Faşizmin her türüyle derdim var

Onlarca film, tiyatro oyunu, kitap… Nilüfer Açıkalın hep farklı bir kadın oldu… Hep uzak görünüp, çok şey söyledi… Yeni kitabı ‘Dimdik Ayakta, Her An Tetikte’ için buluştuk. Aileden, sofraya, kız kardeşlikten, güzellik faşizmine her şeyi konuştuk.

Ebru D. Dedeoğlu

Dimdik Ayakta Her An Tetikte her kadının kendinden bir parça bulacağı, sistem eleştirisi içeren esaslı bir öykü kitabı. Çoookk etkilendim. Neden dimdik ayakta ama her an tetikte günümüz kadını?

Dimdik Ayakta Her An Tetikte hem şenlikli bir başkaldırı, hem de bir “kendine gel” çağrısı, “farkına var” uyarısı. Öykülerin genel yapısı ile uyumlu, moral düzeltiyor. Bir tür tetikleme, duruş, uyarı, ikaz, isyan. Tüm bunları neşeyle yapıyor. Öyküler gibi harekete geçiren, uyandıran, coşkulu bir etkisi var.

Sadece günümüz kadını değil kadınların tüm zamanlarda içinde oldukları hal, tavır ve durum ne kadar yıksa veya yıpratsa da eninde sonunda dönüp dolaşıp onları dimdik ayağa kaldırıyor ve her an tetikte olmalarını sağlıyor. Aksi taktirde ya cinsiyetsizleşiyor insan ya da sinip kimliksizleşiyor ve ezilen taraf oluyor. Bundan da sıyrılmak mümkün. Çünkü insanoğlu-insankızı bir şekilde bir çeşit ‘herşeye yeniden başlamak hiç zor değil’ kuvveti taşıyor.

Dosyamın adı baştan beri ‘Aynalar Sarayı’ idi. Ancak Doğan Kitap basılış tarihini verdikten sonra ani bir kararla ismi değiştirdim. ‘Dimdik Ayakta Her An Tetikte’ enerjisi açısından öykülerin tümünün genel havasınına daha uygun oldu.

Kitaptaki her öyküde biz kadınların kanayan yaralarını ele alıp ayna tutuyorsunuz. Özellikle Aynalar Sarayı’nda. Düşünmemize ve sorgulamamıza neden olan aynalar. Bu fikir nasıl oluştu?

“Gün ağarmaya doğru yol alıyordu nazlı nazlı.

Zaman; vurdumduymaz, sabırsız, arsız zaman hızla akıyordu.

Fatmir de müdânasız biriydi ve zamana pabuç bırakmazdı. Ne zamanı kovalamıştı bugüne kadar, ne de zamanın ardında kalmıştı. Kıçına sallamazdı akıp giden saatleri. Aynalardan yana da bir derdi yoktu. Çoğu kez günlerce bakmazdı aynaya. Nasıl göründüğü kimin umurunda.

Çocukken bakar, şaşar kalırdı kendine. İri kemerli burnuna, patlak pörtlek gözlerine, sicim gibi incecik dudaklarına, dağınık yoğun kaşlarına ve kıvırcık saçlarına tek tek göz gezdirir ve büyüyünce güzelleşeceğini, tıpkı annesine benzeyeceğini düşünür avunurdu. Saçları lepiska gibi uzayıp rüzgârda savrulacak, dudakları dolgunlaşacak, elmacık kemikleri çıkıp al al kızaracak, kaşları yay, burnu hokka gibi olacak sanırdı.

Gençliğe adım atıp, aklı enikonu ermeye başlayınca artık bu suratın değişmeyeceğini kabullenip aynalardan elini-eteğini, gözünü-bakışını çekti. Güzelliğin bulunmaz nimet olduğunu biliyordu elbet ama bir işe yaramadığını düşünüyordu güzelliğin...”

Aynalar Sarayı gözbebeği bir öykü. Aslında insan öykülerini “o öyle, bu böyle” diye ayıramıyor ama onlar da “beş parmağın beşi de birbirinden farklıdır” cümlesi minvalinde yerlerini buluyorlar gönlümde. Çok net ve olabildiğine gerçekçi öykülerde bazen fantastik öğelerin varlığı yabancılaştırmaktan çok, olayların gidişatını daha tanıdık, daha yakın hale getiriyor. Bu öyküde de ayna metaforu fantastik yapının başrolü olarak kendini var etti. Tıpkı bir önceki kitabım Hüzün Süpüren’deki ‘Teyze ve Kedi’ öyküsünde boy gösteren kediler ve fotoğraflar gibi ve ‘Yoldan Çıkmış Öyküler’de ‘Kıyılan’ öyküsündeki Azrail gibi. Daha birçok öykümde de benzer fantastik yapılar var.

Aslında Aynalar Sarayı öyküsünü bana yazdıran ilham; ayna odaklı gelişmedi, güzellik-çirkinlik, güzel omak-çirkin olmak gibi çok net ama aynı oranda görece olan iki zıt kavramdan yola çıktım. Güzellik de çirkinlik de yeri geldiğinde baş belası olur. Yaşamdaki yerimizi öyle veya böyle belirleyen; ne hissettiğimizden, ne derece akıllı olduğumuzdan, becerilerimizden çok, nasıl göründüğümüz. Fiziğin belirleyici önceliğinden rahatsız oluyorum. Kendimi bildim bileli bu bakış açısıyla ciddi dertlerim oldu. Aynalar Sarayı’nın Fatmir’i aynaların ötesine geçtiği zamanlarda benim bu dertlerimin kaynağından nasibini almıştır.

