Güle güle 'Yalan Dünya'
Bizi, dostumuzu uğurlamaktan alıkoyanlar, daha önce neredeydi acaba? Neşet görseydi bu olan biteni, sopayla kovalardı hepsini, bunların yaşanmasına izin vermezdi. Bana göre Neşet Ertaş eserleri, yorumu, sürdürdüğü abdallık geleneğiyle bir efsaneydi. 100 yıl sonra Dadaloğlu, Karacaoğlan, Pir Sultan gibi ondan da bahsediliyor olacak. Gerisi "yalan dünya"...
cumhuriyet.com.trNeşet’le ilk 1998’de babası Muharrem Ertaş’ın kayıtlarını albüm yapmak için görüşmüştüm. Eşim Nilüfer tanıştırmıştı. Oğlumun doğduğu gündü, hastanedeydim. Bayram Bilge Tokel’in TRT için yaptığı belgesel vesilesiyle gelmiş bir günlüğüne İstanbul’a. Nilüfer’den izin aldım, Ekin’i gördükten sonra, hastaneden doğru onun yanına…
Babasının kaydını dinlettiğimde ağlamaya başladı. Yayımlamak istediğimi söyledim. Ondan bana ilk geçen güvensizlik duygusu oldu…
Muharrem Ertaş albümü çıktı, aradan zaman geçti, ben Almanya’ya evine gittim, Köln’e. Muharrem Ertaş albümünün satışından gelen telifi de yanımda götürdüm. Çok şaşırdı. Hayatı boyunca kimse ona telif vermemiş meğer…
Henüz “abi – gardaş” değiliz ama yavaş yavaş samimiyet kurmaya başladığımız zamanlar… Bir gün Türkiye’deki korsan albümlerinden bahsedecek oldu, vazgeçti, konuyu kapattı. Dayanamadım, bir avukat tuttum ve o güne kadar ona gerçekten hiç telif ödenmediğini gördüm. “Hasan” dedi, “kimse hapse girmesin ama, istemem”… Uzlaşma yoluna gittik ve toplu bir para aldık bu yasadışı albüm çıkaranlardan. Gecekondu derdi, ama İzmir’de güzel bir ev aldı kendisine. Böyle böyle kuruldu dostluğumuz… Bana sormadan hiçbir işini yapmaz oldu.
Almanya’da sadece hemşerilerinin düğününe çıkan, Türkiye’ye kapalı, dargın bir adam… Sene 2000. Kurduğumuz güven ilişkisinin de etkisiyle ikna oldu sanırım, Harbiye Açıkhava’daki konsere.
Kulisteyiz. Neşet heyecandan titriyor. Bir duble rakı vermeye yeltendim, istemedi. “Hasan bizimkiler dışarıda mı” diye sordu. Sanıyor ki konsere sadece İstanbul’da yaşayan Kırşehirliler gelmiş. “Abi yok” dedim, “bak şu perdenin kenarından, kimler var.” Üniversite öğrencilerini, her yaştan insanı, o tıklım tıklım kalabalığı görünce istedi, önce kabul etmediği o dubleyi.
Bir de, “Senden bir ricam var, bizimkiler, bir ceplerinde konyak şişesi bir ceplerinde tahta kaşıklar dışarıda bekliyorlardır. Garibanlar bilet alacak parayı bulamamıştır, benim paramdan kesin, garipleri içeri alın” dedi. Kapının önüne bir çıktım, 80-100 kişilik bir grup, aynen onun dediği gibi çimenlerde oturuyor. Zaten konser de onlar içeriye girdikten sonra başladı esas.
Şener Şen’le, Arif Keskiner de oradaydı. Kırşehirliler kaşıklarla oynamaya başlayınca korumalar engellemeye çalıştı önce. Şener’le Arif korumaları devreden çıkarınca Neşet’in de keyfi yerine geldi. İşte o konserle yeniden barıştı Türkiye’yle. Bir yandan albümler, bir yandan Türkiye’nin her yerinden konser teklifleri… Buraya yerleşme kararı aldı sonunda.
Bir gün, bana zarf içinde yüklü bir para getirdi. “Biz böyle gördük, bunlar senin sayende oldu. Bunun içinde verdiğim konserler ve diğer gelirlerimin yüzde 25’i var” diyerek uzattı zarfı. Ben şoktayım… O andan sonra, “Bu temiz adama artık kimse yamuk yapamaz” dedim.
Kültür Bakanlığı 2003’te Kalan Müzik’in lisansını alıp kapattığında, beni ilk arayan oydu. “Bağlamamı alıyorum, Başbakanlığın önüne gidiyorum, şirket açılana kadar türkü okuyacağım” diye tutturdu. Bir başlasa 2-3 gün çalabilecek güçte biri o. Zor ikna ettim…
Canı sıkılırdı, “Ben türkü okumak istiyorum” der, çat kapı gelirdi. Bense hemen ekibi toplardım. Uğur Yücel, Olgun Şimşek, Şener Şen, Cengiz Özkan… Cengiz’den türkü dinlemeyi çok severdi, hastaydı ona. Olgun’u ise saatlerce karşısına oturtup çalar, çalardı.
Sırlarını da paylaşırdı. Travmatik bir hayatı olmuş. Yoksulluğu, erken kaybettiği annesini, babasıyla düğünlerde Pir Sultan’dan çaldıklarında yediği dayakları, yokluğu anlatırdı. Orta Anadolu sağcıların yeri, Aleviler azınlık… O ise yobazın her türlüsünden nefret ederdi. “Önemli olan insan, yürek” derdi. Kimseye yanaşmadı, bu yüzden de sahiplenilmedi.
Ve gerçekten garibandı, hem maddi, hem de manevi anlamda. Zaten parasının çoğunu da Kırşehirli hemşerilerine, abdallara, yoksullara harcar, onlara iş bulmak için çırpınırdı. O sahiplenilmedi, ama onun sahiplenme duygusu vardı.
Eylül başıydı… Hastane odasında oğlu Hüseyin, ben ve o vardık. “Hasan bak” dedi, “biz seninle gardaştık, şimdi sen Hüseyin’le gardaşsın, anladın sen onu. Hasan ve Hüseyin…” Son cümlesi de buydu bana.
Dört gün öncesi… Cenazesindeyiz… Olgun, eşim Nilüfer, Cengiz, ben… Özel güvenlikçiler, korumalarla süslü devlet şovu yüzünden biz, akrabaları, dostları ve en önemlisi halk, cenazede alana giremedik, kenara itildik. Bizi, dostumuzu uğurlamaktan alıkoyanlar, daha önce neredeydi acaba?
Neşet görseydi bu olan biteni sopayla kovalardı hepsini, bunlara izin vermezdi. Bana göre Neşet Ertaş eserleri, yorumu, sürdürdüğü abdallık geleneğiyle bir efsaneydi. 100 yıl sonra Dadaloğlu, Karacaoğlan, Pir Sultan gibi ondan da bahsediliyor olacak. Gerisi “yalan dünya”…