Geri dönmek istemeyenler

‘Neden mi geldim şimdi? Geldiğime çok memnunum. Hiç de burnumda tütmüyor, köy. Hiç de aklıma düşmüyor. Bakacak bir kilo taşım bile yok. Arkadaşlarım mı? Ne yapayım arkadaşı? Karın doyurmaz ki arkadaş.’

cumhuriyet.com.tr

-“Adımı mı sorarsın? Ne yapacaksın adımı? Haaa, öyleyse adım, İsmail. Işıklı İsmail derler bana köyde, Arapkirin Dagregen köyünden olurum. Bizim köyün toprağı verimlidir. Bire on, on beş, yirmi verir. Toprağın çoğu ağaların, beylerin elinde. Köylünün çoğu yarıcıdır. Yarıcılığı dersen, vallahi ölümden beter. Sen eker, sen biçersin, çoluk çocuğunla kan emek sen meydana getirirsin. Ağa gelir yarısını, üçte ikisini alır. Geçinemezsin. Çok yarıcılık ettim. Çiftçilik zor iştir, çekemezsin. Ben otuz yıldır şehirlerde gurbetçiyim. Kavun karpuz satarım. Dut zamanı dut satarım. Hamallık eder, inşaatlarda çalışırım. Sırtımda taş taşırım, kum taşırım. Hepsi çok kolay, çiftçilikten çok kolay Ağam. Çiftçiliğin dirliği dirlik değil. Bunca yıl ben hem çiftçilik yaptım, hem de gurbete geldim. İki işi birden yaptım, çocuklarımı büyüttüm. Sonra da yaşlandım. Yaşlanmaz bir Allah. Cümle mahlûkat yaşlanacak. Buraya yerleşeli ne kadar mı oldu? Altı yıl oldu tam bu yılla.

 

‘Karımın kanlısı İstanbul’

Eskiden neden mi gelip yerleşmedim? Öyle mi? Eskiden gecekonduya izin yoktu. Ev kirası da bir yıllık kazanç.. Eeee biz ne yiyelim o zaman? Onun için şehirde durulmazdı, gelip yerleşemezdim. En çok üstüste, köye hiç gitmeden altı yıl kaldım. Bu altı yılda hiç mi hiç şehir dışına çıkmadım. İstanbul dışına. Karımı da göremedim. Sonra karımı bir yıl getirdim buraya. Dayanamadı. Memlekete gitti öldü. Umutsuzluk öldürdü onu. Giderken diyordu ki, senin elin artık elimden ayrıldı. Bu, öldürdü onu... Benim karımın kanlısı İstanbul. Ben böyle bilirim, kim ne derse desin. Ben bunu bilirim. Ben gurbete gide gele çocukları büyüttüm. Çocuklar büyüyünce, hem de artık çok yaşlanmıştım? Yaşım mı kaç? İnanmazsın. Altmıştan yukarı. Çocuklara dedim ki, altı oğlanın altısına da, heydi artık yürüyün gurbete. Benim gayri canım çıktı. İşte büyüdünüz, kocaman kocaman oldunuz. En küçüğü mü? En küçüğü on iki yaşındaydı. Gurbete gidemez mi, dedin.. Haahaaa. Bizde on iki yaşında adam evlenir kardeş.. Evlenir de çocuk sahibi olur. Yallah, düşün yola... İşte önünüzde Adana. İşte İzmir, İşte İstanbul, Mersin, İskenderun, Haydi yallah...

 

Çocuklar yuvadan uçtular ama...

Ben sizi yuvadan uçuruyorum: Gittiğiniz yerden her ay bana elli lira göndereceksiniz. Göndereceksiniz ki, bizim de bir düşüncemiz var. Çocuklar yuvadan uçtular ama, bir daha da dönmediler. Ne de bir kuruş para gönderdiler yıllar yılı. Bekle ha, bekle, ne gelen var, ne giden var. Çocuklardan yıllar yılı bir haber çıkmaz. Biraz toprak istedim Ağadan, bir çift öküz istedim komşudan... Tek başıma geçineyim, diye...

- “Neden mi geldim şimdi? Geldiğime çok memnunum. Hiç de burnumda tütmüyor, köy. Hiç de aklıma düşmüyor. Bakacak bir kilo taşım bile yok. Arkadaşlarım mı? Ne yapayım arkadaşı? Karın doyurmaz ki arkadaş. Burada da iyi adamlar var. Bu gurbette çok iyi adamlar gördüm. Gurbet olmıyan adam kıymetini bilmez.

“Şimdi, seni ilk olarak görüyorum. Oğlum Ali kadar severim seni. İnsanın kıymatını bilmek gerek.

“Baktım ki, çocuklardan bir haber yok. Ben de çıktım gurbete.”