Bu sefer kullandığınız dil diğer kitaplarınıza göre daha net, daha özgür, daha sert ve daha gerçek. Artık Yeter deyip sanki tüm kalıplarınızı kırmışsınız ve hakikati dile getirmişsiniz. Ne kadarı sizsiniz öykülerdeki kadınların?

Onlarca öykü yazdım hâlâ da yazmaya devam ediyorum. Kalemi kağıdı her elime aldığımda daima ‘işte özgürlük bu’ dedim. Bu duygunun verdiği güç başka hiçbir hisle boy ölçüşemez. Özgürlüğün yarattığı coşku da netlik, gerçeklik istiyor. Kendimle başbaşa kaldığım o bulunmaz zamanlarda ihtiyacım olmayan tek şey yalan. Özgürlüğün etkisiyle yalansız bir metin oluşturduğumda hayatta olmamın gereğini yerine getiriyormuş hissine kapılıyorum. Böylece devam edebiliyorum yaşamaya. Sadece kendi kalıplarımla değil tüm kavramların dayattığı kalıplarla mücadele etmek yaradılışımda var maalesef. Bu durum önceleri sessiz ve derinden olmak kaydıyla kendini gösteriyordu, romanım ‘Karanlıkta Çok Güzelim’ itibariye daha belirginleşti. Şiirsellik her zaman -romanım dahil tüm öykülerimde- baskın, bu da yaradılışımın cilvesi. Ama büyümenin etkisiyle ve sistemin bizi getirdiği noktada şiirim de vahşileşti. Babamdan miras kalan karanlık mizah, şiddetle donanmış her şeye ters köşeden bakabilmeme daha fazla yardım ediyor artık.

Öykülerimdeki kadınların hepsi ve hiçbiriyim.

Tüm olup bitenler sarmal bir döngüde gelişiyor. Karakterler kendi düşünce ve davranış biçimleriyle gelip giriyorlar öykülere, durumlar karşısında takındıkları tavırlar da kendilerine has, ben de sözümü sakınmadan onlara aracılık ediyorum.

Onlar Neden Orda adlı öykünüzde içimizde yaşayan diğer kadınlara yani sizin deyiminizle arkadaş meclisine ses vermişsiniz. Feriştah, Kadın Han, vs.. İçimizdeki endişe kakanofilerini seslendiren arkadaşlarJ Bazen bir anne, bazen bir öğretmen, bazen de bir film kahramanı. Hepimizin içinde ne çok kadın var. Sizin arkadaş meclisinizde kimler var?

“Feleğin benim adıma döndürdüğü çark, bahtımı hep savaş meydanına çevirdi. Bazen ateş altında sıcak savaş, bazen çöllerde soğuk.

Hiçbir kadından da duymadım erkeklerin normal olduğunu. Felek, arkadaş çarkımı da aynı kuvvetle döndürüyor olmalı. “

Şimdi bu sorunuzu duyunca ‘sevdiğiniz yazarlar ya da yönetmenler kimler’ gibi soruları duyduğumdaki endişeye kapıldım. Birini saysam olmaz hele birini unutsam hiç olmaz gibi elimin ayağımın birbirine karışması ile iyice saçmaladığım zamanlar. Ah ne günler onlar ve bitmek bilmiyorlar.

Arkadaş meclisim inanın çok sınırlı sayıda insanı kapsıyor. Bunların da hepsi ömürlük dostlarım. Kimini çocukluğumdan bu yana, bir kısmını ilk gençliğimden bu yana kalbimde taşıyorum bazıları da yepyeni girdiler hayatıma. Böyle sıraladığıma bakmayın gerçekten sayıları çok az ama herbiri bir ordu kadar kalabalık insanlar bunlar. İşin en güzel yanı da buraya isimlerini yazmasam bile kendilerinden bahsettiğimi hemen anlayacaklar. Küçük bir ayrıntıyı eklemeden geçmeyeyim; kırk filmi bulan sinema, on kadar tiyatro ve birçok televizyon dizisi kariyerime bakınca camiadan çok fazla arkadaşım olduğu düşünülebilir ama tam tersi oyuncu arkadaşım o kadar az ki bir elin parmaklarını geçmez ama edebiyatçı, yazar, çizer has arkadaşlarım var, bir de en eski dostlarım ki onlar da sinemanın sadece izleyicisi edebiyatın sadece okuru olanlar. Tüm saydıklarımın başımın üstünde yeri var.

Daha Kadınlığa Çok Var’da günümüz güzellik anlayışına Manidar üzerinden sert bir eleştiri var. Biz kadınların üzerinde bir sopa gibi tutulan güzellik faşizmi için ne düşünüyorsunuz?

“Ne kadınlar var ama. Ne anasının gözbebeği, yapılı yavru bebekler.

Ne güzel bir cilt, gergin ve diri. Sanki yanaklarından fırlayacak gibi elmacık kemikleri. Saçlar röfle, kaşlar pötikare, kirpikler asma, dudaklar can simidi. Alınlar botoks zerki sayesinde buz pistine dönmüş adeta, saç bitiminden itibaren kaydırak kaymaya başla, dolgulu yanaklardan atlaya zıplaya gıdıdan sekerek göğüse damla.

