Güncel...
cumhuriyet.com.tr
‘Güncel’ Türkçe bir sözcük. 12 Eylül öncesi Türk Dil Kurumu birçok yabancı kökenli sözcüğe bulduğu Türkçe karşılıklar gibi ‘aktüel’ ya da ‘aktüalite’ sözcüğüne karşılık olarak da bu sözcüğü bulmuş ve sözcük de çok tutmuştur. Bugün ağızlarına yakışmayanların da ağızlarından düşürmedikleri birçok Türkçe sözcükten biri oldu. Tıpkı ‘ölçüt’ gibi. Türkçe sözcüklerin önüne geçemedikleri için kullanmak zorunda kalıyorlar ama zihinlerini o yönde değiştirmediklerinden Türkçenin üstünlüğünü kabul etmek istemiyorlar. Bu nedenle sürekli Osmanlıcayı gündeme getiriyor ve Osmanlı’ya özeniyorlar. Ülkeyi geri götürmek isteyenler gerçekte dili de geri çekmeye çalışıyorlar ama başaramıyorlar. Ne ki tutuculukta aradıklarını bulacaklarına inananların sayısı gün geçtikçe artıyor. Burada da mahalle baskısı var. At başı giden bir olay yaşanıyor ülkemizde. Her dalda, her alanda Türkiye geriye götürülmeye çalışılıyor. Bu her alanı kendi başına düşünemezsiniz. Birbirleriyle sıkı bir ilişkisi var. Yıllardır yaşanan karşıdevrimin çok boyutlu olduğunu bilmek gerek. Bir toplumu toprağına yabancılaştırmak istiyorsan önce elinden dilini alacaksın. Pasolini’ye sormuşlar, “Vatanın neresidir” diye. Yanıtlamış: “Dilim” demiş.
Türkiye’de herkes laiktir
Güncelde ülkemizde konuşulan konulardan biri “mahalle baskısıdır”. Türkiye tutucu olmaktan kendisini kurtaramıyor. Tutuculuk dünün, bugünün işi değil, geriye baktığınızda en az elli yıllık bir geçmişi var. Toplumun pek ileriye baktığı da söylenemez ama daha da gerilere gitmeye kararlı sanki. Bu işi kotarmaya çalışanlar gıdım gıdım ilerliyorlar. Bakın, ilk ağızda, kendilerinden olmayanları, laik olarak tanımlayıp Müslüman olmadıklarını ileri sürdüler. İnsanlar kendilerinden, Müslümanlıklarından kuşku duymaya başladılar ve daha çok ağızlarına kutsal sözcükleri aldılar ve daha çok kutsal varlıklar üzerine yemin ettiler. İnsanlar dışlandıkları için iş ve aş bulmak adına İslamcıların çizgisine inanmasalar da onlar gibi görünmek zorunda kaldılar. Bu ayrımı dünyanın hiçbir yerinde kimse yaşamadı. Çünkü yok böyle bir şey. Türkiye’de herkes laiktir; imam, müezzin, Diyanet İşleri başkanı... Çünkü Türkiye’de ruhban sınıfı yoktur.
Bir başka olay da “türban” olayıdır. Türbanı başörtüsü olarak ortaya attılar. Karşı çıkanlar bile zaman içinde türbanı başörtüsü olarak adlandırmaya başladılar. Bir başka tezgâh da “kamusal alan”la ilgili ortaya atıldı. Kamusal alan olarak devlet daireleri ve üniversiteler gösterildi.
Ama çok kimse kamusal alanın ya da alanların caddeler, sokaklar, sinemalar, tiyatrolar olabileceğini düşünmedi ve bu tanıma karşı koyarak “kamusal alan”ın salt devlet dairelerinden, üniversitelerden ibaret olamayacağını söylemedi. “Kamu” salt devlete ait olan değildir. ‘Kamuoyu’ denildiğinde ‘devletin oyu’ mu anlaşılmalı? Bana göre insanların bulunduğu her yer “kamusal alan”dır. Kamusal olmayan bir tek insanın özelidir, evidir.
