 46. yılında gazeteci yazar Hıfzı Topuz'un tanıklığıyla anıyoruz. Çocukluğunda gıyaben tanıyarak hayran olduğu Nâzım Hikmet ile tanışarak yaşamının bir bölümüne tanıklık eden Topuz, bugüne değin gün yüzüne çıkmayan anılar ve ayrıntıları aktardı. Topuz, Paris'te tanıştığı Nâzım Hikmet'in dünyanın bir çok ülkesinde nasıl hayranları bulunduğuna da tanıklık ediyor. Topuz, Fidel Castro'dan, Orhan Kemal'e uzanan ilişkileri anlattı.
Tolga YenigünÖlümünden 46 yıl sonra, gazeteci yazar Hıfzı Topuz, usta şair Nâzım Hikmet’e ilişkin anılarını anlattı. Nâzım Hikmet’i kendisini bildi bileli tanıdığını kaydeden Hıfzı Topuz, “Nâzım’ın şiirlerini evde abim Muzaffer Topuz okurdu. Ben Galatasaray ilkokuluna gittiğim zaman okulun kütüphanesinde onun şiirlerini bulmuştum; o zaman ilkokul kütüphanelerinde bile vardı Nâzım. Onları okudum. Sonra piyesleri oynuyordu, ‘Unutulan Adam’ı seyrediyordu kardeşlerim, gelip anlatıyorlardı. Böyle bir hayranlığım vardı Nâzım’a” diyor. Nâzım’ın kendisi için bir idol olduğunu söyleyen Topuz, “Ben kendimi bildim bileli Nâzım’a büyük bir hayranlığım vardı. Tanıdıktan sonra da o hayranlığım büsbütün arttı” diye konuştu. Şairin mezar yeri tartışmalarına ilişkin Topuz, “Mezarı getirtilsin mi, diye sorarsanız vallahi ben getirtilmesinden yana değilim. Korkuyorum burada yobazlar, şeriatçılar, gericiler taşlarlar diye. Yazık olur; orada rahat rahat anıt gibi duruyor. Burada o anıtı muhafaza edemeyeceğimizi düşünüyorum. Onun için orada yatsın daha iyi. Orada bir anıt o, burada o anıt yıkılır. Bir çınar ağacının altında mezarı olsun istemem yani bir anıt olsun. Nerede olursa olsun bir anıt olsun. Yani burada o anıt kalmaz. Onun için orada anıt olarak kalması daha iyi. Ben onun kemiklerinin nerede olacağına o kadar bağlı değilim. Onun yarattığı bir imaj var Nâzım’ın bir adı var, düşünceleri var, onlar yıkılmaz. Nâzım’ın yarattığı şey kemikleri değil eserleridir’’ dedi. Hıfzı Topuz, Nâzım’ın Türk vatandaşlığına alınmasının iyi bir şey olduğunu kaydederek ‘‘Ama bu vatandaşlığa alınması, rejimin Nâzım’a sıcak bakmasından mı geliyor, yoksa politik endişelerden mi, Nâzım’ı seven insanları kazanma endişesinden mi geliyor, o açıdan düşünmek lazım. Yani Nâzım’ın düşüncelerine yöneticiler inandıkları için mi; yoksa daha liberal bir anlayışta olduklarını göstermek için mi böyle davranıyorlar? Bence ikinci olasılık daha kuvvetli’’ şeklinde konuştu.
Nâzım konuşulurdu
Sonra Nâzım’ın hapse girdiğini ve ondan haber alamadıklarını söyleyen Topuz, o günleri şöyle anlatıyor: ‘‘Sonra ben gazeteciliğe başladığım zaman Akşam’da Vâlâ Nurettin ile beraber çalıştık. Vâlâ Nurettin, Nâzım’ın çok yakın arkadaşıydı. Beraber Moskova’ya gitmişlerdi ve orada üniversiteyi beraber okumuşlardı. Moskova’dan döndükten sonra da dostlukları devam etmişti, yakın arkadaş olduklarını biliyordum. Biz o zaman ilerici olan gençler, muhabirler Vâlâ’nın evinde bazı akşamlar toplanırdık. Vâlâ bizi yemeğe çağırırdı. Vâlâ’nın karısı Müzeyyen Hanım da Nâzım hayranıydı. Toplandığımızda Nâzım konuşulurdu. Ve zaman zaman Bursa Cezaevi’ne Nâzım’ı görmeye giden Vâlâ ile Müzeyyen, evlerinde hapishane ziyaretlerinden sonra bize Nâzım’ın yeni şiirlerini okurlardı. ‘Aman’ derdi Vâlâ ‘Sakın bunları kimseye göstermeyin’, ‘Ya ben not edeyim bunları’ derdim. Vâlâ ‘Aman ne olur Hıfzı, başımıza bir iş gelir. Hapishaneden yine propaganda yapıyorlar falan derler’ diye karşı çıkardı. Toplantılar böyle gayet şenlikli geçerdi. Kimler olurdu toplantılarda? Ben Vâlâ’nın evinde kimleri görürdüm? Ruhi Su gelirdi, bazen Mehmet Ali Aybar gelirdi, bazen Şevket Süreyya, o takımın ahbapları gelirdi. Derken Nâzım hapishaneden kurtulmak için açlık grevine girdi. O zaman da Vâlâ’lar müthiş telaştaydılar, bu çocuk ölecek diye. O heyecanı yaşadım her zaman, imzalar toplandı falan. Sonra Nâzım hapishaneden çıktı, Vâlâ’ların evinde kaldı. O zaman Vâlâ’yı göremedim; Vâlâ’nın ödü patlardı. Eve kimse gelmesin, ev basılır ve olay çıkar, evinde toplantı yapıyor derler diye ödü patlardı. Sonra Nâzım bir eve taşındı. Eve taşındığı zaman yine ben Nâzım’ı hiç görmedim. Vâlâ’dan haberlerini alırdım.