Ne kadınlar var ama! Zımba gibiler valla zımba. İrili ufaklı birbirinin aynısı. Üstelik hepsi aynı yaşta ve hepsi aynı üstelik. Neyse bi zararı yok. Zaten bi ordu demedik mi? Çoklar işte. Hem de çok fazla çoklar. Android ordusu mübarek kadın insanlar. Her şeyleri yapılı, yapılmış, yapma. Ne güzel gülüşler. Görünüşe bakılırsa hepsinin hayatı toz pembe. Örümcek misali ipekle dokunmuş kirpiklerini sıka sıka attıkları kahkahanın bini bi para. O ne güzel dişler. Sağlığın otuziki tonu da aynı, gürbüz, dümdüz ve porselen. Dişiler arası dişe diş didişmeler için herbiri ustalıkla keskinleştirilmişler.

Bayağı da samimiler; zannedersin ki, herbiri birbiriyle kanka. Sonsuz güzellik satmaya çalışan kozmetik ve estetik endüstrisi sayesinde ne soysuz bir yalana inandırıldıklarının farkında bile değiller. Şekiller o biçim, markalar yarıştalar, giyim kuşam son moda. Hava, satış, arz-endam tamam ama... Ama’ları var bu bir ordu kadının... Ama’larıyla yamanıyorlar sokaklara.”

Bazı arkadaşlarım, ‘Daha Kadınlığa Çok Var’ öykümün kadınları kızdırabileceğini söyledi. Hiç öyle düşünmemiştim çünkü doğam gereği kadınları çok iyi anlıyorum. Derin bir sevgi, şevkat ve ilgi duyuyorum. Bizim gibi toplumlarda ayakta kalmak için nasıl zorlu bir mücadelenin içinde olduklarını kendimden biliyorum. Özellikle kadınların gençlik-güzellik gibi asla elde tutulamayacak kavramlara sıkı sıkı tutunma arzusu daha çok sevilme, beğenilme ihtiyacından kaynaklanıyor gibi. Oysa kabul görmenin yolu sadece olanı olduğu gibi kabul etmekten geçiyor. Kadınlar her halleriyle sevilesi ya da şöyle demeli kadınlar her halleriyle sevilmeli. Erkekler de ama çocuklar, hayvanlar, deliler, meczuplar, gaipler çok başka sevilmeli.

İnsanlar sağlık açısından kusursuz oldukları halde daha iyi görünmek için türlü eziyet çekiyorlar. Halbuki ne önemi var. Mutluluk-mutsuzluk tıpkı gündüz-gece gibi dönüşümlü ve bunun güzellik-çirkinlikle hiçbir ilgisi yok.

‘Güzellik faşizmi’ dediniz pek güzel söylediniz. Faşizmin her türü ile savaşım var, derdim var, hesabım var. Çocukluğumda başladı ve ölene kadar da sürecek hesaplaşmam. Hele son yılların kadınlara yaptıklarını öncesinde hiçbir yıl, hiçbir yüzyıl yapmadı. Hepimiz sosyal medyanın bir şekilde esiri olmuşuz ve isteyip istemediğimiz sorulmaksızın, önemsenmeksizin günlük akışımıza estetikler kozmetikler androitleşmiş yüzler çehreler gıdılar bacaklar göbekler gövdeler düşüyor. Gözlere eziyet değişimler, değiştikçe aynılaşan garipler.

Parantez içinde güzel bir kadın olarak anıldım hatta Türkiye’nin en güzel yüz kadınından biri olduğumu yazmışlar bir zaman. O sıralamada kaçıncıydım bilmiyorum öyle bir bilgi yok -atıyorum diyelim ki seksen sekizinciydim- ama şu an baksalar ve aynılaşanları birbirlerine benzedikleri için listeden çıkarsalar ben ilk beşe falan yükselmiş olabilirim. Şaka bir yana güzellik hiçbir zaman önceliğim olmadı. Ne kendimde ne karşımdakilerde. Güzel olarak algılanmaktan gençliğimde de nefret ederdim hâlâ da ediyorum. Güzel olduğumun farkında değilim ya da yok saymışım. Toplum baskısı nedeniyle güzellik bir lanet gibi saklanması gereken bir duruma dönüştüğü için en iyisi saklamak,saklanmaktı. Ayrıntılara girmeyeceğim can sıkıcı olmak istemem. Velhasıl güzellik ve sunum yani onu dekor ve kostümle pazarlanabilir bir şeye dönüştürmek giderek gözüme iğrenç görünmeye başladı ve gösterişten hızla uzaklaştım. Bu durum önceleri çevrem ve ailem tarafından çok yadırgandı ama uzun vadede büyük faydasını gördüm. Aslolan sağlık ve huzur. Bu iki temel olguyu kovaladığım için sadece temizlik ve maneviyata yatırım yaptım. Gerisi gerçekten boş çünkü zaman çok ince bir hesap uzmanı ve er ya da geç herkesin defterini dürüyor. Günümüze gelecek olursak tam da estetik cerrahların ağzını sulandıracak yaşa gelmiş bulunuyorum. Bazı arkadaşlarım alnımdaki, göz kenarımdaki çizgilere azıcık dokundurmam gerektiğini söylüyor ya da başka minik şeyler. Fakat korkuyorum, en ufak bir müdahaleyi kaldırmayacak bir yüz yapım var. Yıllar içinde mimiklerimi harcarcasına kullandığım için oluşan çizgiler beni ben yapan detaylar. Kimbilir - ben bilirim- hangi olaylar için döktüğüm gözyaşları veya kahkahalar sebep oldu o çizgilere, şimdi o hatıralara haksızlık olmaz mı çizgileri yok etmek? Bir de -yaşarsam- ileride nasıl biri olacağımı merak ediyorum.

