'Hayata karşı vermediğim hiçbir hesap yok!'
Edebiyatımızın ve düşünce dünyamızın öncü kalemlerinden Ahmet Cemal'in, 2012 Sedat Simavi Edebiyat Ödülü'ne değer görülen deneme kitabı Lanetlenmiş Ağustosböcekleri okurlarla buluştu.
cumhuriyet.com.trUsta yazar yeni denemelerini topladığı kitabı, edebiyattan sinemaya, tiyatrodan resme, çeviri uğraşından politikanın sanata etkisine dek uzanan yazılardan oluşuyor. Öte yandan bütünde yazarlığının, o sadece yazarak gerçek anlamda varolabildiğini ifade ettiği adanmışlığın ve hayatının kodlarına çağrılı bir metin de söz konusu. Yapıt, 'sanatı paranın, maviyi karanın üzerine çıkaran', o daha çok özlenecek, İlhan Abinin (Selçuk) deyişiyle 'omurgalı yazarlara' bir saygı duruşu. Ahmet Cemal'le Lanetlenmiş Ağustosböcekleri üzerine söyleştik.
Kurumuş gırtlaklardan bir çığlıktır yükseldi, bir müzik de diyebilirim buna, vahşi bir şarkı, tepeden aşağı, yolun üzerinden denize doğru yuvarlandı. Olduğumuz yerde kalakaldık ve korkuyla birbirimize baktık. Çünkü ağustosböcekleri de bir zamanlar insandı. Hep şarkı söyleyebilmek için yemeye, içmeye ve sevmeye son verdiler. Şarkılara kaçışları sırasında gittikçe daha kuruyup küçüldüler; şimdi ise özlemleriyle yitik, özlemleriyle büyülenmiş olarak şarkılar söyleyip duruyorlar - ama aynı zamanda da lanetlenmiş olarak, sesleri insan sesi olmaktan çıktığı için...
(Kitaptan'
'Lanetlenmiş Ağustosböcekleri' bütünde, hayatınızın hele ki yazarlığının kodlarına ne kadar çağıran bir metindir? Sonra yazar, denemelerinde ödenen/ödenecek bedellerle, kabulleniş ve kabullenemeyişlerle hesaplaşmalarla ve kimi zaman kırgınlıkla ne kadar hemhaldir ve bu kitabını 72 yaşın yamacından dağarı nelere daha bir odaklayarak bütünlemiştir?
- Aslında her yazar gibi, ben de Lanetlenmiş Ağustosböcekleri kitabındaki bütün metinlerde varım; bazen daha belirgin, bazen de örtülü olarak. Dolayısıyla hayatım boyunca ödenmiş ve daha da ödenecek bedellerle, kabullenişlerimle veya karşı çıkışlarımla, bu arada elbette hesaplaşmalarımla ve kırgınlıklarımla varım. Odaklanmaya gelince, sanırım eskiye oranla çok daha 'eleştirel bakmak', artık odak noktam sayılabilir. Hem kendime, hem de dış dünyaya yönelik olarak ve bir de şu var: Artık bir bütün olarak hayata karşı vermediğim hiçbir hesap yok. Bir anlamda bunun özgürlüğünü yaşamam, dağarcığımın en değerli birikimi sayılabilir.
- Yazarlık ve bugünün Ahmet Cemal'i yolunda ilk domino taşı aileden başlayarak devriliyor biz okurlara... Sonrasında da sırayı çeviri alıyor. Çeviri adeta aileniz ve takibinde hayatınız oluyor. Yazınsal, psikolojik, sosyolojik tüm cephelerden çevirinin sizdeki bu yer edişini, o içselleşmeyi anlatır mısınız? Ayrıca çeviri demişken edebiyat çevirilerinde felsefe boyutu neden eksiktir kanınızı da sormadan edemem.
- Çok başlarda yazılı çeviriler, bir kaçışın uzantısıydı benim için. Küçük yaşlarımda cehennemden farksız bir çocukluk dönemim olduğu için ya da çocukluğumu yaşayamayacak kadar acı zamanlarla kuşatılmış olduğumdan, dış hayatın gerçeklerini iç dünyama hep 'çevirerek' aldım; uzun süre dış dünyada bütün yaşayamadıklarımı iç dünyamda 'sanki yaşanıyormuş'un diline çevirdim' Çok sonra, bu kez yazılı çeviriler başladı. Bir alışkanlığın edebiyat alanında sürdürülmesiydi. Türkiye'de edebiyat çevirilerinde felsefe boyutunun eksikliğine gelince, felsefe boyutu, yani felsefi anlamda derinlemesine ve sistemli sorgulama, içinde yaşadığımız iklimde hiçbir alanda kökleşmiş değil. Dolayısıyla bu, edebiyat çevirileri için de geçerli olan bir durum. Yani bir edebiyat metnini çevirmek amacıyla elimize aldığımızda, o metne felsefenin kurucu sorusu sayılan 'Nedir?' sorusunu yöneltmiyoruz. Bu nedenden ötürü de edebiyat çevirilerine metnin derinlemesine sorgulamasını yapmadan, yalnızca 'teknik' diye adlandırabileceğim bir bakış açısıyla yaklaşıyoruz'
'Artık okunduğuma şaşırmıyorum!'
