Her şey çirkinleşiyordu, güzel bile

"Biutiful", can yakan ve can alan sisteme, olanca ateşi ve gerçeğin pervasız diliyle sitem eden, ardı ardına yenilen yumruklar kadar etkili, başkalarına dair acıların peşinden sürükleyecek denli, istekli bir film. Yürek burkan sessiz bir öfke bu, üstelik tüm çığlıklara karşın dalga sesi kadar yalın... İstanbul, Ankara ve İzmir'de 20 kopyayla gösterime giren Biutiful'u sakın kaçırmayın.

cumhuriyet.com.tr

“Paramparça Aşklar Köpekler”, “21 Gram”, “Babil”… Kesişmeler ve sert gerçekler üzerine şiir gibi filmler çeken Alejandro González Iñárritu, dördüncü filmi Biutiful’da yozlaşan, faşistleşen ve elbette zenginleşen Avrupa’ya, göçmen sorunu üzerinden deyim yerindeyse giydiriyor. Biutiful, onun en politik ve dramatik filmi, kesinlikle. Bunun adı başyapıt. Dünyamız ve öteki âlem arasında mekik dokuyan, incelikli ve derinlikli senaryo, Iñárritu ile Armando Bo ve Nicholas Giacobone’ye ait. Iñárritu’nun, sıkı dostları, ünlü ve yetenekli ikili Alfonso Cuaron ve Guillermo del Toro da, filme destek atıyorlar. Görüntü yönetmeni Rodrigo Prieto, müthiş bir iş çıkartıyor. Gelelim oyuncu kadrosuna, öncelikle başroldeki Javier Bardem, resmen karakteri Uxbal’a dönüşüyor. Bıçak sırtı bir rol ve kalburüstü bir aktör, hayli yakışmışlar. Ancak beni asıl şaşırtan Maricel Álvarez oldu. Uxbal’ın eski karısı, yarı deli Marambra rolündeki, Álvarez, ilk oyunculuk deneyiminde adeta büyülüyor. Bu kadın, hem çirkin, hem seksi, tam bir kabiliyet abidesi, gerçekten harika... Unutmadan, Biutiful, en iyi aktör ve yabancı dalda en iyi film olmak üzere iki dalda Oscar için yarışacak.
 
Bir adam düşünün, ömrünün son demlerinde, hasta, ağır hasta, kan işiyor, can çekişiyor. O, ecinnilere karışmış, elleri, her iki yakada, ölüleri uğurluyor, gitmek istemeyenleri ikna ediyor. Bela bir iş. Şimdi gitme sırası Uxbal’da, lakin son vedadan önce iki yavrusunu güvence altına almak istiyor. Çünkü ölmek kolay, yaşamak zor, çok daha zor. Göçmenlerden komisyon alıyor kahramanımız, gurbet ellerde kaçak hayatı yaşayanlar ile polis arasındaki tampon o, rüşvet ile dönüyor bu çark. Çinli kaçaklar, lüks tüketim malzemelerinin sahtesini yapıyor, Afrika kökenli kaçaklar, bu çakmaları, sokakta satıyor. Uxbal, öte yandan mültecilerin, inşaat sektörüne geçişini sağlıyor, Afrikalıların, uyuşturucu işine girmemesi için mücadele ediyor. Suçluluk duygusunu da yükleri arasına katarak, pis işleri sırtlıyor, para biriktiriyor, salt yavruları için. Duyarsız ve paragöz ağabeyine ve onunla yatacak kadar düşkünleşen karısına rağmen, ayakta kalmalı. O, biliyor ki, zaman akıyor, hayat sürüyor. Babasız büyümüş Uxbal, belki de sırf bu yüzden, mesele baba olmak ise tavizsiz. Sadık, bağışlayıcı, fedakâr, vefakâr ve cefakâr…  
 
Ve Barselona… Rüya gibi bir şehir görüyor, turist dediğin, peki, ya göçmen gözüyle nasıldır, anlı şanlı, cazibe merkezi bu Katalan başkenti? Şatafatın ötesinde, ara ve arka sokaklar var, bir de tekinsiz geceler. Et pazarı, can pazarı, kirli, kipkirli ve iliğine dek yoksul. Evet, resmen bir Samuel Eto’o’lu Barça sağlam, geriye kalan her şey paramparça. Meksikalı Iñárritu, adeta meşhur sömürgeci İspanya’ya, beyazperdede savaş açmış gibi, ama nefret değil bu, tam tekmil bir gerçek. Bu film, mutlak bir hakikat içeriyor. Kapanmayan yaralar, insanlık onuru, lanet yalnızlığımız, ekmek parası, hayat mücadelesi, aşağılanma, bilcümle sızılar ve kahreden acılar. Ölüm, fakirlerin ölümü, vicdanın ölümü… Semiren ihtiyaçlar, üşüyen ruhlar. Her şey var, her şey… Cayır cayır bir aksiyon ile değil, akıcılık ile hiç değil, ağır ağır ilerliyor, dura dura vuruyor, sarıyor, sarsıyor. Uxbal bize, sorumlu olduğumuzu hatırlatıyor. Ne demişti Che; “ Dünyanın neresinde olursa olsun, birisinin suratına haksız yere atılan tokadı, kendi suratında hissetmeyen kişinin insanlığından şüphe ederim.” Özetle; bu film, insanlığa davettir.