Aslında kafam çok da net değil. Küçük dokunuşlar büyük etkiler gösterebilir. Herkeste olduğu gibi bende de gidip bir-iki küçük müdahale yaptırmak bi buhrana bakar. O yüzden şimdilik buhran yönetimi konusunda uzmanlaşma aşamasındayım diyelim. Yine de kalıcı etki gösterecek her şeyden korkuyorum dedim ya ilerisi ile ilgili ciddi merak içindeyim.

Ayrıca sosyal medyada gördüğüm kadarıyla estetik cerrahları diğer tüm doktorlardan farklı olarak müthiş bir ego hatta hınçla dolular. Hal ve tavırlarını düşmanca buluyorum ve ürküyorum. Bir keresinde anesteziden sonra yanında olmak için bir arkadaşımla bir cerraha gittik, adam sorgusuzca çenemden tutup yüzümü sağa- sola çevirdi, cildimi aşağı-yukarı itti ve ‘güzel kadınsın sana da yapalım bi şeyler güzel kal’ dedi. Niyeti iyiydi elbet ama kendimi kötü hissettim. Kendimi Darülaceze veya herhangi bir çocuk esirgeme kurumuna ya da akıl hastanesine ziyarete gittiğimde çok daha iyi hissediyorum, oradaki insanların benim cildimin durumuyla ilgilenmemeleri ayrıca mutluluk veriyor. Oyunculuk yaptığımda da seyirci bendeki görünüme değil rolümün etkisine bakacaktır. Sanılanın aksine bu hep böyle. Seyirci duygu ve ifade arar ve bu güzelce sıvanmış betonarme bir yüzde bulabileceği bi şey değil. Seyirci hayatın içinde mücadele vermektedir ve ben de onlardan biriyim.

İnsanın kendini iyi hissetmesi için yüzüne gözüne orasına burasına cerrahi müdahalelerde bulunması yerine önce kendini iyi hissetmesi sonra müdahaleleri düşünmesi gerek.

Kızkardeşlik, iyilik, sevgi, paylaşmak, şeffaflık gibi kavramların günümüzde bu kadar yüceltilmesi gerçek mi? Yoksa klavye kahramanlığı gibi bu kavramlar da sosyal medya mesajlarında mı kalıyor? Hakikatımizi nerede kaybettik?

Kutsal olan her şeye kuşkuyla yaklaşıyorum artık. Buna en kutsal kavram olan annelik de dahil. Aile kavramı denen kutsal yapı hepimizi yakan yapı. Ömrümüz o yanıkları tedavi etmeye çalışarak geçiyor. Elli yaşına geliyoruz hâlâ annemizle didişiyoruz. Bu kadar olan veya olmayan ne? Bir türlü halledemediğimiz problemler artık anne-babamız bizim çocuklarımız haline dönüşüp bakıma ihtiyaç duydukları süreçte artık çözülmüş olması gerekmez mi? Ama hayır. Didişmeye devam. Hayat çok sert bir eğitmen ve bizler de kalın kafalı öğrencileriz bunun da sebebi yine ailelerimiz.

Kızkardeşlik çok moda son zamanlarda, iki gün sonra birbirinin gözünü oyacak insanlar birbirlerine ‘kızkardeş’ ‘sister’ sistee’ diye methiyeler düzüyorlar. Ciddiye almıyorum. Bir kız kardeşim var ve iyi ki var. Kız kardeşim olduğu için söylemiyorum aynı zamanda arkadaşım olduğu için söylüyorum. Aramız çok mu iyi? Tartışılır. Biz de tartışıp aramızı düzeltiyoruz. Yasemin benim öz kardeşim olmasaydı da yine kardeşim olurdu. Zaten öz-üvey gibi kavramlardan da oldum olası uzağım. Kan bağı denen bağ pamuk ipliği, bağların en sağlamı can bağı.

Sevgi, aşk bunların içi çoktan boşaltılmış. Çok yüksek sesle dile getiriliyorlar, herkesin gözüne sokarak ardından gelecek kaçınılmaz bitişi hızlandırıyorlar. Birliktelikleri, arkadaşlıkları saça savura sergileyip meşrulaştırıp herkesin yeterince gördüğünden emin olduktan sonra bir bakıyoruz ki elveda durağına gelinmiş bile. Ucuz fotoromanları büyük avm’lerde çektikten sonra herkes kendi yoluna gidiyor.

Paylaşmaksa... Yardım söz konusu olduğunda paylaşmak gizlidir, sırdır paylaşmak. Edep adap ister. Bilgi söz konusuysa bilgiye ulaşmak için yola çıkana bilgi zaten kendisi ulaşır. İnternet devrimi yeryüzünü başkalaştıran büyük ölçüde güzelleştiren muhteşem bir devrim. Onu lehimize kullanamıyorsak kullanmayı öğrenene kadar bırakıp, kendimizi tanıdıktan sonra yeniden başlamalıyız. Hakikatimizi kendimizi aramayı bıraktığımız yerde kaybediyoruz.