- Çevirinin takibinde yazılar, öyküler, şiirler, roman... Mesela Cumhuriyet gazetesinde 'Odak Noktası' adlı köşenizin okunması, genel anlamda yazılarınızın okunur olması sanki şaşırtıyor sizi başlarda. Neden?
- Evet, 'Odak Noktası' adlı köşemin hızla okur kazanması başlarda beni gerçekten de şaşırtmıştı. Çünkü köşe yazılarının bunca 'içten' de paylaşılabilmesi durumuna sanırım yabancıydım. Ama bu şaşırma durumu artık çok geride kaldı. Demek ki insanlarla paylaştıklarımızın, paylaşabildiklerimizin sayısı tahmin edebileceğimizden çok fazla!
- Kitabınızda da yazar sorumluluğuna değinen pek çok yazıyla da karşılaşıyoruz. Yazarın sorumluluğu ülkemizde nasıl bir sarkaçta gidip gelmekte, sektelere uğramaktadır (mıdır) size göre?
- Burada, önemli eserlerini dilimize çevirdiğim Elias Canetti'nin notlarından bir alıntı yapacağım. Alıntıladığım notunda şöyle demiş Canetti: 'Artık çağımızda hiç kimse, yazma hakkından kuşku duymadıkça gerçek anlamda yazar olamaz'' Ben, yazarın sorumluluğu bağlamında tümüyle bu görüşü paylaşıyorum.
- Ömrünüzün bu kertesinde, 'artık', 'bundan böyle' gibi yaşamınıza ve yazınınıza giren yeni sözcükler arasında başka neler var?
- Sanırım 'bir zamanlar' veya 'eskiden' gibi deyişleri de artık daha sık kullanır oldum. Çünkü 'gelecek' kısaldığı ölçüde 'bir zamanlar' veya 'eskiden' uzamakta'
- Adanmak, hayata, yazına... Sözlüğünüzde hep nasıl bir paragrafla yer aldı, alıyor, alacak ve yazmayı artık hayatın ta kendisi olarak addettiğini ifade eden yazar için, bu kitap bunun nasıl bir göstergesidir de? 'Aşırı duygusallığın tiryakisi' olduğu imleyen yazarın 'iç kalesi' nasıl inşa olmuş ve en çok neye yaramıştır?
- Son kitabımın bir denemesinin başında da dediğim gibi, artık sadece yazarak gerçek anlamda varolabiliyorum, çünkü bütün 'derinliğine' hesaplaşmalarımı ancak evime kapanıp 'seçilmiş yalnızlığımla' baş başa kaldığımda ve çalışma masamın başına geçtiğimde yapabiliyorum. Dışarıdaki hayatı masama getirip orada didiklemeye başlıyorum ve bu arada elbet kendimi de!