Tüm bu tanımları çarpıtarak insanları birbirine düşürecek “mahalle baskısına” gelmişti sıra artık. Türkiye’de altı-yedi yıl öncesine dek örtünme konusunda böylesine bir baskı olmamıştı. Ne ki tutucu kesimi yüreklendiren çağdaşlık, demokrasi adına konuşan ve Atatürk ilke ve devrimlerini görmezden gelen kimi kesimlerin ve devrim yasalarını sulandırmaya kalkan yarı aydınların bu çarpıtılan tanımlara arka çıkmaları ve kendilerinin de artık türban adı yerine başörtüsünü kullanmaları; kamusal alan için yalnızca devlet daireleri ve üniversiteleri bilmeleri ve Müslüman laik ayrımı yapmış olmalarıdır. Tüm bu olumsuzluklara karşın gene de “mahalle baskısı”nın olmadığını savunmaları ya da kesenkes “mahalle baskısının” olduğunu ancak bu baskının iktidar partisinden kaynaklanmadığını söylemiş olmalarıdır.
Ardından en çarpıcı olan da ana muhalefet partisinin çarşafa ve türbana prim verircesine çarşafı ve türbanı rozetle süslemesi olmuştur. Ana muhalefet partisi kendi çizgisindeki insanları düş kırıklığına uğratmıştır. İnsanlar, kendilerini, ellerinden tutup Atatürk’e götürecek bir liderin özlemi içindedirler.
Günceldeki olaylar birbiriyle bağlantılıdır. Ermeni soykırımı iddiasıyla kimilerin toplanıp bir “özür” bildirgesine imza atmaları da rastlantısal değildir. Hiç kimse Ermenilerin öldürdüğü dedemden ve zorunlu göçe mahkûm bırakılan on iki yaşındaki babamdan ve beş yaşındaki annemden, ve Ermeni ve Ruslar tarafından katledilen, göçe zorlanan binlerce yurttaşımızdan özür dilemeyi düşünmedi bugüne dek. Ve bu satırların yazarının yaşamını, varlığını Rusya’daki komünist devrimine borçlu olduğunu kimse bilmedi. En büyük haksızlık ölüye yapılan haksızlıktır, çünkü kendini savunmak gücüne sahip değildir. Ben bu satırları yazarak kendimi savunmuş olabilirim ama özür bildirgesine imza koyanlar, dedelerim, ninelerim, teyzelerim, amcalarım ve annem-babam ve Muş-Van-Bitlis üçgeninde çapraz ateş altında kalan binlerce yurttaşımızdan da özür dilemek zorundadırlar, yoksa insanlık adına büyük bir suç işlemiş ve haksızlık yapmış olurlar.
Gazze de çapraz ateş altında. Karadan, havadan, denizden; misket bombaları yoksul, yorgun, bitkin Filistinlilerin üstüne yağmakta. Bu insanların da haklarını savunan yok. Kim onlardan özür dileyecek? Yoksa sözde soykırıma uğrayan Ermenilerden özür dileyenler mi? Ben Hamas’tan söz etmiyorum.
Ben, Filistin halkından; daha gün ışığına çıkmamış olandan ya da dün doğup bugün ölen çocuklardan; gün görmemiş kadınlardan ve günahsız insanlardan söz ediyorum. İsrail’in gözünü kan bürümüş. Dünyanın gözü önünde cinayet işliyor. Bunu kendisini savunmak için yaptığı iddiası hiçbir gerekçeye sığmaz. Güncelin en dramatik olayı budur. Bir trajedi yaşanmaktadır Filistin’de. Bunun günahı tüm insanlığın üstünedir. Ülkemizdeki gösterileri izliyorum televizyonlardan. Kimin adına tepki koyuyor yurttaşlarım. Kimin adına yapılıyor bu gösteriler, insanlık adına değil mi? Gene yurttaşlarım kime ve ne için tepki vermeleri gerektiği konusunda kendi başlarına karar verememişler...
Son olarak Güncel’e takılan bir soru var: Pazar (04.01.2009) günü yayımlanan “Şeffaf Oda” yı izlediniz mi?
Prof. Dr. Necdet ADABAĞ