Aldatılan kadının konu olduğu öykünüzde karakter gerçeği görmeyi istemiyor. Görse de görmüyor. İnanmayı tercih ediyor. Ve haklı olmak yerine mutluluk oyununa devam ediyor. Mutlu olmak mı? Haklı olmak mı?

Şu an gülüyor olmamın sebebi şu; ben hâlâ o kadının aldatıldığını düşünmüyorum. Şaka bir yana -diyeceğim çünkü şaka hep olsun da hep bir yana koyalım şakayı- sorunuz çok manidar. Öyküde kadın diyor ki: “Birbirimize sonsuz güven duyuyor olmamız ilişkimizi ayaktan tutan en belirleyici özellik. Bir kere bile birbirimizin telefonuna mesajına bakmışlığımız yok. Sosyal mecralarda kendimizi koruruz, birbirimizin sırtını kollarız. Sevgi, saygı, güven bu üçü iki insanın birlikteliğini taşıyan sacayağı.” Böylesi bir güven iişkisinde haklı olduğuna inanarak mutlu olmayı seçmesi gayet makul.

Kadınları severim dedim ama koyu bir feminist değilim. İnsanseverim. Hayvansever gibi bitişik yazalım bunu insanseverim. Hayvanları daha çok severim ama bu konumuz dışı. İçinde pisikopatlık taşıyan kadın ve erkekleri konunun dışında tutarak söylüyorum; kadınlar erkeklerden daha hızlı düşünüp hisseden özel varlıklar, erkeklerse biraz daha yönlendirilmeye korunmaya muhtaç. -istisna olanları da konunun dışında tutalım- öyküdeki kadın mutlu olmayı tercih ediyor. Haklı olmanın işe yaramadığı durumlarda mutlu olmayı seçmek en doğrusu. Bu kalarak da giderek de yapılabilir. Kadın kalmayı tercih etti. Çünkü aldatıldığından emin olamadı. Ben kalmazdım. Bence öyküde söylediğim gibi: “İnsanları suçlamak büyük hata. Nihayetinde yenilmez olmalı aşk, dayanıklı olmalı, her türlü dış etkiye kapalı olmalı, korunaklı olmalı.”

Gogol ne demiş; ‘Güven ayna gibidir bir kez kırıldı mı hep bozuk gösterir’ Çoğumuzun güveni çoğu kez kırılmıştır, onarmaksa yıllar alır, o yüzden artık zaman kaybetmeye gerek yok diye düşünürüm. Çünkü güven duygusu bir ilişkiyi ayakta tutan tek sağlam duvar. Diğer herşey o duvarın etrafına örülüp yapı oluşturuluyor.

Ne kadar özgürüz?

Sevdiğimiz, önemsediğimiz, sorumluluk duyduğumuz birileri oldukça hiçbir zaman özgür değiliz. Bu kısıtlanmanın kötü olduğu anlamına gelmiyor aksine en güzel tutsaklık. Özgür olmak için ya benim gibi kalem-kağıda ya da bir enstrumana veya güzel bir kütüphaneye ihtiyacınız var. Kişiden kişiye değişebilir bu materyaller. Ama insan sadece kendine, kendini ifade edebileceği bir mecra hazırladığı anda özgürleşebiliyor.

Hayatım en büyük eserim içinde esirim. Gerçekten böyle mi?

“Hayatım en büyük eserim içinde esirim Hayatım en büyük esirim içinde eserim.”

Herkes için her ikisi de. Herkesin hayatı eser kıvamında ve herkes hayatının esiri ama bir yandan da herkes hayatının esiri ve herkes kendi hayatında bir eser. Bu eser olmak, esmek anlamına da gelir zaman zaman. Eser savrulur gider. Sonuç olarak herkes kıymetli bir eserdir, gün olur eser gider.

İstanbul bir oyuncu için en büyük sahne. Neden bu sahneyi bırakıp gittiniz?

Gitmedim. Gider miyim hiç? İstesem de gidemem. Gitsem zaten İstanbul bırakmaz beni. Çünkü beni İstanbul büyüttü. Yol sevdiğim için zaman zaman uzaklaşırım ama sonunda dönüp dolaşıp geldiğim yer İstanbul’dur. İnsanlar evlerine girince rahat bir nefes alırlar ya ben de İstanbul’a adım attığımda ‘evim güzel evim’ diye nefes alırım. Yeni veya eski yerler görmeyi, keşfetmeyi her ne kadar çok sevsem de İstanbul aşkım bambaşka. En büyük aşklarda bile insan bazen nefret duyabilir hatta bence nefret aşktan daha baskın bir duygudur aşklarda ama hiçbir zaman nefret duymadığım tek aşkımdır İstanbul.

Sizin oyunculuğa başladığınız dönemle şimdiki diziler arasında bir hayat farkı var. Tam da öykülerinizin yeter dediği konuları her gün farklı renklerde ekranlarda görüyoruz. Sizce tam olarak neden bu hale geldi?