Edebiyata adanmış bir hayatım olduğu, gerçek. Ama kendimi hayata adamış olduğumu söyleyemem. Daha doğrusu, yalnız hayata adanmışlık, beni eksik tanımlar. Benim hayata ve ölüme birlikte adanmış bir yaşama tarzım var. Ölüm ile hesaplaşmamı epey önce tamamladım ve o zamandan beri ben de, 'Vergilius'un Ölümü' adlı eserini dilimize çevirmek için hayatımın kırk yılını armağan ettiğim Hermann Broch'un 'ölüm ile hesaplaşmadan gerçek anlamda yaşanamayacağı' tezine bütünüyle katılıyorum. Çünkü hayat, doğumla başlayan ve ölüm ile noktalanan bir süreç; başlangıcı kabullenip bitiş noktasından korkmak ya da o noktayı görmezlikten gelmeye çalışmak, ancak bir çelişki olabilir. İşte bu nedenle ve hatırladığım kadarıyla, hiçbir zaman kendimi hayata ölümü yadsırcasına adamadım. Bütün canlılar gibi, ben de doğduğum andan başlayarak ölüme doğru yol alan biriyim. Ayrıca olabildiğince uzun yaşamak peşinde de değilim. Bugünkü halimle yaşayabildiğim her günü sevinçle karşılıyorum. Sevme ve çalışma gücümü kaybetmek pahasına yaşamayı ise hiçbir zaman bir hedef saymadım. Öyle bir gün geldiğinde, hayat sürecini kendi elimle noktalayacağım.'İç Kale' meselesine gelince, Montaigne'nin denemelerini okuduğumdan bu yana benim için çok önem taşıyor. Kendi iç kalemi, gerektiğinde birlikte olmak istediğim bütün canlıları ve bütün düşünceleri etrafıma toplayıp çekileceğim ve kapılarını da dış dünyaya kapatabileceğim bir mekân olarak şekillendirdim. Son yıllarda bunu çok sık yapıyorum. Böyle bir iç kale, beni değişme temposu gittikçe hızlanan ve her zaman da olumlu yönde değişmeyen bir dünyaya karşı yıpranmaktan koruyor'
'İlhan Selçuk'un deyişiyle omurgalı aydınları özlüyoruz'
- Bir zamanlar Ahmet Cemal de çömezdi! Ustaları arasında birlikte çalışma olanağı bulduğu Memet Fuatlar, Selahattin Hilavlar, Beklan Alganlar vardı ya da hiç tanışma, konuşma olanağı bulamasa da bir Nermi Uygur vardı... Başka kimler vardı? Sonra bugünü aratan o darbe dönemlerine rağmen yazın adına nasıl günlerdi, nasıl yazılırdı, nasıl çevrilirdi? Büyük çoğunluğu sizin deyişinizle 'sanatı paranın, maviyi karanın üzerine çıkaran' o dönem yazarlardaki dil kaygısı ve tutkusu, heyecan ne durumdaydı ve o günleri en çok neden özler Ahmet Cemal?
- Daha çok vardı o adlardan' Örneğin bir İlhan Selçuk vardı. Sabahları evinden çıkmadan yaptığımız telefon görüşmelerine bütün bir günün enerjisini borçlu olduğum İlhan Selçuk. Çıkan her yeni çevirimden sonra beni arayıp yüreklendiren Onat Kutlar. Elias Canetti gibi bir yazarı bana tanıtıp çevirten, sonra da dostu olma mutluluğunu tattıran Oğuz Atay. Teşvikiye'deki evinde çaya gitmek için fırsat kolladığım Azra Erhat vardı. Karşı karşıya görüşme fırsatını bulamadan aramızdan ayrılan Sabahattin Eyuboğlu vardı. Erdal Öz vardı. Kaç yılın dostu Tomris Uyar vardı. Vedat Günyol vardı. Aralarından bazıları şimdi de var. Doğan Hızlan ile kırk beş yıla yaklaşan bir dostluğu geride bıraktık. Çeviri uğraşında hep ustalarım arasında saydığım Cevat Çapan, çekildiği Ege kasabasından her önemli günümde, çıkan her kitabımda bana yetişen Süreyya Berfe, sonra dostluğumuzun neredeyse Doğan Hızlan ile yaşıt olduğu Selim İleri' Bu kuşaklardan sonrasına gelince, o sözünü ettiğiniz darbelerin ardından, daha doğrusu belki de her darbe ile birlikte, Türkiye yeni aydın erozyonlarıyla karşılaştı. Sizin ve benim birlikte saydığımız adlar, her şeyden önce tutarlı aydın kimliklerini temsil ederlerdi. Bence İlhan Selçuk, sanırım ilk kez Onat Kutlar için kullandığı 'omurgalı aydınlar' tanımlamasıyla Türkiye'de aydın kavramına yeni bir bakış açısı kazandırmıştır. Omurgalı, yani tutarlı aydınlar. Köşeden köşeye taşınmak veya aynı köşelerde zamanın gelgitlerine göre farklı kimliklere bürünmek, geçmişlerini yadsımak yerine, bulundukları her köşeyi ve her yeri dürüstlükleri adına gözlerini kırpmadan terk edebilen adlar' Sanırım şimdi onların özlemini çekmekteyiz.
'Ben hep susmayanlardan oldum'
- Bir önceki soruyu ayniyle özgürlükler, hak, hukuk, vatandaşlık bilinci, yaşam hakkı adına bir eklemeyle özellikle bireylerin giderek robotlaştığı, inancın ve anarşinin bir garip egemenliğine girildiği ve akılcılığın 'Daha iyi bir Türkiye' denile denile aslen ve alenen ötelendiği bu 'ılımlı!' günlere atıfta bulunarak yinelersem neler söylersiniz? 'Lanetlenmiş Ağustosböcekleri' toplamı, bu mahşeri konuyu da diğer büyük ustalardan yazınsal referanslarla da destekleyerek ıskalamıyor zira. Bir Albert Camus ve hele ki onun haklı varoluşsal kaygılarla irdelediği korku olgusu üzerine değerlendirmeleri özellikle, değil mi?