Gültepede, iki gözcük gecekondularının önünde konuşuyorduk İsmail Ağayla. Öteden otuz yaşlarında bir genç adam çıktı. Yüzü kararmış, kırışık içinde kalmıştı. Buruş buruş. Ama nasıl kırışık! Bütün çektikleri yüzüne toplanmış da donmuş kalmış. Yüzü acı yükü.

- “Babamın bütün dediklerini duydum. Çoğu doğru. Belki hepsi de doğru. Ama bunu bize yapmayacaktı. Bir baba evladına bunu yapmalı mı? O dediği çocukların en küçüğü benim. Babam bizi, azıcık büyüyünce biz, evden koğdu. Hem de düpedüz koğdu. Ne gurbet biliriz, ne bir şey. Varın bakın başınızın çaresine... O altı, dedi ya, biz üç kardeşiz. Neden altı, dedi, bilmem. Her zaman altı der. Varsın desin. Hiç bakmayın yüzüme, dedi, gurbete gitmezseniz, sizi eve almam, dedi. O bizi evden koğduktan sonra iki gün köyde kaldık. Bizi eve almadı. Öteki kardaşlarım İstanbul yolunu tuttu. Ben de Adanaya yollandım. Yaşım on iki. Adanaya kadar ölmeden nasıl geldim, bir Allah bilir, bir de ben. Adanada çok süründüm. Pamuk topladım, pamuk çapaladım. Evdecilik yaptım. Tam on iki yıl Adanada kaldım Biraz da kazandım. Sonra altı yıl önce geldim buraya. Bu gecekonduyu kurdum. Gecekonduyu kurdum baktım ki, bir sabah, babam karşımda. Vardım elini öptüm. Buyur baba. Hoş geldin. İşim iyi. Arabacılık yapıyorum. Bu gecekondu da benim, dedim. Ölünciye kadar ye iç, yat. İşte şahidim. Öyle değil mi baba?”

 

‘Bizim köy gitsinde bir daha gelmesin’

İsmail biraz kederli, biraz utangaç:

-“Ben,” dedi,“sizi gönlümle mi gurbete yolladım yavru? Sizin gittiğinizden bir iki gün sonra evde bir avuç un kalmadıydı. Gönlümle mi yavrum?”

Oğul:

-“Biliyorum,” dedi. “Bunları söyledim, diye kusuruma kalma baba. Arkadaş her şeyi olduğu gibi öğrenmek istiyor.”

İsmail Işığın komşusu Ayşe Yeşilova. Refahiyenin dağ köylüğünden.

-“Gönlümüzden gelmedik. Ama, o bizim köy gitsin de bir daha gelmesin. Ateş düşsün de demem ya... İki tek iki tarlamız vardı. Her biri bir dönüm. Kayanın yüzünden. Ben öylesine tarla demem. Yem yok, yiyecek yok. O tarlaları şimdi kocamın kardeşi ekiyor. Burada da az mı çektik sanki? Hürriyet Tepesinde bir gecekondumuz vardı. Geldiler yıktılar.

Dört çocukla kışta ayazda açıkta kaldık. Çocukları komşular aldılar götürdüler... Biz de ev ev süründük. Allah komşuların, tanışların, insanların zevalini vermesin kardeş. Büyük çocuk büyüdü geldi. Onu okula gönderemiyorum. Sırf yokluktan.. Kocam Sirkecide, oralarda hamallık yapar, ama günde, ancak beş altı lira kazanır. Bununla geçiniriz. Köy mü? Bizim köy mü? Hiç aklıma düşmez benim. Neyini gördüm kü bizim köyün. Açlığından, kayasından, kurağından, çalışmasından başka neyini gördüm ki bizim köyün. Gitsin de bir daha gelmesin o köy. Gene burada yiyecek bir lokma kuru ekmek buluyoruz hiç olmazsa... İki dönüm tarla hep buğday olsa ne kadar olur ki. “Çok şükür. Keşki daha önce geleydik İstanbula. Bizim köyden mi kaç kişi geldi gurbete? 20-25 ev geldi bence ya, onları hiç görmüyorum.”

Ayşeyle konuşmıya tutuştuğumuzda o sudan geliyordu. Suları, ta aşağıdan. Gültepenin aşağılarından bir taşocağından kaynıyor. Kirli, bulanık. Ve bu suyu içiyorlar. Oradan kaynıyan su lâğım sızıntısı da olabilir. Gittim gördüm.

Kocası günde altı liradan daha çok kazanamıyor. Akrabası, tanışları, arkadaşları köyde kalmış. Avuç içi kadar bir gözcük gecekonduda yaşıyor. Elektriği yok. Dört çocuğa da bakmak zorunda. Gene de İstanbuldan memnun Ayşe kadın. Kimbilir, köydeki hayatları nasıldır?

-“Ne sen sor,” dedi Ayşe, “ne de ben söyleyeyim. Öyle bir zıkkım dirlik ki, dile gelmez.”

YARIN: KÖY ŞEHİRDEN BETER OLDU