Bunun tamamen politik bir yaklaşım olduğunu düşünüyorum. Kafaları zehir gibi çalışan senaristler, gün görmüş yapımcılar müthiş yetenekli yönetmenler, arı gibi çalışan ekipler, çok iyi oyuncular olmasına rağmen bu kadar yavan işlerin çıkıyor olması tesadüf olamaz. Oniki yaş algısı baz alınarak yediden yetmişe herkese aynı kapasitedelermiş gibi işler sunuluyor. Düşünmeyelim de oyalanalım mantığı hakim. Oysa oyalanmak değil düşünmek, düşündürmek gerek. Yerinde saymak değil ileri adım atmak gerek. Pek fazla televizyon izlemiyorum. Yeni işlere göz gezdiriyorum falan. Günde bir bazen iki film izliyorum, bazen seçtiğim bazı özel dizilere takılıyorum. Zamanı doğru organize etmeye çalışıyorum ve bunu kendi istediğim şekilde yapabiliyor olmak bir lüks. Hayat kısa. Zamanı iyi kullanmak için hızı arttırmak gerek. Hız arttıkça zaman yavaşlar çünkü.

Daha Kadınlığa Çok Var’da yemek yapmak kadının bir çilesi gibi. Halbuki günümüz çalışan kadınları içinde bir tür terapi. Hatta herkes az zahmetli çok lezzetli yemek yapmak yarışında. Nilüfer Açıkalın için yemek yapmak neyi ifade ediyor?

“Gördüklerimi vakarla kabullendim ve aynadan bakışımı çekip hızla işe koyuldum. İkibuçuk saatlik mutfak maratonunu bitirdikten sonra ev içi koşturmacaya devam. Çamaşırlar makineden çıktı asıldı. Ondan önce yıkanıp asılan ve çoktan kuruyanlar derlendi toplandı, yerlerine tanzim edildi. Havluların kirlisi-temizi, lavabo tuvalet dezenfektesi, ordan yatak odasına geçildi, çarşafların yenisi-eskisi, yastıklar kabartıldı, oda havalandırıldı, salonda ve her yerde göbek atan tozlarla uçuşuldu... Patlıcanları da köze koymalı sonra kasaptan gelen et ve bakkal siperişleri... Süt ve tereyağ... Patatesler soyulup dilimlenmeli, salata için turp ve soğan tamam...

Akşam için; engelli, uzun atlamalı, bazen maraton bazen kısa, zaman zaman bayraklı ve çoğu kez deparlı, sona doğru rahvan stil yarışların hepsi bittikten sonra sızlayan ayaklar, hafifçe ağrıyan bel ve biberlerin kızgın yağda savurdukları birkaç patlak yanıkla günün görev olarak üstüme yüklediklerini tamamladım.”

Öyküdeki kadın “Böyle hayvani, bedeni işler yapmasam zihnimi nasıl dinlendiririm bilmiyorum” diyor. Kendisine tamamen katılıyorum. Çünkü bazen gerçekten dağılmadan toplanmıyor hiçbir şey, ne ev, ne oda, ne kafa.

Karavana usulü yemek yapıyorum. Hem besleyici, hem doyurucu, hem de lezzetli olsun diye başlıyorum yemek yapma seramonisine. Sunumdan ziyade tencere odaklı bir mutfak rutinim var. Yemek yapmak, mutfakta çalışmak benim için en tatlı terapi. Elim çabuk ve bol kepçeyim zaten o yüzden karavana usulü oluyor yaptıklarım. Yapılan yemek sofraya konsun ve yenip bitsin kafasındayım ama asla yemek attığım olmaz. Hele ekmek asla atmam. Bu güne kadar bir kırıntı ekmeği bile çöpe atmışlığım yok. ‘Karıncaların hakkı’ diye düşünürüm. Eskiden çok çeşitli yemekler, ayrıntılı denemeler yapardım ama artık vazgeçtim. Yemek yeme zorunluluğunun en zevkli tarafı kahvaltı. Kahvaltı öğünlerin kralı. Kendimi bildim bileli her sabah mutlaka kahvaltı yapıyorum. O da zeytin ve peynirin başrolde olduğu klasik kahvaltı. Serpme merpme falan o tür aşırılıklardan haz etmiyorum. Bir de İstanbul simidi. Otuz yılı aşkın zamandır Cihangir’de yaşayan biri olarak rahatlıkla söyleyebilirim ki Tophane Fırınından bakkalımıza ulaşan sıcak İstanbul simidi bağımlılık yapıyor.

Göçmen bir ailenin çocuğusunuz. Eminim ki anneniz şahane yemekler yapıyordur. O günlere dönelim mi? Mutfaktasınız?

Annem de eli çabuk bir kadındı. Son zamanlarda rahatsızlığı nedeniyle pek hızlı değil ama yine çalışkan yine hevesli. Şimdi mutfakta fır dönen halimi ondan aldığımı biliyorum. Çocukken mutfakta onun yamağı olarak getir-götür, şunu ver-bunu al gibi ayak işlerine bakıyordum. Bir yandan da işin temel inceliklerini, pratik olmayı öğretiyordu. Hiç sıkılmaz zevkle koştururdum. Çok iniş çıkışlı bir sürece denk gelmişti çocukluğum ama müthiş bereketli bir mutfağımız vardı. Annem çok güzel börek yapardı, çok güzel çörek yapardı, annem her şeyi çok güzel yapardı.

Sevgilinize ya da oğlunuza yaptığınız en güzel yemek?