‘Vatan haini kaçtı dediler’
Bir sabah gazeteye geldim, Cumhuriyet’te ufak bir haber vardı. ‘Nâzım kaçtı’ diye. Bükreş radyosu bildirmiş galiba Nâzım’ın kaçtığını; onun üzerine hemen Vâlâ’ya telefon ettim ‘haberin var mı’ dedim. ‘Hayır bilmiyorum, ben de gazetede gördüm’ dedi. Hakikaten haberi yoktu, Nâzım kaçacağını Vâlâ’ya anlatmış olamazdı. Ben Münevver’i merak ediyordum, bana telefon numarasını verdi. Telefonla aradım Münevver’i, cevap vermedi. Ben hemen sabah çıktım gazeteden Münevver’in Kadıköy’deki evine gittim. Kapıyı Münevver açtı, sanırım evde başka kimse yoktu. Gözleri kan çanağına dönmüş bir kadın ‘Benim de hiç haberim yoktu, Ankara’ya gitti zannediyordum. Ben de yeni öğrendim’ dedi. Zaten Münevver konuşacak halde de değildi. Olayı telefonla gazeteye bildirdim. O gün gazeteye haber yetişti. O zaman basının durumu belli, hepsi haberi ‘Vatan haini Nâzım kaçtı’ diye verdiler. Yani bütün gazeteler Nâzım’ı vatan haini olarak gösteriyordu. Zaten ilerici gazete de yoktu o yıllarda. Daha evvelden de Tan gazetesi yıkılmıştı. O yıllardı.. Ondan sonra Nâzım’ın Moskova’ya gittiğini öğrendik. Aşağı yukarı bütün gazetelerde sürekli hakaret dolu yazılar çıktı. Sonra ben 1952’de Paris’e gittim ve orada 1 sene kaldım. Nâzım o yıllarda Moskova’daydı, onunla hiç temasım olmadı. 1959’da UNESCO’ya girdim ve Paris’te göreve başladım.
‘O bir efsane.. bilmeyen yok’
Topuz’un Paris yılları ve Nâzım ile ilk tanışmasının hikâyesi ise şöyle: “Paris’te çalışmaya dediğim gibi 1959’da başladım. Nâzım gelip gidiyordu zaman zaman ama benim hiç haberim olmuyordu. Onun arkadaşı Abidin Dino’dur. Ondan yaklaşık 10 yaş büyük Nâzım, ama Abidin çok sevdiği bir arkadaşıydı. Abidin bana ‘Nâzım geldi gitti. Ahh! O kadar meşguldü ki, seni tanıştırmak isterdim ama bir türlü fırsat olmadı. Bir dahaki sefere artık’ diyor. Bir daha- ki seferi ben sık sık soruyorum tabii ki, hatırlatıyorum Abidin’e. Günün birinde Abidin ‘Nâzım geldi, yarın buluşacağız. Ona senden bahsettim. Seni de tanımak istiyor, beraber olalım diyor. Paris’te St. Germain’de pres metrosu vardır. Onun arkasında Jacob Sokağı’nda bir otelde kalacak, saat 2’de buraya gel’ diyor. Saate bakıyorum, kalkıp gidiyorum. Ben heyecanla bekliyorum. Bir de bakıyorum ki, Nâzım çakı gibi bir adam. Uzun boylu, yakışıklı, çok temiz giyinmiş. Ve ben çok duygulanıyorum tabii ki, İstanbul’dan bahsediyoruz. Bana dostlarını soruyor, ben de ona kendi izlenimlerimi anlatıyorum. UNESCO’da çalıştığımı söyleyince, Nâzım, ‘UNESCO’yu görmek isterim’ diyor. ‘Yarın gelin’ diyorum, Nâzım ‘hay hay’ diyor. Abidin izin veriyor Nâzım’ın oraya buraya gitmesine, onun heyecanlanmasından korkuyor Abidin. Kalp sıkıntıları var, merdiven çıkmaması lazım, yorulmaması lazım, içki içmemesi lazım. Onun için böyle Abidin’in denetimi altında oluyor geldiği zaman.