- Bu soruyu cevaplandırırken, Türkiye'nin artık nelerin egemenliği altına girmekte olduğunu doğru vurgulamak gerekiyor. Ülkemiz, 'Dindar Gençlik' modelinin rehberliğinde akılcılığın rayından çıkartılıp inancın egemenliğindeki bir iklime dönüştürülmek istenmekte ve bu konuda yalnızca iktidarı eleştirmek, artık ne yazık ki olanaksız. Son yıllarda küçümsenmeyecek sayıda 'aydın', medyada her vesile ile sesini yükselterek ve bu arada 'artık Mustafa Kemal de eleştirilebilir, eleştirilmelidir!' sloganıyla bu duruma çanak tuttu. Mustafa Kemal, elbette eleştirilebilir; ama yapılan, bu olmadı. Bu bağlamda yüzlerine eleştiri maskesini takanlar, Milli Mücadele'nin ve Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluş yıllarının hemen bütün koşullarını görmezlikten gelerek, daha da açık konuşayım, bugünün kuşaklarından saklayarak, 'yetmez ama evet' oylarını demokrasi diye savunarak, bir zamanların Köy Enstitüleri'nin gerçekleştirmeye çalıştığı 'Cumhuriyet İnsanı' modelini 'Dindar Gençlik' modeliyle bir tutarak yakın tarihimizin bütün gerçeklerini bir yalan perdesinin arkasında gizlemeye çalıştılar ve çalışıyorlar. 'Mustafa Kemal, kurduğu yeni devleti kendi kafasına göre biçimlendirdi!' savıyla, cumhuriyetin kurucusuna diktatörlük suçlamasını yöneltiyorlar. Ama bu arada şu soruların da sorulabileceğini dikkatlerden kaçırmaya çalışıyorlar: Köy Enstitüleri'nin eleştirel düşünen kafalar yetiştirmeyi amaçlayan 'Cumhuriyet İnsanı' modeli ile, eleştirel düşünmeyi ve sorgulamayı bütünüyle ret eden 'Dindar Gençlik' modeli nasıl bir tutulabilir? 'Benim bütün mirasım bilim ve akılcılıktır' demiş bir devlet kurucusu, nasıl olur da diktatörlükle suçlanabilir? O devleti yoktan vareden bir kurucunun devleti kimin kafasına göre biçimlendirmesi beklenirdi? Örneğin bugün: 'Yetmez ama evet' gibi kaypak bir temele dayandırılan oyların sahiplerininki gibi kafalara mı? O oy kullananlar ki, kısa süre sonra ülkenin başına gelenler karşısında : 'Bu kadarını beklemiyorduk' diye yakınmaya koyuldular!
O günden beri böylelerine şu soruyu sormak peşindeyim: Peki, ne kadarını beklerdiniz? Sizler, hani Tanzimat aydını müsveddeleri, bugüne kadar aslında beklemekten başka ne yaptınız? Gerçekte sımsıkı yapıştığınız köşelerinizde ve mevkilerinizde, idare-i maslahat'tan farklı bir tutumunuz oldu mu? Kitabımda bu konulara değinen pek çok yazıya yer verdim. Burada dile getirdiğim eleştirileri o kitapta çok daha geniş boyutlarda yansıttım. Ayrıca köşe yazılarımda aynı uyarıları her vesile ile yaptım. Kısacası, ben hep susmayanlardan oldum. Albert Camus, geride kalan yirminci yüzyılı tanımlarken 'Korku Çağı' adlandırmasını kullanmıştı. Bizde 'Korku Çağı' bir yüzyıl kadar gecikme ile ve üstelik kendilerini 'aydın' diye nitelendirenlerden oluşma bir kesimin de çabalarıyla yaşanmaya başladı'
- Kitapta, sonlarına yaklaştığınızı ifade ettiğiniz 'Ressam Sadi Bey'in Son Tablosu' romanınızdan burada da bahsetmenizi rica ederek bitirelim söyleşimizi.
- Ressam Sadi Bey ise yaşadığı ülkede kötülüğün resmini yapmak isteyen, fakat o kötülük çok yaygın olduğu için onu hiçbir noktada tam olarak somutlaştıramayan, bu nedenle tablosunu da bitiremeyen bir sanatçı. Bundan ötesini izninizle kitabın kendisine bırakmak istiyorum'
gamzeakdemircumhuriyet.com.tr
Lanetlenmiş Ağustosböcekleri/ Ahmet Cemal/ Can Yayınları/ 400 s.