Sevdiklerime yaptığım en güzel yemek daha doğrusu sevdiklerimin benden istediği en özel yemek kuru fasulye ve pilav. Onlar sayesinde bu menüde ustalaştım. Oğlumsa sulu köfte ister benden. Onda da ustalaştım. Annem gibi açma börekler, revaniler, baklavalar falan yapmıyorum tabi ama çay yanına bi şey yapmak gerekirse sadece sade kek.

Tarifini istesem...

Çok basit. Üç bardak un, bir buçuk bardak şeker, vanilya, kabartma tozu -bu çok sakat beyazları- karıştırın, üstüne üç yumurta, bir bardak sıvı yağ, bir bardak süt, üç kaşık yoğurt ekleyip yine karıştırın, benim oğlum tarçın seviyor ve tarçın çok yakışıyor keke. Yine karıştırın. Karıştırmaktan sıkılınca kek kalıbına döküp fırına koyun. Yakmayın ama yakarsanız da çöpe atmayın en olmadı kuşlar yer.

Yemek kitabı okumayı sonra da uygulamayı sever misiniz?

Hayır nefret ederim. Ama annem çok sever. Tarifleri not aldığı defterleri de var. Ama benim okunmak için sırada bekleyen öyle çok kitabım var ki yemek tarifi bakmak için onlardan zaman çalamıyorum. Bir de o kitaplarda çok şık sunumlar var ve o sunumlar bende yok. İnsanın siniri bozuluyor.

Karantina günlerinde ekmek yaptınız mı?

Yapmadım doğrusu aklıma bile gelmedi ekmek yapmak. İstanbul simidi varken ekmek mi yapılır?

Yazarken belli bir ritüeliniz var mı? Çok mu az mı yersiniz? Sinirli mi sakin misiniz? Alıp başınızı yalnız bir yere mi gidersiniz yoksa cafe, pastahane de her yerde yazar mısınız? Günlük yazma rutininiz nasıl?

“Akşam için; engelli, uzun atlamalı, bazen maraton bazen kısa, zaman zaman bayraklı ve çoğu kez deparlı, sona doğru rahvan stil yarışların hepsi bittikten sonra sızlayan ayaklar, hafifçe ağrıyan bel ve biberlerin kızgın yağda savurdukları birkaç patlak yanıkla günün görev olarak üstüme yüklediklerini tamamladım. Nihayetinde defterime koştum niye koştuğumu bilemeden. Hep koşarım defterime ve niye hiç bilemem. Nazikçe elime aldım. Boştu. İçinde beni bulacak birazdan. Elimde kalem, çala kalem savuruyorum tozunu attırıyorum düşüncelerimin.”

Yazma rutinim öyküden öyküye değişiyor. Her öykü kendi ritüelini belirliyor. Her öykü nabzına göre şerbet istiyor. Öykülerim yazılma aşamalarında benden daha kaprisli desem yeridir.

Yemek seçen biri değilim, yemek arayan biri de değilim. Ne varsa onu yerim tipinde bir uyumluyum. Çalıştığım zamanlarda yoğurt paparasına domates doğrayıp birkaç zeytin ve zeytinyağı koyarım ya da süt ve bebe bisküvisi yeterlidir. Tütünüm de ziyadeyse tamam. Sakin değilim, sinirli de olsam belli etmem ama maalesef sakin değilim. Gün olur alır başımı giderim. Dinlenirken şarkılar söylerim. Günlük bir yazma rutinim yok ama hergün hiç olmazsa kafada çalışırım.

Öykülerinizde şehir yaşamına da sıkı bir haykırış var. Nerede yaşamayı tercih edersiniz? Ya da ediyorsunuz?

“Nefes aldıran yerler biliyorum. Şehrin kıyısına-köşesine, gizli-saklı sinmişler. İçimden geçenleri anlamasını istediğim kafası dumanlı arkadaşlarım bu yerler. Konuşmasam da dinlerler. Ayaklarımın kavalyesi kaldırımlar. Hava lodos yine nefis bir bahar ve gökyüzü nispeten karanlık. Dolmabahçe Stadyumu'nun cayır cayır ışıklarının üstünde şıkır şıkır uçuşan martılar, geceye konfeti gibi yağmaktalar. Ay yok bu gece. Doğum günüm var sadece. Çiçeğim yok hediyem yok kutlama yok. Annem babam bile aramadı, unuttular herhalde. Olsun yapacaklarını yapmışlar bi de kutlasınlar mı? Önemi yok. İnternet ortamında onlarca mesaj! Sanal Don Juan'lar iş başına geçti fırsat bu fırsat Kazanova kırıkları hücumdalar. Ve tabi eski dostlar ve tabi yenileri ve tabi hepsi çok uzak, çok müstehzi. Belki de geçti dost kervanı hakikaten geçti.”

Nerede yaşadığımın hatta koşullarımın hiç önemi yok, hiç fark etmez. İstanbul iliğime kemiğime işlemiş. Bu saatten sonra bana her yer İstanbul.

Araba kullanmayı çok seviyorum o yüzden çok sık kaçıyorum ve sonra yine geri dönüyorum. Ve bir bakıyorum ki öykülerimde Büyülü Cadde diye andığım İstiklâl Caddesi yine şöyle:

“Aşırı güneşli bir gün. Neşem yerinde, keyfim kıyak, şeklim şahane, vücudum çevik, gözlerim görünüşleri delerek geçiyor, adımlarım hızlı, acelem var yürüyorum.

