‘Her sözünün başı ölüm’

İstanbul şehrinde nerede küçük bir açıklık görürsen orası, iş bekliyenlerle dolu. İstanbul ağzına kadar, iş beklemenin kederinde, iş bulmuşun sevincinde insanlarla dolu.

cumhuriyet.com.tr

Taksim Alanı, Çemberlitaşın dibindeki yer, Nuruosmaniye Camiinin avlusu, Mecidiyeköyün alanı, Levent, Kadıköy, Kuştepe, Esentepe, Gültepe, Yandımtepe, yüzlerce tepe, boş yerler, sabahçı kahveleri, mahalle arasındaki gurbetçi kahveleri insanlarla, iş bekliyenlerle dolu. İstanbul şehrinde nerede küçük bir açıklık görürsen orası, iş bekliyenlerle dolu. İstanbul ağzına kadar, iş beklemenin kederinde, iş bulmuşun sevincinde insanlarla dolu. Yani gurbetçilerle, gurbet kuşlariyle dolu. Yurdundan yuvasından, ana toprağının kıracından ayrılmışlarla dolu. Memnunlar, memnun olmıyanlarla dolu. Kimisinin dumanı başından tütüyor hasretten. Kimisi, çok şükür kurtulduk, diyor. Kimisi, yağmurdan kaçarken doluya tutulduk, diyor...

 

Hürriyet Tepesi’nde bir göz ev...

Köylerden şehre akının bir tek sebebi yok. Türlü türlüsü var. Çoğunluk tabii sosyal sebepten gelmiş. Bazısı da, kişisel yönden. Bunlardan ikisini size anlatayım:

Beş kişiydiler. Ellerinde çekiçleri, taşları kırıp, kaldırım döşüyorlardı. Sağ başta çalışan adamın yanında 7-8 yaşlarında bir kız çocuğu duruyordu. Bir hafta her gün oradan birkaç kere geldim geçtim. Yolumun üstüydü de ondan. Kız çocuğu hep orada, o adamın yanında dikilmiş duruyor, adamın ellerine bakıyordu. Karda, kışta, kıyamette kız çocuğunun işi ne? Belki anası yoktur. Belki de evleri yok.

Adama yaklaştım. Konuştuk. Ahpaplığımız ilerledi. Beni evine götürdü. Hürriyet Tepesinde bir gözcük, tahtalardan yapılmış bir gecekondu. Karısını tanıdım. Ellisinde ya, doksanında gösteriyor. Adamın adı Ömer Budaklı. Çorum köylüklerinden.

Budaklı. Çorum köylüklerinden.

“- Sen de mi tarlasızlıktan, geçim darlığından düştün gurbete?”

Güldü:

“- Herkes öyle ama, ben değil.”

“- Neden sen değil?”

“-Benim memlekette üç yüz dönüm tarlam var. Üstelik de sulak. Her dönümü bir kan öder. İneklerim, atlarım da vardı. Rahatım da yerindeydi. Bana da köyde Budaklı Ömer Ağa derlerdi. Bir de damım vardı. Allah seni inandırsın tam dört göz, beş pencereli. Bir de kavaklığım vardı. Bizim memleket gurbetçi memleketi. Bizim köyden çokluk çalışmağa, memleketin her yanına giderler. Adanadan tut da İstanbula kadar. Ama bizim sülâle, ne babam, ne de babamın babası köyden dışarı bir adım atmamış. Ben de atmazdım ya... Geldim buraya, şuna bak, ev mi bu? Ben köyde böyle yere bizim eşeği bile sokmazdım. Köyün telli kavakları gözümün önünden gitmiyor. Köyüm burnuma burcu burcu tütüyor. Hasretlikten ölmüşüm. Ama köye bir daha geri gidemem. Aaaah kardaş, çaresiz, bu derdin dermanı yok, gidemem.” “- Nedir bu büyük derdin? Adam mı öldürdün? Kan davası mı?” “- Söyliyemem.. Söylersem gülersin. Herkes de güldü. Bizim memleket gurbetçi memleketi. Avradına darılır gurbete çıkar da kimse gülmez. Ben gurbete çıkarım da herkes güler.”

Beş kişiydiler. Ellerinde çekiçleri, taşları kırıp, kaldırım döşüyorlardı. Sağ başta çalışan adamın yanında 7-8 yaşlarında bir kız çocuğu duruyordu. Bir hafta her gün oradan birkaç kere geldim geçtim. Yolumun üstüydü de ondan. Kız çocuğu hep orada, o adamın yanında dikilmiş duruyor, adamın ellerine bakıyordu.

 

‘Gülsünler’...

Karısı söze karıştı. Hınçla:

“- Gülsünler,” dedi. “Gülecek ne varmış ki... Açık bir yerimizi mi görmüşler ki gülüyorlar. Oh olsun düşmanlara, gözü yemezlere, gülsünler. Onlar gelir burada aç kalırlar. Kira verirler. sen ayda üç yüz lira kazanırsın ağa gibi, bir de evin var paşa gibi, gülsünler varsınlar. Onlar gelirler aç aç sürünürler, para kazanamadan arkalarına baka baka geri giderler de, avratları da aç kalır... Gülsünler. Deli desinler de sana gülsünler. Allah gül kızımı bana bağışladı ya, gülsünler. Söyle efendi kardaşa da, bakalım güler mi?”

Ömer Budaklı başladı anlatmağa. Çabuk çabuk, sözlerin yarısını yutarak, heyecanlanarak söylüyor:

“- Bak kardaş, hiç gülme benim üstüme. Allahını seversen bana deli deme. Herkes deli dedi de.. Bak kardaş, benim işim çok ibretli bir iş. Başına gelmiyen bilmez..”