Buluşmalarımız arttı
Abidin ‘Git tabii ki’ diyor. Ben de ertesi gün bekliyorum, UNESCO büyük merkezde resepsiyona arkadaşımın geleceğini haber veriyorum. Kapıdan telefon ediyorlar ‘Arkadaşınız Nâzım geldi’ diyorlar. O zamanlar 4. katta çalışıyorum, hemen aşağı iniyorum. Ben inene kadar bir bakıyorum kızlar Nâzım’ın etrafını sarmışlar imza alıyorlar. Biliyor herkes Nâzım’ı, o bir efsane bilmeyen yok. Ve Nâzım da çok mutlu oluyor kendisiyle konuşulup da resim çektirilince, kitap imzalatmaya kalkanlar olunca. Ondan sonra alıp odama götürüyorum onu, konuşuyoruz, UNESCO’yu gezdiriyorum. Orada bildiği tüm insanların tabloları var, resimleri var. Onları görmekten çok zevk alıyor. Bu tanışmadan sonra Nâzım ile her gelişinden sonra sık sık buluşmaya başlıyoruz.
Başıma iş açtın
Buluşmalarımızdan bir gün; resimde görüldüğü gibi Avni Arbaş, karısı Henriette, ben, benim karım Nezihe, Nâzım da Vera ile beraber gelmişti. Bir Türk lokantası yok o zamanlar Paris’te, şimdi belki 80 tane var. ‘Ben seni Türk yemeği yiyebileceğimiz bir yere götüreyim’ diyorum Nâzım’a, Abidin gelmiyor. Kafkas lokantası var Paris’te, Panteon’un yakınlarında Cok d’or lokantası. Orası Beyaz Rusların, Rusya’dan kaçanların işlettiği bir lokanta, Rus müzikleri var. Şiş kebap, Türk yemekleri de var. Nâzım garsonlarla Rusça konuşuyor. Rusça konuşunca Nâzım’ı Rus zannediyorlar. Müthiş bir iltifat Nâzım’a, Avni de bir iki kelime Rusça öğrenmiş onları söylüyor. Ooo! diyorlar herhalde bunlar Beyaz Ruslardan, herhalde soylu insanlar diye düşünüyorlar. Derken bir çigan orkestrası çalmaya başlıyor, geliyor, Nâzım’ın kulağının dibinde kemanlar çalmaya başlıyor. Nâzım sıkılıyor, bana dönüyor ‘Yapılır mı bu? Bana öyle bir kazık attın ki, ben zaten bunlardan kaçtım, burada yeniden bunlara yakalandım’ diyor. Ve patron geliyor ‘Siz kimliğinizi söylemiyorsunuz ama biz sizin kim olduğunuzu biliyoruz, herhalde siz Grand Dük’ün yakınlarındansınız. İsmini açıklamıyorsunuz ama şimdi dük bilmem kim gelecek. Sizi burada görünce çok sevinecek. Onun için sizi tanıştırmak isterim onlarla’ diyor. Nâzım da bana ‘Hay Allah, başıma iş açtın’ diyor. Neyse orada yemek yiyoruz ‘kalk kalk’ diyor Nâzım. Yemekten sonra kalkıyoruz Marne kıyılarında başka bir lokantaya gidiyoruz. Orada bereket Nâzım’ı tanıyan yok, Ruslar da yok. Yani o gösterdiğim resmin geçtiği gece çok güzel geçti.”
Oğlum ben senin amcanım
Hıfzı Topuz Paris’te geçen bir hikâyeyi anlatıyor: ‘‘Nâzım’ın Paris’e gelişlerinin birinde ona oğlumu tanıttım. Oğlum o zamanlar 5-6 yaşındaydı. Oğlumda Nâzım’ın bir plağı vardı, o zaman onu dinlemişti. ‘Kerem Gibi’yi söylüyordu Nâzım, oğlumun da adı Kerem; ondan dolayı müthiş bir hayranlığı vardı ona. Ama Türkçesi de gayet kötüydü Kerem’in, Fransa’da okuyordu. Tanıttım Nâzım’ı ‘Bonjour Mösyö’ dedi Kerem, Nâzım da ‘Oğlum ben mösyö falan değilim, ben senin amcanım’ dedi. Oğlumu da çok duygulandırdı tabii ki bu hikâye.”