Büyülü Cadde'nin damarında gençler toplanmış; inançla, güvençle, gırtlaktan kuvvetle haykırıyorlar... Yavaşla adımlarım, yavaşla... Şimdi ortalarındayım. Gürleşti sesler. 'Demokrasi, özgürlük, barış' diyor gençler. Ne güzel! Beni yine dünyanın çok güzel bir yer olduğuna ikna ettiler. Ne güzel.”

Seyahat etmekten en çok zevk aldığınız yerler?

Ülkemin her yerini ayrı seviyorum. Trakya, Karadeniz, Çukurova, Ege, tüm bölgeleri sayıp tek tek şehirlere geçmeyeyim şimdi. Bu topraklarda aidiyet duygusu olmadan sahiplenme duygusuyla dolaşmak büyük bir haz ve nimet. Türkiye dışına çıktığımda bu -salgın melaneti yüzünden mümkün olursa tabi- Avrupayı yine babamın doğduğu topraklardan Üsküp’ten başlayarak yeniden gezmeyi isterim. Ama mesala Çin’e bir daha gitmeyi düşünmüyorum. Tabi tüm bunlar afaki konuşmalar, hayat ne zaman ne getirecek bilemeyiz.

Peki ya aşk ? Mutluluk baskısının olmadığı, her halimizle yaşayacağımız gerçek aşk yok mudurJ

Vardır neden olmasın? Güven duyduğun, konuşup arkadaşlık edebildiğin, susup yarenlik edebildiğin biriyle her şey mümkün. Solmaz’ın Yumrusu adlı öykümde Murat Solmaz’a soruyor: “Benimle denemeye var mısın hayatı?”

Bu kadar basit aslında. Zorunlulukların baskıların olmadığı güven, saygı ve sevginin esas olduğu bir paylaşım. Hayat ne ki? Vicdan rahatlığıyla yaşa, huzurlu ol. İlişkiler başka neye yarar?

Bir kadın için en güzel dönem (yaşlar) bence büyülü 40’dan sonra başlıyor. Daha özgür daha güvenli. Ne dersiniz?

Gençlik-güzellik yüceltildiği gibi, yaşlanmak-olgunlaşmak da yüceltilme tehlikesi taşıyor bu konuda dikkatli olmak gerek. Gençlik güzeldir elbette ama gençken insan bunun farkında değil ki farkında olsa bile umurunda değil. Bir laf var ‘delilik çeşit çeşittir, bir çeşidi de gençliktir’ Gençlik biraz da delilik olduğu için güzel. Yaşlanmaksa hiç yüceltilecek bi şey değil ama yaşlandığı halde içinde deliliği taşıyor olmak yüceltilmeye değer çünkü o zaman gençlikteki delilikten daha kıymetli bir delilik yaşayabilir insan. Velhasıl Allah korusun hastalanmadıkça yaşlanmak diye bi şey yok.

Ve son soru dış müdahaleler olmadan bu kadar güzel kalmayı nasıl başarıyorsunuz? (Kişisel merakım)

İltifatınız için çok teşekkür ederim. kısaca şöyle diyeyim: Dış müdahaleler olmadığı için olabilir. Benim yerimde Daha Kadınlığa Çok Var öykümdeki Manidar olsaydı çok daha fazlasını söyleyebilirdi. Mesela, mesela, mesela...

Şöyle:

“Oysa Manidar; iflah olmaz, haylaz, muzır, çiğ, sakil, basit, mahallevari bir kadın ve kıpır kıpır kıpırdıyor. Nazik olduğum, zarif davrandığım zamanlar -hemen hemen her seferinde- tencerede kaynayan nohutlar gibi fokurtudan güç alıp dışarı fırlamaya çalışan bu fırlama, hem hınzır, hem de uyanık. Benim tam aksime hazır cevap da üstelik. Bana en lazım olan davranış biçimine sahip. Özünde mavra yatan, vurdumduymaz, hatır saymaz, lafı gediğine oturtma ustası, zeka pırıltılı, işveli tokatçık.

İlk adım işte o; hazırcevaplık. Ama bunun için de korkunç bir cesaret ve çok büyük bir ego gerekiyor. Bende olmayan iki salak özellik. Nacizane çözümümü üretince epey rahatladım. İçimdeki gizli sarışına, fingirnoz pespayeye el verecektim, yön verecektim, yol verecektim. ‘Yürü be Manidar, yürü be kızım’ diyecektim korkusuzca.

Nasıl mı olacaktı? Çok basit. Basit çünkü kendisi basit. O, tam bir mahalle kızı, edepsiz, saldırgan, orta malı, daima uluorta piyasa yapmakta ve tabii aranmakta, sorulmakta. Onsuz ne bir parti, ne bir toplaşma düşünülemez. Estetik konusunda uzman, kozmetikte danışman, modada kompetan, alışverişte kaptan. Bütün gün boyunca sosyal medyada fingo fingo dolaşıyor, magazinde ‘top on’ ondan soruluyor. Taklit ustası ve her türlü dedikoduya muktedir. İşte bu yelloz, içimdeki, her türlü iğneli lafı evirir, çevirir, ucu zehirli ok eder, söyleyenin bağrına zerk eder. Bunları yaparken beni kullanır ve şunları söyler:

Mesela, mesela, mesela...”