Karısı sabırsız:

“- Ne uzatıp durursun. Söyle kardaşa kı, bak bakalım gülecek mi? Akıllı adam bizim başımıza gelene, güler mi?”

“- Kardaşım,” dedi, “uzun sözün kısası, ben evleneli otuz yıl olur. Otuz yıldır ne kadar çocuğum doğduysa öldü. On bir, on iki çocuğum doğdu doğdu öldü.” Kızı gösterdi: “İşte bu kız doğunca, avrada dedim ki, haydi avrat, dedim, biz de gurbete gidelim. Bize çocuk vermiyen bu yurdu neyliyelim. Varalım gidelim, belki şu kızcağızı kurtarırız. İşte yedisine geldi. Çok şükür kurtuldu. Tosun gibi... Köyde üç yüz dönüm tarlam yatar, işte bu sebepten köye gidemem. Gidemem kardaş, gidemem..”

Kadın öfkeyle:

“- Gitmemizin de bir gerekliği yok. İstanbul iyi,” dedi. “Bana kızımı veren, evliyası güzel İstanbul. Doktoru güzel İstanbul!”

Adam boynunu büktü:

“- Gidemem kardaş, gidemem.” dedi.

İstanbul gurbetçilerle, gurbet kuşlariyle dolu. Yurdundan yuvasından, ana toprağının kıracından ayrılmışlarla dolu. Memnunlar, memnun olmıyanlarla dolu. Kimisinin dumanı başından tütüyor hasretten. Kimisi, çok şükür kurtulduk, diyor. Kimisi, yağmurdan kaçarken doluya tutulduk, diyor..

***

Yaş yetmişten yukarı. Memleket Eğin. Köyü çok kayalık. Doğduğundan bu yana gurbetçi. Türlü mesleği var. Sarraçlıktan tut da hallaçlığa kadar. Şimdi hallaçlık yapıyor. Canı sıkılınca da soba tamir eder, ayakkabı boyarmış. İşin kötüsü olmaz, diyor. İşin kötüsü, çalışmamak, diyor. Türkiyede hiç bir il komamış gezmedik.

“- Neden bir yere yerleşip de mekân tutmadın amca,” diye sordum. “Bak elinde bunca hünerin var.”

Başını kaldırdı, ak sakalı ışıladı. Gözlerinin kirpikleri de beyazdı. Gözleri kırışık içindeydi. Yukardan güldü:

“- Cümle mahlükatın mekânı var, kurdun mekânı olmaz oğul,” dedi. Gözlerime delercesine gözlerini dikti. “- Olmaz amca,” dedim. “- İşte bu yüzden..” dedi. İri, çok uzun boyluydu. Beli azıcık bükülmüştü.

“- Ben hiç bir zaman mekân tutamam. Bir ay sonra da.. ver elini.. gene gurbet. Gurbeteldir bizim vatanımız.”

Bir hoş ihtiyar bu. Bir hafta on gün, bunun ilden il’e dolaşışının sebebini bulayım, dedim. Bir türlü çözemedim. Adı Osman Uzunyatmaz. Kendi kendine taktığı adı, mekânsız.

Ahpaplığı ilerlettikçe, sözü derinleştirdikçe, adam usul usul kendini vermeğe başladı.

 

‘Gurbet batsın’

Bir gün birdenbire :

“- Ben gurbeti sevmem,” dedi. “Gurbet batsın. Yerin dibine batsın gurbetel. Beni kocaltan gurbet. Gurbet olmasa ben daha onbeşinde gibi olurdum. Bir gurbet batsın, bir de .. bir de ölüm..”

Ölümden müthiş korkuyordu. Her işinin, sözünün başı ölümdü. Durup durup en olmıyacak bir yerde, ölümden söz açıyor: “Demek hep öleceğiz. Hiç birimiz, hiç birimiz kalmıyacak. Yüz yıl sonra şu yaşıyanlardan hiç birisi kalmıyacak. Vay anam vay! Hiç hiç bir mahlükat kalmıyacak. Yok olacak. Dayanılır mı?” diyordu.

Osman Uzunyatmazın derdini sezinler gibi olmuştum. Azıcık çözer gibi.

Bir sabah eve damladı; gülerek:

“- Mekânsız Osman gidiyor,” dedi. “Sağlıcakla kal. Kimbilir nerede kalır ölümüz!”

Güneye, Urfa’ya gidiyorlardı. Onları Haydarpaşadan uğurladım. Karısı küçücük, tatlı tatlı bakan, buruşuk, tertemiz, hep “kurban olayım” diyen, bir yaşlıydı. Gülerken, arada da bir öfkeleniyordu.

Biz Uzunyatmazla konuşurken, (gene ölüm-kalım konuşuyorduk) sözümüzü kesti:

“- Oğul, bu adam deli,” dedi. “Bu ölümden, Ezrailden kaçar. Sanki Urfada ölüm onu bulamıyacakmış gibi. Vallahi, bu delinin aklındaki, yaşlandı yaşlanalı, hep bu.. Kaçar kaçar kaçar.. Sanki kaçınca onu ölüm bulamıyacakmış gibi. Kaçsın bakalım. Güldüğüne bakma. Vallahi ölümden kaçıyor. Deli bu.”

Anadolu Ekspresine bindirdiğimde Osman Uzunyatmazın yüzü sevinç içindeydi. Gülüyordu.

Kimbilir daha kaç gün gülecek? Sonra, sonra Urfada ölüm korkusuna düşüp, gene böyle gülerek başka bir şehire göç edecekti.

 

15 ŞUBAT 1960

(Yaşar Kemal, Röportaj Yazarlığında 60 Yıl, Yapı Kredi Yayınları)

NOT: Yazının aslına uygun kalındığından yazım yanlışları vardır.